Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi ile alakalı olduğunu düşündüğüm durum.
Maslow der ki Belirli bir kategorideki gereksinimler tam olarak karşılanmadan kişi bir üst düzeydeki kategorinin gereksinimlerini algılamaz, böyle gereksinimleri yoktur. Örnek olarak günlük olarak karnını doyurabilen fakat güvenlik içinde bulunmayan, kendini sürekli olarak olası bir tehdit altında algılayan bir insanın, dünya görüşünü geliştirmek için kitap okumak veya sanatsal bir eser vermek gibi bir gereksinimi yoktur.
Bu söylemeden şu sonucu da çıkarabiliriz, ihtiyaçları düzgün bir şekilde karşılamayan birey, kültürel ve sanatsal etkinliklere de pek önem veremez.
kültür ve sanat yoksunu değiliz. göçebe kültür ile yerleşik kültür çatışması ve uyumsuzluğudur sadece. türk kültürü, saf da değildir. maalesef ki ortadoğu kültürleri tarafından da bozulmuş, amerikan kültürüyle de son darbeleri yemektedir.
Sanat mı kültürü yaratır yoksa kültür mü sanatı? Sorusunu sorduktan sonra sadece sanat için konuşacak olursak bin yıl öncesinden gelen dini anlayış ve geleneklerden kaynaklanmaktadır. islami anlayışta resim heykel yok denecek kadar az iken hristiyanlıkta oldukça fazladır. İşin birde eğitim kısmı var ki hangimize okul yıllarında resim dersinde ünlü ressamların eserleri gösterildi veya anlatıldı. ebru sanatı, papates baskısından öteye gidilmedi.
Emil Michel Cioran, Parçalanma adlı kitabında şöyle diyor: "hobiler edinebilmek ve eğlenceli aktiviteler yapmak için boş zamanım yok." Bu sözü aslında, bomboş uğraşlar ve tartışmalı ideallerle yaşanılan hayatlara bir serzeniş olarak söylüyor. Dünyanın pek çok ülkesinde ve yazık ki ülkemizde de insanlar asgari şartlarda hayatlarını idame ettirebilmek uğraşında olduklarından kültür ve sanat eksikliği o kadar göze batmıyor.
Uygarlık tarihi düzleminde incelendiğinde bu coğrafya insanının salt kültür ve sanat yoksunluğundan ziyade, 'düşünmeme, sorgulamama' üzerine nasıl programlandığının üzerinde yoğunlaşmak gerekir diye düşünmekle beraber; hak vermemenin de imkansız olduğu bir itiraz/tespit.
Alfabenin bulunduğu günümüz Suriye topraklarından tutun da, antik döneme dair birçok çevirinin araplar ile birlikte batı kültürüne angaje edilmesine kadar baktığımız ve günümüze geldiğimiz zaman, tarihte bir şeylerin ters istikamette gittiği / yaşandığı aşikar.
Yakın tarihe gelmeden önce zannımca isa öncesi dönemdeki insan düşünüşünün organik evrimine, dört bin sene önce 'tapınak'ların ne denli ticari yaşama ve ta o günlerden beri ideaların nasıl tektipleştirilerek, nerelere indirgendiğine dönmek gerekir. 18-20 yy. lar arası dönemlerde, küresel hegemonik popüler ideolojinin, bin yıllardır süregelen bir tektipleştirme politikalarının tezahürü olması ve günümüze sirayet etmesi, 'tesadüf' demek için biraz masum bir argüman olmaz mı ?
Adına ister 'din', ister 'ideoloji' deyin, veyahut başka bir kuramsal etiket, özetle ne derseniz deyin; düşüncenin de, inanışın da, ait olma içgüdüsünün de sosyolojik etkileri düşünüldüğünde, bu tespitleri yapmak için ve günümüz insanının esasen farkında olduğu ve 'bu durumu' neticesinde mutlu olduğu gerçeğini de anlamak için çok derin keşiflere çıkmaya gerek yok.
