bu başlık kişiye özel bir başlıktır
-
çok ağır bir depresyona girmiştim. Bu sefer kendi başıma çıkamadım. İlaçlar da hiç bir işe yaramadigindan doktorum ekt dedi. (Ekt ile genel anestezi altında beynine elektrik akımı verilen hasta epileptik nöbet geçirir, bu tekrarlayan nöbetler de beyinde bozulan kimyasal dengeyi yeniden sağlar. )
3 haftadır hastanede yatıyor- gün aşırı ekt alıyordum. Beynime elektrik yemek daha ilk bir kaç seanstan baslayarak beni kendime getirdi. en son çocukluğumda bu kadar iyi hissediyordum sanırım. (Bu iyilik halini ne kadar koruyacağımın üzerinde kocaman bir soru işareti duruyor. Bir de neden ekt gibi etkili bir seçenek varken uzun yıllar boyunca yokmuş gibi yapıldı anlamıyorum. )
hastanede yattigim üç hafta dolu dolu geçti. hiç olmadığım kadar dışarıya kendimi kapattığım bir donemde gelmiştim bu hastaneye. ama burada bir kaç insan tanıyınca güçlü arkadaşlıklar kurdum.buradaki En yakın arkadaşlarımın tamamı da depresyonla mücadele ediyordu. Hepsi benim gibi ekt alıyordu. Yani kader ortaklığımız da vardı. Ayrıca hepsi çok hassas, ahlak duyguları güçlü, karakteri sağlam insanlardı. şizofreni ya da diğer psikoz turevleriyle mücadele eden hastalar da vardı. Ama onlar daha çok kendi dünyalarında yaşıyordu.
aslında bir akıl hastanesi dünya üzerinde görüp görebileceğiniz en renkli yer. trajedi ve komedi arasındaki sınırlar giderek belirsizlesiyor, gündelik olarak öyle şeyler oluyor ki belirli bir duruma gülmek mi üzülmek mi gerekiyor bilmiyorsunuz. Genelde size komik gelen bir durumun arkasında bir trajedi olabiliyor. dikkatli olmak, kimseyi incitmemek gerekiyor.
neyse, kedilerimi çok özlediğim için daha fazla evden ayrı kalamadım. doktor 12 seansa tamamlamak istese de ben yeterli olduğunu düşünüp eve döndüm.
bu macera hiç bir birşeye yaramasa da kimlerin beni önemsediğini gösterdi. Hergun mesaj beklediğim insanlar ancak ben hastaneden çıkınca arayıp sorarken, hiç beklemedigim insanlar haftada bir ziyaretime geldi.
-
dün birisi, "abi kurban yaklaştı, kuzu keseceğğeen mi" diye sordu. bu kişi Hayvanlar konusunda hassas olduğumu hatta vegan olduğumu biliyor ama yine de soruyor.
normalde bu kafadaki insanlarla tartışmaya girmiyorum, çünkü hayvan hakları gibi bir konu dar kafalarının alabileceği birsey degil. ama dün öyle sinirlendim ki ağzıma ne geliyorsa söyledim.
bir kaç gün içinde yine dünyanın en büyük katliamlarından biri yaşanacak. bu aşağılık insan soyu güya sevap kazansın diye Oluk oluk kan akıtılacak, dereler, denizler kana bulanacak.
ortaya çıkıp da zulümdür günahtır, yapmayın etmeyin, merhametli bir tanrı zavallı bir hayvanın kanını istemez diye bağıracak bir müslüman yok mu!
eline bıçak almasa da zavallı bir hayvanın boğazından fışkıran kanı, derisinin yüzülmesini izleyip rahatsız olmayacak tanıdıklarım var.
Oluk oluk akan bu kandan, bu vahşetten, bu katliamdan sorumlu olduklarını unutup bu insanlara selam vermeye nasıl devam edebilirim?
nasıl yıllarca kendimi kandırıp "onlar da insan, ne yaptıklarını bilmiyorlar, suçlu din adamları" diyebildim? bunu küçük bir kusur olarak görüp hiç birşey olmamış gibi devam mı edeceğiz?
bir kaç gün içinde olanları bir yıl boyunca aklımda tutacağım.
-
bugün işyerinde oğlu ölümden dönen bir kadınla konuştum. bu seferlik büyük tehlikeyi atlatsa da oğlunun durumunun ciddiyetini koruduğunu, her an onu kaybetme ihtimaline karşı kendini hazırladığını ağlayarak anlattı. bu kadın yüzlerce çalışanı olan ve benim onlarcasını tanıdığım bir işyerinde belki de en iyi insan.
tanıdıklarım arasında bu konuda yalnız da değil. Etrafımda ne kadar iyi insan varsa hepsi az ya da çok önemli sayılabilecek bir sorunla boğuşuyor. tabi ki kötüler hep mutlu iyiler hep mutsuz değil, çok iyi insanların da mutlu olabildiğini gördüm. ama 35 yaşıma kadar çevremde gördüklerim bende iyilerin aleyhine bir dengesizlik olduğunu düşündürüyor.
belki kötüler kendi çıkarlarını daha iyi koruyor, başkalarını daha az umursuyor oldukları için aynı insanlık durumlarına maruz kalsalar da hiç değilse psikolojik açıdan daha az etkileniyorlar.
belki de iyi insanların acı çekmemesi yönündeki saçma kanaatimiz yüzünden iyilerin acı çektiğini görünce sinirlerimiz bozuluyor, kötülerin aci çekmesine ise zaten duyarsız olduğumuz için haberimiz bile olmuyor ya da kısa surede unutuyoruz. belki de gözümüze çarpan bu uyumsuzluk evrenin adil bir yer olması gerektiğine ilişkin hoş ama aptal inancımızdan kaynaklanıyor.
-
hiçlik bilinci tüm sorunlarımı yuttu. artık ufak büyük hiç bir sorun beni üzmüyor. düşmana/kadere en güçlü olduğu yerden saldırdım sonra da tamamen duyarsızlaştım.
seneca'nın söylediklerini çok iyi anlıyorum şimdi. kaderin üzerine yükselmekten bahsediyordu. bunu tam olarak yapamayacağım ortada. asla vazgeçmek istemediğim şeyler var. annem, babam, kedilerim. kader beni onlarla vurduğunda elbet yere serileceğim. ama sonra kalkacağım ve devam edeceğim.
bunun dışında kalan şeyleri ise kaderin önüne serdim. Çünkü kaybedecek şeylerin hepsini şimdiden kaybettiğimi varsayıyorum. bunları gerçekten kaybettiğimde zaten çoktan elimden çıkmış olacak.
hiçlik bilinci derken aslında bunu farklı bir anlamda kullanıyorum. kelimelerin anlamları ile oynamayı, bunu kendime uydurmaya sevmiyorum. ama hissettiğime yaklaşacak daha iyi bir ifade bulamadım. hiçlik bilinci bir yaratıcı ilkeyi, iyiliklerin kaynağı zaman ötesi bir gücün varlığını dışlamıyor.
böylece geçmişin yükünü, şimdinin hazlarını ve acılarını, geleceğin boş vaatlerini çöpe atıyorum. çünkü bunların hiç bir değeri yok, olmayacak. -
bu şehrin çirkin apartmanları, uzun beton blokları, kaldırımlara taşan arabaları arasında boğuluyorum.
gözlerim her yerde bahar aylarında betonlardan kafasını çıkaran yeşil otlar ve seyrek çiçeklenen ağaçları arıyor, inanın her güzel görünen doğa parçasına dönüp dönüp bakıyorum.
neyse ki betonla kirletilmemiş bir kaç yer biliyorum. bunların bir kısmı şehrin içinde küçük vadilere sıkışmış bir kısmı şehrin biraz çeperinde kalıyor.
dün şehir içinde kalan bu küçük vadilerden birine gittim. burayı geçtiğimiz yıl bahar ayında keşfetmiştim. Etrafını çirkin, yüksek apartmanlar çevrelese de uzun kavak ağaçları, kahverengi toprağı, üzerinde biten sarı çiçekleriyle gözlerimi doldurmuştu.
aslında burası önceleri yeşilliklerle dolu koca bir vadiymiş. ancak belediye o koca, insana huzur veren, bilmem kaç yıl orayı yurdu bilmiş koca yemyeşil ağaçları kesip, yerine dümdüz parklar yapmış, kestiği ağaçların üzerine de mezar bitkileri gibi, küçük, yapay, birbiriyle aynı boyda, belirli bir simetri ile seyrek fidanlar dikmiş. adet olduğu üzere bu parklara da çocuk oyun alanları, koşu yolu, oturma yerleri eklenmiş.
yine de vadide, insanın kirli elinin değmediği, katil iş makinalarının girmediği eski, gür, birbirinin içine girmiş ağaçlarının olduğu küçük bir bölüm kalmıştı.
dün bu bölümdeki ağaçların da bir bir kesilmiş olduğunu gördüm. kahverengi toprak da çakıl benzeri taşlarla dolmuş. inanın geçtiğimiz sene gördüğümde beni duygulandıran rengarenk çiçekler bile küsmüş gitmiş.
neden yaptılar bunu? çirkin, yapay bitkilerle, çocuk parkları, çirkin havuzları ile süslenecek uyduruk bir park için mi? Yoksa bu parkları yapacak katil inşaat firmalarının ve onun belediyedeki suç ortaklarının
karı için mi?
işte böyle böyle, şehir içinde beton blokların arasına sıkışmış son doğa parçalarını ya mide bulandıran iğrenç apartmanlarla ya da çirkin yapay parklarla değiştiriyorlar. -
kötü insanlara da iyi davranmam gerekir mi?
gerçi İnsanları iyiler ve kötüler diye ikiye ayırırken hangi tarafta kaldığıma da zaman zaman emin olamıyorum, kendimi çok sık yargılıyorum.
ama içimde sadece bir parçacık bile iyilik varsa bunu kötülere bonkörce dağıtmak akıllıca olmasa gerek. insanın İyilik haznesini doldururken bir yandan da elinde mevcut olanı doğru kullanması daha iyi olmaz mı?
eskiden ."kötü insanlara bile iyi davranmak gerekir, o kendi kötülüğünden ben kendi iyiligimden sorumluyum." derdim. şimdi bu düşünceyi pek beğenmiyorum.
çünkü "sana vurana öbür yanağını çevir" ilkesi iyilerin kanını emerken kötüleri cesaretlendiriyor gibi geliyor artık bana. kötüleri koruyup iyileri cezalandıran bu ilkenin kendisinin bir kötü niyet ürünü olup olmadığından da şüphe ediyorum.
Kıssasa kısas ilkesini ise hiç bir zaman savunmadım. Ama Zaten buradaki konu kötülük yapana kötülük yapmak(kıssas) değil kötülük yapana iyilik yapmak (öbür yanağını çevirmek).
iyilere iyi davranmak gerekir elbet. peki iyi insanlara yapacağımız iyiliğin bir sınırı olmalı mı? burada fedakarlık kavramı gündeme geliyor. çünkü iyi davranmakla fedakarlıklar yapmak aynı şeyler değil. Fedakarlık çok daha fazlasını içerir gibi görünüyor. Çünkü Fedakarlık yaparken kendinizden de birşeyler eksilir, bu da daha üst bir iyilik.
durum buysa iyi insanlara fedakarlığa varan iyilikler yapmakta bir sınırımız bir ölçütümüz bir terazimiz olabilir mi?
mesela "Fedakarlık yapmam için bir insanın iyi olması yetmez, eğer benden eksilip ona eklenecek birşey varsa o kişi benden iyi olmalı, bu durumda ben sadece benden daha iyiler için fedakarlık yaparım" diyebilir miyim?
peki iyilik bu türden aritmetik hesaplarla yapılabilir mi? içinden geliyorsa yap iyiliğini gitsin demek daha doğru değil mi?
muhatabının ne kadar iyi olduğunu bilmeden salt spontane yapılan iyiliklerin amacına ulaşacağından kuşkuluyum. ama muhatabın iyilik derecesini kesin olarak bilebilecegimizden daha da kuşkuluyum. belki de o kişi sizin göremediğiniz bazı nitelikleriyle her türlü fedakarlığı hakediyor.
bunlar kısmen ya da tamamen yanlış düşünceler olabilir. kesinlikle doğru davranışın pusulası benim elimde değil. ama hayat yanıldığımı gösterene kadar, sadece iyi insanlara iyi davranacağım. konu fedakarlığa gelince bu daha özenli bir seçimi gerektirse de sadece benden iyiler için değil iyi olduğunu düşündüğüm (ama bunun derecesini bilmediğim) herkes için birşeyler yapmak isterim.