Kültürlü, sanatsever, entelektüel gibi kavramların tanımı esasen nispeten aynı olmakla beraber; içeriği veya görünen yüzleri değişti. Bu ülkede bir dönem okan bayülgen gibi adamlar entelektüel olarak kabul edildi; nevşin mengü , enver aysever , yılmaz özdil gibi insanlar, hiç ama hiçbir birikim, sosyal kapital gerektirmeyen, kahvehane dedikodusundan ileri gidemeyecek nitelikteki söylemleri / yazıları neticesinde ve bir şekilde günümüz insanının tahayyül ettiği 'cesur' kavramına kıyısından köşesinden dokundukları için siyasi bir figür / bilirkişi / gazeteci olarak lanse edildiler ve ne yazık ki kabul de gördüler. Koyunun olmadığı yerde keçi misali.
Toplumumuzda insanların okumuşluk düzeyi de önemli bir kriter. Hele hele akademik bir unvana sahipseniz. Siyasi duruşumdan bağımsız olarak söylüyorum; bu ülkede (bkz: burhan kuzu) gibi adamlar, sırf bitaraf oldukları için entelektüel, otorite olarak kabul edildi. "Ağbi, adam koskoca profesör; he siz biliyorsunuz ama o bilmiyor he mi ?" Haydi oturun da cevaplayın şimdi. Geçenler de (bkz: berat albayrak) başlığına bir girdi yazdım; vakti olan okusun lütfen.
Neoliberal politikaların, yıllardır çaktırmadan, sinsi sinsi geldiği ve yerleştiği dünya toplumlarında ise durum, tabii ki daha da fecaat haline geldi. Naçizane ekonomi üzerine birkaç kelam eden, birkaç söyleşide konuşan, birkaç şey karalayabilen benim gibi insanlar dahi 'arz/talep' kuramından ötürü bir şey diyemez, birtakım güncel argüman sunamaz hale geldik.
Şimdi bu ülkede kime sorsanız (özellikle yaşamının 10 yılı aşkın bir süresini profesyonel kulüp diceyliğinden para kazanan benim gibi birisine) kimse kerimcan durmaz veya türevleri için 'kaliteli' demez değil mi ? Ama ben nedense saygı duyuyorum. milton friedman falan da değilim ha; yok her arz, kendi talebini yaratır falan demeyeceğim. Ben, "bir şey yapan" insana saygı duyuyorum. Ödediği bedele katlanmasına saygı duyuyorum.
"Aman ağbi yea, selfie çubuğu yapmak da ne var amk; bak herif yaptı, parayı cukkaladı yeaaa." E yapsaydın pezevenk ? E sen de kerimcan gibi makyaj yapsaydın, ne bileyim o görünüm altında ödeyeceğin bedelleri hesaplayıp, aynısını yapsaydın ? Sen önce bir yap, aynı paraları kazanamazsan oturur iktisadi ve pr yönünden bilançosuna bakarız. Ama önce bir şey düşün ve yap. Evet, bence de rezalet; evet, bence de bırakın kültür / sanatı, rezaletin daniskası ama bir şey var ortada, üretilen bir meta var. Nihayetinde talep görmüş, ekonomi çarkları gereği parasını da kazanmış. Ne o kişiler, ne de sevenleri onun kültürlü olması ile ilgileniyor mu sizce ?
Neoliberalizm, gözümüze gözümüze soktu commercial dediğimiz kavramı. 'Popüler olan iyidir' söylemini reddediyoruz ya; dünya değişti, kavramlar değişti, entelektüelite değişti, kültür kavramı değişti, sanat değişti. Artık ne yazık ki "popüler olan, iyidir."
Ne değişmedi ki ? Bakın (bkz: mansur yavaş)'a ; zamanın ülkücüsü değil mi ? Ama bugün (bkz: karl marx) mezarından kalkıp gelse, mansur başkan' ı anlından öper değil mi ?
Dünya değişiyor, her şey değişiyor, bizler değişiyoruz; ama evet, çok az sayıda insan kaldık artık. Belki de bizim durduğumuz yer yanlıştır he, ne dersiniz ?
maslow ögreneği veren arkadaşa katılmakla birlikte eklemek istediğim şeyler var .