yetişkin insanlar bir kenara, çocuklar ve hayvanlar, iyiliğin ve fedakarliğın koşulsuz olarak yönelmesi gereken varlıklar. bunu da aklımda tutacağım. -
etrafımızda genelde bize benzeyen insanlar olur. çünkü değer verdiğimiz niteliklere sahip oldukları için onları kendi çevremize biz dahil ederiz. arkadaşlık denen şey de en temel ilkelerde uzlaşmaktır zaten. Yakın çevremizin güvenirliğine bir istisna belki çalıştığımız yerler olabilir ancak burada da kimse kendini kolay kolay ele vermez, eğer vermişse o kişiler de arkadaşlık çemberine dahil olur ve yine temel ilkelerde anlaşırsınız.
işte tam burada insanlığın geri kalanının da yakın çevrenizdekiler gibi olabileceğini varsayma hatasına düşersiniz. çünkü insan denen şeyin ne olduğuna dair bilginiz kendi kısıtlı çevrenizdeki az sayıdaki insandan edindiğiniz eksik görüşe dayanmıştır.
internet ortamı bizi bu yanılsamadan kurtarır. insanların ne kadar dar görüşlü, ne kadar ahmak, muhakeme etme becerileri ne denli zayıf, nezaketten, anlayıştan, iyilikten, iyi niyetten ne denli uzak olduğunu görürsünüz. insanlığa bakışınızın hayatınıza giren bir kaç iyi insan tarafından çarpıtıldığını farkedersiniz. hatta hayatınıza giren insanlar ne kadar iyiyse internet ortamında o kadar dehşete düşer, o kadar Çok şaşırırsınız.
-
bir eser, yapıt ya da metin neden anlaşılmaz?
bunun bir nedeni kendi yetersizliğimiz olabilir. eğer okuma yapılan alanda altyapımız zayıfsa bir metni anlamayı zor bulabiliriz. temel bilgilerin önceden edinilmesinin zorunlu olduğu teknik ve mesleki eserler özellikle bize yabancı bir dilden konuşur. bu yüzden belirli bir uzmanlık alanındaki eserleri ya hiç elimize almamalı, ya da mutlaka bu alanda da bilgi sahibi olmak istiyorsak, öncelikle temel nitelikteki başvuru kaynaklarından işe başlamalıyız. aslında bu teknik ve mesleki nitelikteki eserler kadar felsefe eserleri için de geçerlidir. daha zor anlaşılır olan eserlere el atmadan önce temel kavramları özümsemeli, alan hakkında genel bir fikre sahip olmalı, başlangıç niteliğindeki temel metinleri okumalıyız.
bir metni anlamayı güçleştiren bir diğer neden zeka ve kavrayış gücümüzün sınırlılığı olabilir. bir eser ne kadar yalın ve anlaşılır bir dilde yazılırsa yazılsın, ne denli olağanüstü fikirleri aktarıyorsa aktarsın bunlar bir budalanın yavan zihnine giremeyecektir. çünkü büyük fikirler insanların çok küçük bir azınlığı tarafından idrak edilebilir. zaten insanların çok büyük bir bölümü büyük hakikatlerle ilgilenmez. onları sınırlı çevrelerinde cereyan eden önemsiz olaylar meşgul eder. sadece büyük hakikatleri tanımaya önceden yatkınlığı olan, düşünen, sorgulayan bir kafa bu türden fikir ve sanat eserlerini bütün boyutlarıyla değerlendirebilir.
bunlar metnin anlaşılmazlığının öznel yani bizden kaynaklanan sebepleri. bir de metnin anlaşılmasını imkansız kılan nesnel sebepler var.
bazı yazarlar zor anlaşılır olmayı bir üslup meselesi olarak görüyor. yeni kavramlar icat etmeyi, dilbilgisi kurallarını hiçe saymayı, kelimeleri bilindiği anlamı dışında kullanılmayı meziyet sanıyorlar. bu yazarlara fikirlerini açık bir dille, herkesin anlayacağı şekilde dile getirmek zor geliyor.
bir de fikri sefaletlerini anlaşılmazlık örtüsü altında gizleyenler var. çok şey söylüyorlar ama hiç birşey anlatmıyorlar. bu yazarların okunmaya değer tek bir fikrinin olduğunu sanmıyorum. sadece üslup hokkabazlığı yaparak büyük yazar olduklarını gösterme derdinler. denebilir ki, büyük fikirler çocukların kullandığı lisanla aktarılamaz. bu doğru değil, büyük hakikatlere işaret eden fikirler ne kadar karmaşık olursa olsun yalın bir şekilde aktarılabilir. sadece anlaşılmak için yeterli çaba göstermeniz gerekir. ama fikirleriniz yeterince açık değilse diliniz de kaçınılmaz olarak muğlaklaşır.
anlaşılmazlığı bir üslup tercihi olarak gören yazarların en ünlüsü sanırım hegel. aradan 250 yıl geçmesine rağmen hala hegelin gerçekte ne demeye çalıştığı üzerine tartışmalar yapılıyor, kitaplar, makaleler yazılıyor. insanlar da bu anlaşılmazlık karşısında adeta büyüleniyor. sanılıyor ki hegel'in ele aldığı konular insan zihninin erişimine kapalı, fikirleri insanların anlamayacağı yücelikte, bu yüzden anlaşılmaz olması kaçınılmaz. (bu eserler hiç bir zaman anlaşılmayacaksa neden yazılmış ki?) halbuki hegel ile aynı konularda yazan pek çok filozof fikirlerini oldukça anlaşılır yazabilmiş. demek ki meselenin ele alınan konunun zorluğuyla da bir alakası yok.
sadece profesyonel felsefeciler arasında değil sıradan yazarlar arasında da zor anlaşılır olmak bir meziyet olarak görülüyor. hatta interaktif sözlüklerdeki felsefe başlıklarında yazanlar ne kadar bilgili, ne kadar entelektüel ne kadar ulaşılmaz olduklarını göstermek için özellikle anlaşılmaz bir dil kullanıyor. bir keresinde ekşi sözlükte takip ettiğim bir felsefe başlığında bütünüyle anlaşılmaz bir yazı okudum. yazının belli kesitlerinden alıntı yaptım ve bütün iyi niyetimle yazara ne demek istediğini sordum. ilgili bölümleri açıklığa kavuşturmak için yazdıkları ilk yazdığı yazıdan bile daha karmaşık bir üsluba sahipti. o anda anladım ki bu yazarın düşünceleri de yazdıkları kadar muğlak.
önceden zor anlaşılan eserlerdeki fikirleri hiç değilse bu fikirlerin ana hatlarını anlamak için saatlerce uğraşırdım. zannederdim ki, eser anlaşılmaz ise bunun sebebi benim zihinsel yetersizliğim. sonra fark ettim ki, çok az insan bu metinleri anlıyor. anladığını söyleyenler de aynı metinden birbiriyle çelişkili anlamlar çıkarıyor. demek ki bunların da çok büyük bir bölümü okudukları şeyi anlamıyor-sadece anladığını sanıyor.
bu yüzden bir yazar anlaşılmak için hiç bir çaba göstermemişse ben de anlamak için hiç bir çaba göstermiyorum artık. çünkü benim de vaktim değerli, okumaya ayırdığım zaman kısıtlı ve birşeyler okurken iyi vakit geçirmeye hakkım var. -
insanlık durumuna ilişkin bir kaç basit önerme:
-insanların bir çoğu birbirine benziyor, farklılıklar genelde ayrıntılarda. ayrıntılar tatmin etmiyor o yüzden sıkılıyorsun.
-insanlar gerçekten önemli konulara önem vermiyor. en önemsiz konulara ise hayatlarını adayabiliyor.
- insanlar melek de değil şeytan da. sadece kendi temel esenliklerini herşeyin üzerinde tutan bencil hayvanlar. temel motivasyon hemen her zaman bencil güdüler. insanlar arasında bencilliğin bu kadar güçlü ve yaygın olması evrimin işleyişi ile ilgili olsa gerek.
-insanlar önemli fedakarlıklar gerektirmediği zaman oldukça iyi olabiliyor aslında. normal zamanlarda çoğu insan yardımsever, nazik, anlayışlı, cömert. ama bu iyilik gösterilerinin dayandığı bir sınır var: ne zaman büyük çıkarlar tehlikede olursa, iyilikler kolayca feda edilebiliyor.
-insan ilişkilerinde beni en şaşırtan şeylerden birisi, ne zaman insanlara elimden geldiğince iyi davransam benden uzaklaşmaları, ne zaman da onlara yönelik kayıtsız ve soğuk bir tutum benimsesem beni daha çok sevmeleri oldu.
otuz yaşından beri insanlara epey mesafeliyim. tam tersi olması gerekmesine rağmen beni daha çok seviyor insanlar. hatta kadınlar arasında bile 20'li yıllarda hiç olmadığı kadar seviliyorum. bu insan ilişkilerinde başarılı olmak isteyen birileri için iyi bir strateji olabilir ama ben bu oyunu sevmiyorum. soğuk ve mesefeli olduğum için insanların gözünde değerimin artması beni insanlardan daha da soğutan ve uzaklaştıran şeyin ta kendisi oldu. -
acıdan bilincimi kaybettiğim günden bu yana iki hafta geçti. iki haftadır sürekli hastanelerdeydim. bir yandan acıdan kıvranırken diğer yandan bir dolu aksilik ve sinir bozucu şey yaşadım.
-bayılıp acile kaldırıldığımdan beri morfin ve afyon türevi diğer yeşil reçetil ağrı kesiciler de dahil pek çok güçlü ilaç verildi ama bu acılarımı azaltmadı. üç gün üst üste uyuyamadım. daha sonra da bir kaç saat sadece. uykusuzluk ağrıyla beraber psikolojimi alt üst etti.
-iki haftadır sürekli hastanelerdeyim. ilk emarımda teknik bir hata olduğu için bir kaç gün sonra tekrarlandı. sırt üstü uzanmak ağrılarımı dayanılmaz ölçüde arttırdığından bu sırada çok zorlandım.
-ikinci mr sonucu çıkınca bu sefer de tomografi istendi onun için de bir kaç gün sıra bekledim. (hepsinin aynı anda istenseydi belki herşey çabuklaşırdı.)
-şehir hastanesinde o halde her gittiğimde en az beş altı kilometre yürüdüm. koca hastane, o oraya gönderiyor öbürü oraya. mr ve tomografi cdleri için iki defa yanlış yere yönlendirdiler.
-şehir hastanesinde kimden randevu aldığınızın bir önemi yok genelde asistanlar bakıyor. hoca en son emar sonuçlarında son aşamada seni görüyor. asistanlar bilgisiz ve çok fazla hasta olduğu için ilgilenemiyorlar.
-asistanlar rapor yazamayacağını söylediler, hocaları yetki vermemiş rapor için. acıdan bayılmışım iki defa acile kaldırılmışım, kolum felç gibi boynumda dayanılmaz ağrılar ve ben o halde işe gidip izin yazdım.
-acile kaldırıldığım günden beri ısrarla kortizon verilmesini talep ettim. zerre kadar tıp bilgim yok ama fıtığın inflamasyona onun da sinir basısına neden olduğunu biliyordum. madem bunca ağır ilaç veriyorsunuz bir de kortizonu deneyin diye çok ısrar ettim kimseye dinletemedim. iki hafta sonra emar ve tomografi sonuçları çıkıp bilmem kaçıncı defa doktora çıkınca doktor şu aşamada ameliyat düşünmüyorum kortizon yazıyorum o inflamasyonu dağıtacak sinire baskı kalkacak ve rahatlayacaksın rahatlamazsan o zaman ameliyat diyor. kortizon gerçekten de ilk dozunda beni kendime getiriyor. bunca tetkik, koşturmaca, algoloji, fizik tedavi ve beyin cerrahları arasında koca hastanede iki hafta mekik dokuduktan sonra benim en başta istediğim kortizonu yazıyorlar ve inflamasyon dağılır dağılmaz rahatlıyorum. bir kortizon sorunu çözüyorsa iki hafta süren bu işkencenin nedeni neydi?