İlk olarak kültürün yaşatılması ve sanatın zenginleştirilerek devam edilmesi sıkı bir disiplin ve eğitim gerektirir. Eğitim konusunda Türkiyede ve Batılı ülkeler arasında ki fark bizde ki üniversitelerin 1970ler sonrasında kurulması karşı İngilterede 1100lü yıllarda Rusyada 1920lerden sonra Almanyada 1300lerden sonra kurulmuş. Bahsedilen dönemler Osmanlıda anca dini eğitim alabileceğiniz dönemlere denk geliyor. Bunun sonucunda da Avrupada ve Rusyada güçlü bir kaynak oluşken , Osmanlıda İslamın etkisiyle bir çok sanat dalı haram günah adı altına baskılanıyordu. Sahne sanatlarıda Meddahlıktan öte gidemiyor ki Padişahı en ufak hivic ettiğiniz noktada kelleniz giyotinin ucunda demek oluyordu. Tarihsel olarak hem İslamın etkisi, hemde Osmanlının üniversiteleri kurmakta çok çok geç kalması bizi ciddi bir kaynak sıkıntısına sokmuştu. Bunun yanı sırada günümüz Türkiyesinde ki eğitim sisteminin sürekli radikal değişimleride gençleri yönlendirmek yerine daha fazla yarış atına dönüştürüyor. Yani bizim eğitim sistemimiz sanatçı bilim adamı değil pratik mesleklere ara eleman yetiştiriyor.
Halkın okuması noktasına gelirsek evet burada hepimizin kendimize batırmaya hazır çuvaldızlarlarımız olması gerekiyor. Tembellik halkımızın en büyük problemlerinden biri ancak bunun yanında umutsuzluk, temel ihtiyaçları karşımada eksiklik vb sayılabilecek birçok olguda durumu iyice kotüleştiriyor.
"millet aç aççç" diye karikatürize edilebilirken, daha ciddi bir yaklaşımla insanlar temel ihtiyaçlarını bile zor karşılarken hangi kültür hangi sanat da denilebilir.
Eğitim tabanlı bir sorun olup kolayca aşılabilir aslında. Ama insanlar ekonomi ve siyaset sarmalında hayatta kalmaya öyle odaklandı ki hayattaki diğer güzellikleri fark edemiyor. Bir de üzerine kültür ve bilgi kötü bir şeymiş gibi gösteren muhteşem bir devlet ve anlamaktan ziyade biat ederek sürü olmayı telkin eden din simsarları eklenince ahlak, adalet, saygı eksikliğine sanat ve kültür yoksunluğu da ekleniyor.
bir kısmı eğitimden, büyük bir kısmı da yönetimden kaynaklanan eksikliktir.
ülkede, hayatta kalma mücadelesinden vakit bulup, bilime ya da sanata yönelmek zor. bunlar, akademik bir yolun yoksa, tamamen hobi ya da kişisel gelişim adı altında öğrenilen şeyler.
ancak vakit ayırdığın her şeyin, artık sana para kazandırması gerekiyor. yoksa vaktini boşa harcamış hissediyorsun. sürekli çalışıp, sürekli kazanmazsan hayatta kalamıyorsun. hal böyleyken kim vakit ayırsın araştırmaya, öğrenmeye, okumaya?
insanları daha iyisine zorlayacak bir ortam olmamasından kaynaklı yoksunluktur. maslowun ihtiyaçlar hiyerarşisine gönderme yapılmış ancak bununla pek ilgili değil. sosyo ekonomik durumu bizle aynı olan ve fizyolojik ihtiyaçlarını bizle aynı oranda karşılayan yani hemen hemen aynı durumda olduğumuz, ukrayna, sırbistan, rusya gibi ülkelerde kültürel durum bizden farklı.
mesela ukrayna'da lviv kentinin merkezi opera binasıdır. inanılmaz da kalabalık olur. hemen hemen çoğu ukraynalı kitap okur tiyatroya gider. şehirlerin sembolik yerlerinden ülkenin kültür seviyesini anlayabilirsin. senin ülkenin çoğu şehrinin sembolik yeri çarşı pazar. sırbistan keza ingilizce bilen sayısı çok fazla. rusya desen kitap okuma oranları çok yüksek. bunların hepsinin ortak noktası sovyet tezgahından çıkmış olmaları. sovyetlerin iyi yaptığı şeylerden biri eğitim, kültür, sanat ve bilim alanındaki ilerlemeleridir.
bizim ülkemizde okuyan adama "okudun da ne oldu?" şeklinde çıkışılıyor. bizim ülkemiz cehaletin övüldüğü bir ülke. insanları daha iyisine zorlayacak hiçbir şey yok. instagram çıktı da millet kitap alıyor. onlar da fotoğrafını koymak için alıyor.
sanat ve kültür bir çeşit özgürce kanatlanıp uçmak işidir. uçmak isteyenlerin kanatları kopartılırsa yüksek kültür özellikleri olan yaratıcılığın ve estetiğin önü tıkanmış olur. bu dönemde kitle kültürü hayatımızda baskın ve kültürümüzde var olan zenginlikleri de gölgelerde gizlemiş durumda. halk kültürü zengin ama halkın hafızasında geri plana gitmiş. şiirler, destanlar, masallar, türküler, dokumacılık, hat sanatı, ebru sanatı, fıkralar, karikatürler vs uzar gider liste ve bunların hepsinde dünyada söz sahibi olan bir kültürden bahsediyoruz. geçici bir hafıza kaybı yaşansa da halkın içindeki cevher mutlaka açığa çıkacaktır. (bkz: lavoisier'in "maddenin sakımı kanunu”) yalnız madde için değil kültür içinde geçerlidir "hiçbir şey vardan yok, yoktan var olmaz; değişir, dönüşür " ama devam eder.
önce hangi türk insanından bahsettiğimizi ortaya koyarak tanıma başlamamız gereken yoksunluktur.
gelişmekte olan ülkelerde genel olarak nasıl ki gelir adaletinde bir eşitsizlik varsa kültür ve sanata erişim ve ilgide de benzer bir eşitsizlik söz konusudur. benzetme amaçlı yazıyorum; nasıl ki hindistanda über süper zenginler varken kafasının üzerine gerecek tente bulamayan karton kutuda yaşayan fakirler varsa*; aynı şekilde bilmemne ülkesinin x yazarının kitaplarını yalamış yutmuş entellektüel insanların yanında hayatında kitap sayfası çevirmemiş tipler de vardır. orta sınıf olmadan ne yazık ki ortalama bir kültür seyiyesi de olmuyor ve entellektüeller marjinalleşiyor.
türkiye'de de durum böyle. hakikaten sağlam birikimli entellektüellerimiz var bakmayın ama işte hem sayıları az hem de aşırı marjinalleştirilmiş durumdalar.
aile içi eğitim(!) 1
diğer "eğitim" kurumlarındaki eğitim(!) 2
içinde yaşadığı ülkenin -geri kalmışlığın nedeni olan- öncelikleri 3
teknoloji(!) 4
en başlıca sebepler sanırım. Ama en acıklısı, toplum olarak o kadar kötü hedeflerin, amaçların, doğruların(!) paşinde koşuyoruz ki, (halk arasında eğitimli sanılan) akademik geçmişe sahip olanlar ile hiç okula gitmeyenler bile aynı paydada duruyor.
İnsanlığı unutmuş olmamız. evet bu; tek ve yegane sebep insan olamamamız.
kültür ve sanat türkiye'de ortak bir alanın kavramları gibi anlaşılan, bu yüzden hep yan yana konan birbirinden bağımsız iki terim. örneğin eskiden "kültür sanat dergileri" vardı, kimse de yadırgamazdı bu kullanımı. zihnimizde hep bir arada dururdu bunlar. bu başlıkta da aynı 'biraradalık' var.
oysa kültürbilimi (kulturwissenschaft, cultural studies) açısından düşününce bizim zihnimizdeki yoksunluk görüntüsü de bir tür kültür öğesi oluyor. örneğin bir köy yerindeki davranış kalıpları ya da sinema, tiyatro, sergi, konser "tüketme" alışkanlığı olmayan insanların yaşayışları kültürel, kültüre özgü öğeler aslında (etnoloji, etnografi, antropoloji, sosyoloji gibi pek çok disiplinin kesiştiği bir alan).
sanat ise kültür gibi "üretilen, sonradan var edilen" bir insan yaratısı tezahürü. Sanat bu açıdan kültürün içerdiği bir emek. dolayısıyla kültür bilimi (ve sovyet bilim insanlarının sanat bilimi dediği araştırma dalı) açısından düşünürsek herhangi bir yoksunluk dünyanın hiçbir yerinde söz konusu olamaz. yapıp ettiğimiz, uğraştığımız her şey bir kültür ürünüdür.
ama daha dar bir perspektiften ele alırsak bu başlık düpedüz şunu anlatır: türkiye'de insanlar paris ya da moskova'daki insanlar gibi tiyatro kovalamaz, san francisco'dakiler gibi sinefil değildir, berlin'in halkı gibi underground sanat tüketmez vb.