***
bu süreçte en fazla canımı sıkan da hastane sıralarında insanların araya kaynamasıydı. birşey soracağız diye giriyorlar on beş dakika çıkmıyorlar. abarttığımı düşünebilirsiniz ama önümde her seferinde on beş kişi varsa bir beş on kişi de araya kaynadığı için bekliyordum. sırası gelmeden her girene bağırdım. en sonunda kavga çıkaracak aşamaya geldim. şu halimle hastane koridorlarında kavga edecektim.
bu bencil, izansız gürühun utanması yok. ben ben ben. benim sorunum çözülsün, diğerleri beklesin umrumda değil. orada trafik kazası geçirmiş boynunda kırık olan kadın bekliyor, acıdan kıvranan ben bekliyorum, beyin kanaması geçirmiş yaşlı amca bekliyor ama hiç bir acil durumu olmayan sapa sağlam insanlar sıralarını beklemeden araya kaynıyorlar.
doktorlar nasıl sırası gelmeyenleri kabul edebiliyor gerçekten hala çözebilmiş değilim. içeride ne söylüyor da bu uyanıklar kendilerini sıraları gelmeden muayne ettiriyor bunu çok merak ediyorum.
hele bir adam vardı, adam en az beş kere girdi. her girdiğinde de on dakika içeride kalıyor. her girişinde laf ediyorum gülüyor.
bazen başka hastanın adı yanınca kapının dibinde beklediklerinden erken davranıp giriyorlar öbür hasta şaşırıp kalıyor bazen de iyice peravsızlaşıp hasta içerideyken giriyorlar.
bir de bunların kibarca birşey sorabilir miyiz diye sorup girenleri var. sanki rica edince fırsatçılığı daha affedilir oliuyor. onlara da hayır soramazsınız diyorum. sanırım hiç bir şey bencillik ve kurnazlık kadar sinirimi bozmuyor. -
insanın 30 yaşına gelince geçmişin bir muhasebesini yapması gerekiyor bence. neden 29 değil de 30 bilmiyorum ama aşağı yukarı bu dönemde geçmişin hatalarını şöyle bir görmek gerekiyor.
ben bu değerlendirmeyi üç dört yıl gecikmeyle yapabildim. bu gecikmeyi kendi çocukluğuma ve ilk gençliğime biraz uzaktan bakabilecek olgunluğa uzun bir süre ulaşamamış olmama bağlıyorum.
gerçi bu şimdi olgunlaştığımın garantisi değil, ama son bir yıldır, bu gençlik yıllarına belirli bir mesafeden bakabiliyorum, hatalarımı yargılayabiliyorum, ne kadar çok tuzağa düştüğümü görebiliyorum. sanki bir yerlerde kişiliğimden bir kopma oldu ve mitoz bölünmeyle (bu ifade için bağışlayın ama daha iyisini bulamadım) bende farklı bir birey oluştu, sonra oluşan birey önceki salağı yargılıyor... acaba herkes hayatının bir döneminde bu duyguyu yaşar mı?
geçmişteki hatalarım (ki bunların tamamı salaklıklarıma indirgenebilir) yüzümü ekşitse de değişmiş olmak bazen beni mutlu ediyor, çünkü bugün aynı hataları tekrarlamamak gözüme bir başarı gibi görünüyor. bir insan daha kötüye değil de daha iyiye gidiyorsa, daha ne ister ki?
bu değişim ahlaki düzeyde bir olgunlaşma anlamına gelmiyor. çünkü eskisine göre ne daha iyiyim ne daha kötüyüm. sadece eskisi kadar heyecanlı, tutkulu, aceleci ve saf değilim ki bunlar başıma çok iş açmıştı. -
okb en basit formunda çok küçük yaşlarımda başladı. ortaokul yıllarında bir ara çok şiddetlendi. kafamdaki takıntıları dengelemek için sınıfta herkesin ortasında kompulsif hareketler yapıyordum. sıraları belli hizaya getirmek, prizleri kontrol etmek, televizyonu belirli konumda tutmak gibi şeyler. Bir ara o kadar yoğunlaştı ki bu takıntılar neredeyse yürüyüşüm değişti. Açıkçası tuhaf davranan bir çocuktum.
Normalde böyle garip davranışlar sergileyen bir çocuk diğerlerinin zorbalığına maruz kalır. Ama ben hiç bunu yaşamadım. Çünkü sıska görünüşüme karşın yaşıma göre çok güçlüydüm ve bunu diğer çocuklara çeşitli şekillerde kanıtlamıştım. Zaten o yaşlarda erkek çocuklar arasında hiyerarşiyi belirleyen iki şeyden birisi fiziksel güçtü.
eğer bu "koruyucu kalkanlarım" olmasaydı, acaba yaşıtlarım tarafından kim bilir ne kadar itilip kakılacaktım, bütün bunlar benim zaten çok hassas dengeler üzerine oturan psikolojimi kim bilir daha ne kadar bozacaktı...
Elbette bugün kaba güç -zaten bende ne kadarı kaldı bilmiyorum- yetişkinler arasında o kadar belirleyici değil. Ama en iyi eğitimli insanlar arasında bile en az onun kadar kaba başka belirleyici güçler var. Mesela saygı ve nezaket, zaafları görmezden gelmekse eğer yetişkinler arasında hiç birşey bunu statü ve zenginlik kadar iyi sağlayamaz. Gelgelelim ben ne birine ne diğerine sahibim. yine de insanların sahte nezaketini görünce bazen başka türden koruyucu kalkanlara sahip olup olmadığımdan şüpheleniyorum.
Gerçi Okb'nin dışarıya yansıyan belirtileri tamamen kayboldu ama itici bir melankoliğin (bazen çekilmez bir depresifin) tüm tuhaf formlarını sergiliyorum.ve hala biliyorum ki İnsanların bana iyi davranıyor görünmesi beni sevmelerinden ya da bu halime üzülmelerinden falan kaynaklanmıyor.
Peki Hiç mi gerçek sevgi, gerçek dostluk, gerçek aşk, gerçek bir sempati yok bu dünyada? Var ama istisna olarak. Kim bilir nerede ve hangi zamanda.
İnsanlık durumuna ilişkin gerçekten iç karartıcı bir tablo.
-
son bir haftadır geceleri çok zor geçiyor. Korkunç bir nefes darlığı yaşıyorum.
Önceden de oluyordu ama bu kadar şiddetli olmadığı ve kısa sürdüğü için üzerinde pek durmuyordum. Aslında bu hikaye çok daha eskilere dayanıyor: daha çocukken astım atakları geçirdiğim ve kronik bronşitli olduğum bir dönemim olmuştu.
Son bir yıldır kendimi mental o kadar yıprattım ki uzun zamandır uyuyan bu hastalık yeniden uyandı.
Ağrıya, acıya, gündelik hastalıklara dayanma gücüm var. Ama şiddetli ve uzun süren bir nefes darlığı hiç birine benzemiyor. Bir gece öyle kötü oldum ki, bir ara intihar etmek bu boğulma hissinden kurtumanın tek makul yolu gibi gözüktü. Kendimi benzer sıkıntılar yaşayan seneca'nın sözleriyle avuttum: "acı çok şiddetli olursa uzun sürmez çünkü o zaman insanı öldürür, çok şiddetli olmazsa uzun sürebilir ama buna katlanmak zor olmaz." Açıkçası nefes darlığının bu kadar acı verebileceğini tamamen unutmuşum. Bunun en kötü tarafı da uzun sürdüğünde buna bir panik duygusunun eşlik etmesi. Çünkü bir türlü kendinize gelemiyorsunuz ve bu nefes darlığı artık hiç geçmeyecek gibi tuhaf bir düşünceye kapılıyorsunuz.