bu noktadaki sorun üretim-tüketim ekseninde yatıyor. sanatı tüketme özgürlüğü üretime ve bu üretimi değerlendirecek yetkinliğe bağlı. almanya'da iyi bir lisede okuyan öğrenci eski yunanca ya da latinceyi bilir, yazınsal türlerin tarihini öğrenmiştir, pek tabii ki klasik tiyatroyu doğru değerlendirebilir.
türkiye'de sanatla ilişki batıdaki gibi kurulmuyor. tarihsel olarak batı tarzında üretim tanzimat'la başlıyor. tanzimat öncesindeki üretim (rubailer, kasideler, kafkas kökenli masallardan doğan anlatılar vs.) tanzimat'la batıdan çeviri yoluyla alınan türlerle harmanlanıyor ve yeni bir form oluşuyor. tiyatroda da böyle, resimde de böyle (buna en güzel örnekler oryantalist osmanlı ressamları), müzikte, edebiyatta da böyle. batıda sanatla kurulan ilişki türkiye modernleşme tarihinde daha başka bir eksende gelişmiş. haliyle farklı. bizde batı tarzı üretim ve tüketim tam olarak yok, yarım olarak ve sindirilmemiş şekilde var. ama aslında tanzimat öncesindeki üretim göz ardı edildiği için o dönemi de tam olarak sindirmiş değiliz sanki.
başlıkta dile gelen serzeniş bu tarihsel nedene dayanıyor.
Kültür ve sanat seviyesinin bu ülkede asla yükselemeyeceğine inanmışımdır. Aç bir toplumun sadece kültür sanat dalında değil, herhangi bir dalda üretim yapacağını düşünmüyorum. Bu başlık altında istenildiği kadar mozzart'lardan victor hugo'lardan, romeo jüliet'lerden bahsedilsin, asıl sorun çözülmedikçe gelişim adına diğer bütün dallar zayıf kalacaktır.
MuteahİT i bol zavalli ulkem , parasi olan kendini mutlu , giyinen kendini modern sanmakta , dis mihraklarimiz da buna gulmekteler , dokunmalarina bile gerek yok biz kendi kendimize geri gidiyoruz zaten
zaten kültür ve sanat yoksunluğu her ülkede epey fazla olduğundan ötürü, türkiye'de görülmesi normal olandır.
kültür-sanat yoksunluğu batı ülkelerinde eğer %60'larda seyrediyorsa, okuma ve araştırma yoksunu ülkemizde bunun %80 ve hatta %90'larda seyretmesi normal bir durumdur.
bence batı ülkelerinde bile "21. yüzyıl klasik müzik bestecilerinden sevdiğiniz bir besteci var mı?" diye sorulsa sokaktaki insanların bir çoğundan "21. yüzyılda klasik müzik mi var?" gibi bir tepki almanız olasıdır.
mükemmel genellemeci ve temelsiz bir analiz sonucunda varılabilecek en standart sonuç. yanlış veya doğru demiyorum bakın, ki zaten yanlışı ve doğrusu olmaz böyle meselelerin.
birçok sosyolojik etmeni içinde barındıran bir olgu olduğundan dolayı, meseleyi sadece türkiye'de olan bitenle değerlendirmemek lazım. bu bir dünya sistemleri sorunu aslında. envai çeşit saçma tespite gebe bu başlık aklıma şükrü erbaş'ı getirdi.
(bkz: köylüleri niçin öldürmeliyiz )
Kültür şöyle tanımlanmış: birikimle birlikte ivmesi artan bir toplumsal yapı bileşenidir. Giderek her nesil miras aldığı kültüre maddi ve manevi bir katkı yapar ve onu kendinden sonrakilere miras bırakır. Sanırım Türkiye'de kültür değil kültürsüzlük aktarılıyor nesilden nesile
başlık ; kültür ve sanat kelimelerinin , kelime anlamlarına aykırıdır.
kişi bakar ve gördüğü kadar varlığa erişir.
kişi düşünür ve zeka vb. etkenlerin ondaki varlığının izin verdiği kadar düşünce üretebilir.
her insanın ekmeği yemesi de , kemal sunal'ı , orhan gencebay'ı ya da brian may... kısaca her insanın tüm yaşamı bir kültürdür ve çoğu durumda yaşam şeklimiz için yaptığımız tüm eylemler sanatın küçük parçalarıdır. yemek kaşığını tutmakla fırçayı tutmak arasında bu pencereden bakıldığında fark yoktur.
tanım: kişi algı seviyesinin evrensel olarak en üstte olduğuna inanılarak açılmış başlık.
tanım 2 : ''ben algılamıyorsam ya da beğenmiyorsam yoktur'' cümlesinin kültür ve sanata daraltılıp bir ırk için yargıya dönüştürülme çabası. üzücü olan ; bu iki kelime sizi özgürlüğe ve mümkünse özgünlüğe doğal olarak götürecekken , başlıktaki yargı sizi bir kişi ya da grubun sınırlarını çizdiği dar alana hapsetmek ister.
şu aralar sscb'nin son başbakanı nikolay rıjkov 'un perestroyka ve sscb'nin dağılması dönemiyle birlikte anılarını da anlattığı kitabını okuyorum. şimdi bunun başlıkla ne alakası var demeyin, oraya da geleceğiz.
neyse ne diyorduk rijkov yoldaş hayata en diplerden başlamış bir köylü çocuğu. babası, dedesi, yedi sülalesi maden işçisi. ve bu okuduğum kitabı bizzat kendi yazmış, anılarını yazan siyasetçilerin yaptığı gibi ghostwriter kullanmamış (türkçesini bulamadım şimdi). kendi yazdığı çok bariz, atara atar gidere gider yapıyor, millete lafları bilezik gibi geçirip yeri geliyor sinir olduğu kim varsa çok pis gömüyor, yeri geliyor duygusala bağlayıp damardan giriyor. amcamın çok müstesna bir karakteri var, 100 metreden tanırım. ghostwriter'ın en kralı gelse sikseler karakterini, tarzını öyle taklit edemez. o kadar yeteneği varsa zaten ghostwriter olmaz gider bestseller yazar parayı kırar. amcamın zaten siyaset tarihi-ekonomi vs konulu başka kitapları da var. başlıkla alakasına doğru kırdık direksiyonu gidiyoruz şimdi.
rıjkov baba cicero'nun meşhur o tempora o mores lafını kitap bölümlerinden birine başlık yapmış. okumaya başlamadan önce şöyle bir göz gezdirdim, bir adet socrates, bir adet goethe alıntısı gözüme çarptı. anlattığı konuya cuk oturan alıntılar. bir yerinde bireysel toplum yapısına geçişin insanları yalnızlaştırması konusunda felsefe yapmış biraz, gençliğindeki komün tarzı apartman hayatını anlatıp nostalji yapmış falan. kitabın girişi bayağı profesyonel bir yazar gibi, çarmıha gerilme metaforuyla direkt girizgah yapmış, ağzım açık kaldı.
diğer vereceğim örnek: reaktör uzmanı, nükleer fizik profesörü alexander kalugin'le yapılan bir röportaj izledim, arka planda piyano var, notalar falan vardı açık. video kalitesi berbat olduğundan eserin ismini seçemedim ama nota aralıkları az biraz seçiliyordu, oradan rachmaninoff olduğunu tahmin ediyorum. diyeceğim piyano öyle süs mobilyası olarak durmuyor belli ki sürekli çalıyor amcam. fizik profesörü ve piyano normalde yanyana düşünülmez ama sovyet rusya'da gayet olağandı.
heriflerin sistemi böyleydi. totaliter rejimdir şudur budur, boktan rezil tarafları çoktu ama herifler yalınayak köylü çocuklarını alıp bu seviyeye çıkarıyordu monşer. zamanında atatürk'ün büyük bir vizyon eseri olarak kurduğu köy enstitüleri türkiye'de benzer şekilde köylü çocuklarını eğitip entelektüel seviyesi yüksek aydın öğretmenler olarak yetiştirip onlar aracılığıyla anadolu köylüsünün seviyesini yükseltecekti ama maalesef ömrü yetmedi ve ardılları sıçıp batırdı, biri işlevsizleştirdi, diğeri marshall yardımları karşılığı kapattı.