-
aylar sonra biraz mutlu olunca aklıma hayatımın en mutlu anı geldi. bununla ilgili yazacağım şimdi.
(başka başlıklarda kafa ütülememek için gerekli özeni gösteriyorum. Okunmaya değer şeyler ortaya çıksın diye dikkatli yazıyorum. Ama değil mi ki benim kişisel başlığım altını istediğim gibi kirletebilirim herhalde. Nevrotik saçmalıklarımdan sıkıldıysanız başlığımı engelleyiniz lütfen.)
üniversite ikinci sınıftı. Artık çekingenliğimi üzerinden atmış, çok fazla özgüven kazanmıştım. (Sanırım bir daha hiç bir zaman böyle olamadım.) Derslerde sık sık söz alıyor, hocalarla tartışıyor, yer yer onları eleştirme cesareti bile buluyordum. bu ucuz numaraları yutar gibiydi insanlar ya da bana öyle geliyordu. kendi arkadaş gruplarımda alfa olmuştum bile.
Ama bununla yetinmiyor yeni arkadaş gruplarına giriyor, fikir kulüplerinin söyleşilerine katılıyor fikirlerimi cesaretle savunuyordum. bu özgüvenin benden nefret edenlerde bile bir çeşit saygı uyandırdığını hissediyordum. (O yıllardan öğrendiğim bir ders de altı doldurulsun ya da doldurulmasın insanların özgüven karşısında büyülendiğiydi.)
bu arada her gece dışarıda içiyor ve yeni birileriyle tanışmaya çalışıyordum. bir gece bir arkadaş grubunda bir kıza bir kaç dakika içinde aşık oldum. (Ben yirmi yılda bir aşık olan biriyim normalde) beklenileceği üzere Kıza yanaşmakta hiç bir tereddüt göstermedim. ertesi gün bahar şenlikleri vardı. en sevdiğim gruplardan kargo sahne alacaktı. Ona "en sevdiğim grubu beraber dinlemeyi" teklif ettim. kız çok soğuk davrandı, bahane bile söylemeden gelemem dedi sonra ekibe sonradan dahil olan bir tane çekik gözlü bir oğlanla konuşmaya başladı.
bu kızı daha sonra kargo konserinde o çekik gözlü japon askeriyle gördüm. Çok büyük hayal kırıklığı yaşadım. Uzaklaştım onlardan. Bütün özgüvenim, kendi ellerimle ince çubuklarla inşa ettiğim bütün o içi boş, sahte özgüvenim bir anda çöktü. bu benim için çok büyük bir yıkımdı, çünkü aşık olmuştum.
konser başladı. Bu sırada çok garip bir şey oldu. bir kaç dakika içinde hayatımın en mutlu anını yaşadım. Yeni birini falan bulmadım. Sadece kendimi konsere verdim. bu hayatımın en mutlu anıydı...
bugün bir parça mutlu olunca aklıma bu konser geldi işte. -
sanki doğa bizde mevcut olan bir eksikliği başka bir fazlalıkla telafi ederek dengeyi sağlamaya çalışıyor gibi.
bir duyusunu kaybedenlerde diğer duyuların keskinleşmesine benzer bir şekilde, doğuştan bazı eksikler de hemen her zaman başka fazlalıklarla dengeleniyor.
bu eksiklikleri dengeleme süreci sınırlı sayıda bir kaç nitelik üzerinde değil diğer özelliklerin bütünü üzerinde dengeli bir artış şeklinde kendini gösteriyor genelde.
benim de doğuştan eksikliğini hissettiğim çok fazla şey var. Ama bunların eksikliğini dengeleyecek şeyler başka kişilerdekinin aksine bende sadece tek bir değişken üzerinde yoğunlaşmış. yani doğa çok sayıda şeyin eksikliğini bende sadece bir nitelik üzerinden telafi etmiş. (bunu nereden mi biliyorum? Bu kadar eksikliğe rağmen başka hiç bir becerimin ortalamanın çok üstünde olmamasından.)
dediğim gibi, dengenin eksi tarafındakiler zaten çok uzun bir liste oluşturuyor, bunların telafi edildiği pozitif niteliklerim ise sadece bir tane. Bu öyle çok işime yarayan bir şey de değil. zeka ve zihinsel üstünlük gibi gerçekten değer verdiğim özellikler üzerinde artan bir yoğunlaşma olmasını tercih ederdim ama durum bu değil.
buraya kadar okuyacak kadar sabırlı olanlar varsa eğer, bendeki bu fazlalığın ne olduğunu soracaktır. Bendeki bu fazlalığın adı sezgi. Niyetler daha davranışlara dönüşmeden bunları çoğu zaman ve pek çok insanın yaptığından daha isabetli bir şekilde öngörebiliyorum. bu altıncı his gibi gizemli bir yeti değil. Bu mekanizmanın nasıl işlediğini bilmiyorum. Sadece bilinç altımdan bilinç yüzeyine çıkan bir farkındalık bu. Bilinçaltım, belki ben daha ne olduğunu anlamadan küçük ayrıntılara dikkat ediyor ve bunlardan büyük ve gerçekçi sonuçlar çıkarıyor, nasıl oluyor gerçekten bilmiyorum. Ama bu yeti sayesinde insanların niyetleri daha davranışlara dönüşmeden bunları çoğunlukla dolaysız bir şekilde öngörebiliyorum.
bu büyük hayalkırıklıkları yaşamamı engellese de ne mutlu olmamı garanti ediyor ne de insan ilişkilerinde başarılı olmamı. ama yine de herhalde pek çok aldanıştan bunun sayesinde kurtulmuşumdur.
Aklım genelde bu sezgileri ön yargı diye bir kenara atma eğiliminde. ama aklımın insanlarla ilgili yargılarında bir kez olsun haklı çıktığını görmedim. ilk baştaki sezgilerim neyi işaret ediyorsa gerçek her zaman buydu. Artık insan ilişkilerimde aklıma mı sezgilerime güvenmem gerektiğini çok iyi biliyorum. Zaten artık aklım da artık bana sezgilerine güvenebilirsin diyor.