sovyetler ise eğitim hamlesini sistematik ve organize bir şekilde en ücra yerlere kadar götürdü. sibirya'da göçebe yaşayan kutup kabilelerinin bazılarını yerleşik hayata geçirmese bile okuryazar yaptı. mobil okullar, kütüphaneler yollayıp adamlara en azından okuma yazma öğretti, kitap dergi okuma alışkanlığı edindirdi. bildiğin çadırda yaşayan kutup ırkları var, okuma yazma bilmeyeni yok. en ücra köyde doğmuş insan büyük şehre gitmeden kaliteli bir mühendislik ya da teknik bir meslek eğitimi alabiliyordu mesela. yalınayak gezen fakir köylü çocuğu eğer yetenek sahibiyse gayet sınıf atlayıp yükselebiliyordu. rıjkov'u da kgb reisi andropov keşfedip siyasete sokmuştur mesela, kgb ajanları keşfettikleri vatana devlete sadık, zeki yetenekli gençleri rapor ediyordu bunun potansiyeli var diye. herifler ellerindeki insan kaynağını çok güzel değerlendiriyordu. amerika'da ne kadar süper zeki, yetenekli olursan ol diplerde doğduysan o kast sisteminin dışına çıkamazsın mesela. tek tük burs kazananlar sayılmaz, sistematik olarak yanlış yerde yanlış kastta doğanları alıp değerlendirme olayı yok kesinlikle. dışarıdan bol miktarda beyin göçü aldıkları için siklerinde de değil açıkçası. ne uğraşsın herif alabama'daki rednecklere, chicago gettosundaki siyahilere kaliteli eğitim götürmekle, fırsat eşitliği sağlamakla? dünyanın dört bir yanından tecrübeli, kalifiye beyaz yakalı göçmen yağarken kim niye masraf etsin?
sovyetler ise herkesi eğitip yontmak ve ellerindeki insan kaynağı potansiyelini değerlendirmek için kesenin ağzını açtı.
rıjkov teknokrattır mesela, meslek olarak vinç vs. tasarımı yapan makina mühendisidir ama adam socrates'ten goethe'den alıntı yapıyor, felsefe döktürüyor kardeşim. yazım tarzı, tasvirleri, metaforları kullanışı falan yüksek kültür seviyesinin yansıması tamamen. dünya kadar kitap okuduğu çok bariz. adamların siyasetçisi böyle, atom profesörleri çatır çatır rachmaninoff çalıyor, klasik müzik konserlerine gidiyor. profesöründen memuruna alayı bütün rus klasiklerini zaten hatmetmiş onu söylemeye bile gerek yok. sohbet arasinda konstantin simonov beyiti patlatır mesela, dostoyevski'den örnek verir. çernobil kahramanı valery legasov reaktörü patlatan yozlaşmış sistemi temelinden eleştirirken tolstoy romanından örnek veriyordu, anlatabiliyor muyum altan?
yani sormanız gereken soru türk insanında neden kültür ve sanat yoksunluğu olduğu değil, elalemde neden olmadığı ve bunu nasıl, hangi yöntemlerle çözdükleri. dünya çapında bu konuda zirve yapmış ve avrupalının en kralının bile halen yetişemediği sovyet rusya'ya bakacaksınız. rejimini, totaliterliğini falan siktir edip eğitim sistemini analiz edeceksiniz.
ek bilgi:
mevzubahis kitap yabancı bir dile çevrilmemiş, online aratınca rus kitap sitelerinde online versiyonları var. google books'ta e-kitap versiyonu var, onları google translate'le okumak mümkün olabilir ancak google translate zamirsiz cümlelerde saçmalıyor, kafasına göre zamir uyduruyor, kim ne yapmış ne olmuş kafa karıştırabiliyor. konu gidişinden bağlamdan anlaşılabilir sanırım. çernobil'i anlattığı kısım dikkate şayan. sovyetlerin dağılma sürecini devletin tepesinde mevki sahibi olmuş birinin perspektifinden okumak zaten oldukça ilginç. extended edition yapsın çernobil kısmına daha da detay eklesin, ingilizceye çevrilirse müşterisi çok. ekşi'de o kitaptan bazı kısımları çevirmiştim ama saçma sapan gündemin arasında kaynadı gitti, en kısa zamanda buraya da taşıyacağım, belki buradaki nezih ortamda kıymeti bilinir.
edit: başlık seçimi konusunda eleştiriler oluyor, ekşi'de mevcut bir başlıktaki tartışmalara cevaben yazmış olduğum giriyi buraya taşırken orijinal başlık ismini kullandım, başlık benim icadım değil.