-
depresyonun nedenleriyle ilgili daha önce ilgili başlığa bir kaç kere yazmıştım. burada biraz daha ayrıntıya gireceğim.
-genetik sebepler : uygun çevresel koşullar altında genetik yatkınlığı olan insanların depresyona girme riski çok yüksek.
peki depresyon geni diye birşey var mı? depresyonun biyokimyasal, yapısal veya hormonal bir dengesizlikten kaynaklandığı doğruysa gerçekten ebeveynlerden çocuklara depresyona zemin hazırlayan mekanizma doğrudan aktarılıyor olabilir, aynı belirli kronik rahatsızlıkların bir ailede nesiller boyunca kendini tekrar etmesi gibi. ama bir ihtimal daha var: ebeveynlerimizden sadece biyolojik özelliklerimizi değil, belirli kişilik özelliklerimizi de genetik olarak devralıyoruz, bu özellikler aynı ebeveynlerin çocuk yetiştirme modeliyle daha da pekişiyor. belki de bizi depresyona sokan genetik olarak devraldığımız, eğitim süreciyle de pekişen kişisel özelliklerimiz.
o halde şimdi hangi kişilik özelliklerinin depresyona yatkınlığı arttırdığını bulmamız gerekecek.
-kişilik özellikleri: bu konuda okuduklarım, kendi çevremde ve kendimde gördüklerimle uyuşuyor. majör depresyon sadece belirli kişilik özelliklerinin bir kombinasyonuna sahip olan insanlarda görülüyor.
şimdiye kadar ağır depresyon geçirmiş bütün tanıdıklarım, genel olarak içe dönük, odaklanmış bir benlik algısına sahip, aşırı düşünme sorunu olan insanlardı.
depresyona zemin hazırlayan ve büyük ölçüde genetik olduğu söylenebilecek bir diğer özellik de zeka.(bu arada yanlış anlaşılmasın, burada kişisel bir şeyden değil genel eğilimlerden bahsediyorum, yoksa zeki olduğumu falan ima etmiyorum. yatkınlık yaratan diğer kişisel özelliklerim yeter de artar bile.) zeka ve depresyon ilişkisi yıllarca üzerinde çalışılmış bir konu. Örneğin, metodolojisi bir parça tartışmalı bulunsa da, bir araştırmada toplumun en zeki yüzde ikilik kesiminin majör depresyondan muzdarip olma ihtimalinin yaklaşık yüzde kırk olduğu tahmin edilmiş. toplumun genelindeki depresyon oranları düşünüldüğünde, bu oran, zeka ile depresyon arasında en azından bir korelasyon olduğunu gösteriyor. tabi her zeki insan depresyona girmiyor ya da her depresyona giren zeki değil. depresyonun oluşumu için uygun faktörlerin doğru kombinasyonunun oluşması yeterli. yine de zeka ve majör depresyonun hem başlangıcı hem de şiddeti arasında bir bağlantı var gibi gözüküyor. bu bağlantıdan ilave bir sonuç da çıkarabiliriz belki: depresyonu zekanızla yenemezsiniz. tam aksine, ortalamanın üzerindeki bir zeka depresyon özelinde işleri daha da zorlaştırabilir.
eşlik eden başka mental sorunlar:
saf depresyon nadir görülüyor. depresyona genellikle başka mental sorunlar eşlik ediyor. her türden mental rahatsızlık depresyona zemin hazırlayabilse de depresyonla en çok beraber görülenler kaygı bozuklukları. bunun nedeni beynin aşırı zorlanması olabilir. yanlış anlaşılmasın aşırı zihinsel zorlama depresyona sebep olmaz, öyle olsaydı teorik konulara kafa yoran insanlar depresyona girerdi. ancak mental zorlanmaya konu olan düşüncelere genelde hoş olmayan duygular eşlik eder. Olumsuz düşünceler, olumsuz duyguları beraberinde getirir, olumsuz duygular da olumsuz düşünceleri daha da artırarak bir geri besleme döngüsü yaratır. depresyona yakalanmanız için bu döngünün uzun bir süre işlemesi gerekir.. (gerçi kaygı bozukluklarının da genetik bir kökeni var, bu da bizi bu hastalıklara zemin hazırlayan kişisel özelliklere geri götürecek ve konu dağılacak, o yüzden burada duruyorum.)
çevresel faktörler: çocukluk dönemi hem beynin hem zihnin temel parametrelerinin oluştuğu dönem. bu dönemde kazanılan özellikler kolay kolay değişmiyor. disiplinli bir eğitimin doğuştan hassas bir çocuğun mental kodları üzerinde yıkıcı bir etkisi olabilir. Ayrıca hangi sebeple olursa olsun zor bir çocukluk dönemi geçirdiyseniz ileriki yaşlarda depresyonu büyük ölçüde garantilersiniz.
büyük yaşam olayları: mesela sevilen bir yakının, şok etkisi yaratan ölümü. en kötüsü de sanırım evladını kaybetmek. bu tarz trajediler yukarıda analiz ettiğim özelliklere ve arka plana sahip olsun olmasın herkesi bir süreliğine depresyona sokabilir. ancak uygun bir altyapıya sahipseniz, bir daha asla kendinize gelemeyebilirsiniz.
***
depresyonun nedenlerini iyi kötü kavradık diyelim. Bu ne işimize yaradı?
Eğer depresyonun nedenleri aynı zamanda depresyonu sürdüren nedenlerse mekanizmayı anlamak çok önemli. bunlar değiştirilebilir nitelikteki şeylerse bunlar üzerinde çalışabilirsiniz. depresyon büyük ölçüde kader olabilir. yine de yatkınlık yaratan bazı özellikler sonradan değiştirilebilir gibi görünüyor. -
çocukken hepimizin az çok birbirine benzediği ve bireysel özelliklerin ergenlik yıllarından başlayarak edinildiği söylenir.
bu benim için de doğru ama bugün beni ben yapan bazı özelliklerin ilk belirtileri çocukluk yıllarımda da vardı sanki.
yalnızlığa eğilim, gurur, sıkılganlık, aidiyet sorunları ya da daha ilkel şekliyle kendini bir yere ait hissedememe, mesafeli mizaç... hatta aşırı düşünme sorunumun bile ilk belirtileri vardı.
bunlar belli ki genetik olarak aktarılmış. (çevresel etmenleri eledim, çünkü sıradan bir çevrede yetiştim, olağan üstü bir travmatik olay yaşamadım.) ama genetik akışın sağlandığı iki kanalı da yakından tanımış olan anneme benim kişilik özelliklerime sahip anne ya da baba tarafında birilerinin olup olmadığını sorduğumda kesin bir hayır cevabı alıyorum. bu tuhaflıkların nereden çıktığını anlamıyormuş. ben de anlamıyorum zira kalabalık sülalemde benim arızalarıma ya da bunları uzaktan da olsa andıran özelliklere sahip tek bir insanın bile olmadığını gördüm.
bunlar kötüye işaret, çünkü çocuklukta başlayan kişilik özelliklerini değiştirmek imkansız olmasa da çok zor, bu ilk temellerin yıllar içinde değişmesindense derinleşmesi daha muhtemel ve bütün bu özelliklerin kombinasyonuyla hayat pek eğlenceli değil.
yine de bazı özelliklerim değişti. çocukken çok hırslı ve rekabetçi bir yapım vardı, ayrıntıları anlatsam bir çocuk için bu kadarı fazla deyip inanmayabilirsiniz. hırslı ve rekabetçi olmakla beraber kavgacıydım da. bunların hiç biri nedensiz bir kavgacılık ya da kabadayılık eğilimi değildi. öfkem hırslı ve rekabetçi yapımın ve haksızlığa tahammülsüzlüğümün yan ürünüydü bence. ama bu özelliğim ergenlik yıllarında zirve yapıp yıllar içinde düşüşe geçti. şimdi kimseyle değil kavgaya bir laf dalaşına bile girmiyorum. beni ısıran bir sineğe ne kadar kızıyorsam bana haksızlık yapan birisine de ancak o kadar öfkeleniyorum. doğada böyle canlıların olması gerekiyormuş diyorum. rekabetçi özelliklerimi de kaybettim, hiç birşeyin çok da önemli olmadığı şeklinde özetlenebilecek dünya görüşüm beni her türlü rekabete karşı kayıtsızlığa itmiş olmalı. hiç bir şeye can atmıyorum, hiç bir şeye çok üzülmüyorum. hiç bir maddi başarı uğrunda mücadele etmeye değmez görünüyor gözüme.
çocukluğumdan devralarak büyüttüğüm diğer özelliklerinse kimseye zararı yok. çok da şikayet etmiyorum. sadece aşırı düşünme, geçmişe takılma ve gelecekle ilgili spekülasyon üretme yönümü törpülemeye çalışıyorum. bunu aşabilirsem hayatım çok kolaylaşacak.
bir de son yıllara kadar zaman zaman kendini gösteren her zamanki halime zıt aptal-eğlenceli-absürtlükten beslenen muzip bir tarafım da vardı. onu kaybettiklerimin hanesine yazıyorum. -
1 aydır sürekli hastalanıp sonra iyileşiyorum. bu son döngü diğerlerinden daha fazla soruna sebep oldu. bu son salgının belirtilerinden birisi de vücut ağrılarının çok ön planda olması. nezle mi grip mi ne bok olduğu umrumda değil ama boyun fıtığı tarihimin en kötü günlerini geçirdim-şunu tek elle yazıyorum.
bir kez sabah bir kez gecenin köründe acile gitmek zorunda kaldım. sırtımdaki ve kolumdaki acı öyle dayanılmaz seviyedeydi ki gece bayılıp bilincimi kaybettim. annemler ambülans çağırıp hastaneye kaldırdılar. böylece acı dayanılmaz bir eşiği geçtiğinde bilincin bir tür savunma mekanizması olarak kendini kapattığını yaşayarak öğrendim.
acilde morfin verdiler yine ama hiç bir faydasını görmedim. sabaha karşı ortopedi uzmanı geldi, kısa bir muayneden sonra fıtık patlamış olabilir, o zaman emara çekin ve acil ameliyata alın bunun şakası yok diye biliyorum dedim. acilde sadece trafik kazası gibi akut durumlarda emara yönlendiriyorlarmış. acile ne kadar acı içinde giriş yaptıysam yine o kadar kötü çıktım.
ama bu arada etrafımda olup bitenler daha canımı sıktı.
ben acilde kıvranırken birisinin kalbi durdu ve öldü, bir diğeri nefes darlığı yaşıyordu kalan nefesini ''tanrım ben ne günah işledim de bana bunları yaşatıyorsun'' diye tanrıya sitem etmek için kullanıyordu-bu sitemi önceden de çok duymuştum. girişte hastalıktan kırılan çocukları gördüm.
dünyada neden bu kadar acı var bilmiyorum. olası dünyaların en iyisinde yaşadığımızı iddia eden bir filozof bunun gerekli olduğunu söylemişti. ben bunların neden gerekli olduğunu hiç bir zaman anlamayacam.
bu tarz şeyleri kendi başıma gerçek bir trajedi gelmeden önce dert etmeye başlamıştım. buradan salt çektiğim acılardan sübjektif bir dünya görüşü inşa etmediğim de kendiliğinden anlaşılmalı. hayat benim için çok güzelken-mesela acı yüzünden bilincimi kaybedip bayılmadığım zamanlarda- diğer pek çok şeyin yanında mesela yırtıcı bir hayvanın bir ceylanı canlı canlı yemesini gördüğümde olası dünyaların en iyisinde olmadığımıza zaten emin olmuştum. -
bugüne kadar okuduğum filozoflardan ne öğrendim? çok azı hariç hemen hiç birşey. bir kaç istisna dışında, okuduklarım zaten ya bildiklerim ya da kendi kafamla düşünebileceğim şeylerdi.
bunca yıl sonra ne biliyorum? hiç birşey bilmediğimi. felsefe sokrates'in söylediği o meşhur söz ile başlamış yine o sözle bitmiş.
okuduklarımdan önemli bir kısmı karman çorman, zor okunan muğlak şeylerdi. bu anlaşılmaz yazılarda anlamaya değer şeyler vardıysa da bunlara artık ilgi duymuyorum. bana öyle geliyor ki, filozoflar sözcüklerle gerçekte olmayan bir dünya inşa edip bunu sözümona mantıksal bir silsileye bağlayıp buna da sistem diyorlar.
hayatın en önemli sorunlarına bir cevap arayanlar buna filozofları değil edebiyatçıları okuyarak daha fazla yaklaşabilir. metafizik dediğin şey bir dolu birbiriyle çelişkili, karman çorman laf oyunu.
peki neden bunca zamanımı okumak gibi boş bir işe ayırdım? insanlardan ve insani olaylardan sıkıldığım için.
bundan sonra ne yapacam? bilmiyorum. kitaplardan da sıkıldım.