Ayrılıkların en azılısı; neyi, ne zaman, neden ve nasıl yaşandığının hiç ama hiçbir öneminin olmadığını yüze vuran soğuk gerçeklik.
Hele ki sinsice geleni hazırlığını da yaptırmaz. Veda ettirmez. Son kez öptürmez, tatlı tatlı gülümsemeyle baktırmaz. Nefesi kesiverir.
Adının anıldığı hanede artık doğan güneş donuk ve soğuk; geride kalanların gözleri kan çanağı... Bir zamanlarki kahkaların yerini alır hıçkırıklar, ağıtlar ya da sessiz çığlıklar. Kimsenin açamayacağı kalıcı, cismen tanımlanamamış perde çekilmiştir artık, geçit vermez.
ruhun bu dünyanın kaprislerinden kurtulmasıdır. bunu anladığım bir kaç saniyelik bir anım var. bir gün bir akşam üstü yine çok kötü bir zamanımda içki almak için kendimi dışarı attım. sokağın başında yerde yatan ölü bir kedi bedeni vardı. sağanak yağmurun altında hiç birşey olmamış gibi yatan bir kedi...herkesin koşarak kaçtığı yağmurun altında sanki "bakın öldüm ve bu dünyanın kaprisleri umurumda bile degil artık, hiç bir şeyden kaçmıyorum, üşümüyorum, hiç bir şey istemiyorum, siz geçip giderken işte burada yatıyorum" diyordu. hayatım boyunca yağmurlardan kaçan, bu dünyanın kaprislerinden usanan birisi olarak orada o kedinin üzerinden ölümü daha iyi anladım.
Dünyada gerçekleşen her şey zaman alır, bir tek ölüm, bir tek o, aniden gelir.
Hayatımızın çoğunu inkar halinde yaşadığımız için ölümler her zaman anidir, böylece kişi ölmediği sürece, en azından birinin bu dünyadan ayrılmasına her zaman şaşırırız.
Ölüme nasıl yaklaştığınız inançlarınıza bağlıdır derler; ölen kişinin cennete gittiğini, sürekli bir yaşam döngüsünde olduğunu veya hayatın gittiği anda sona erdiğini düşünebilirsiniz. Dile kolay geliyor teslimiyetten, hayatın gerçeğinden, inançlardan bahsederken, sizden daha büyük olanın önünde hürmetle eğilmeniz gerektiğini... neden? çünkü Kederin, Sevginin ve Tanrı'nın Acısı sizden daha büyüktür. evet, kesinlikle dile kolay, ölümü böyle bir çırpıda tanımlayıveriyoruz, henüz tanımadığımız ölüm en yakınlarınıza gelmemişken. Ne çok seviyoruz büyüklenmeyi, hayatta bize ondan daha çok dokunacak, daha çok sevecek hiç kimsemiz kalmasa bile.
bir günün daha kısalması. sabahın serinliği, akşamın ayazı. geçmeyen saatin tıkırtısı. masada eksilen bir tabak. tezgâhta yıkanmamış bir bardak. pencere önüne dizilmiş çiçeklerin çürümesi, toprağın kuruması. salonun hiç açılmayan perdesi. hiç bozulmamış bir yatak. örtüsü kırışmamış bir kanepe. havalandırılmamış bir oda. kokusu ağırlaşmış tarihlerin gün gün uzaklaştırmasıdır senden.
ölüm,
gün hangi günse saat hangi saatse o vakit yığılıp kalmaktır durduğun yerde. ne soluğunu bırakabilirsin ne içinde tutabilirsin. herkesler bir yanına dağılmışken sen ayak uçlarına kıvrıldığın kanepede kalakalansın.
ölüm,
çekmeceden hiç çıkarılmamış albümleri halının üstüne serip uzun uzun bakakalmaktır. hiç bitmeyecek sanılan o gençliğe imrenmek. dünyada ne kadar acı varsa her birini yüze okumaktır. ağır geldiği noktada çekip gidebilmenin yeridir biraz da. herkesi kucaklayan, herkese yetecek kadar bir yeryüzü kabristanıdır ölüm. hiçbirimizin kapı önünde kalmayacağı.
ölüm,
kokusuz, sessiz, görüntüsüz, yokluk içinde geçen bir taksi adıdır. çünkü biliyorsun kapı önünde bekleyen taksinin seni götüreceği yerin neresi olduğunu. kapıyı örttüğün an adımlarının bir bir sayıldığı o yolculuğun sonuna nerede varacağını biliyorsun. kursağına inmemiş bir lokmanın peşine düşmediğindir. sırtına ağırlık yapan ne kadar çok yük varsa birer birer kurtulmaktır.
ölümlerden ölüm beğen. aksiyon filmlerinin bu vazgeçilmez repliğini hepimiz biliriz. bizim ülkemizde son 23 yıldır beğenmelere doyamıyoruz. aksiyon filmleri halt etmiş, senaristlerin aklına gelmeyen biçimlerde ölüyoruz. ölüm bizim topraklarımızda "dur lan şunu da deniycem" diyen şımarık bir oyuncu gibi her çeşidini denemeye çalışıyor.
bulunduğumuz telefiriğin altı çıkıyor, uçuruma düşerek ölüyoruz. kumpir yiyerek ölüyoruz, tatilde yanarak ölüyoruz, evde otururken ölüyoruz. suya basıp ölüyoruz, eski sevgilimiz kafamızı kesiyor ölüyoruz, 150 sabıka kayıtlı mahluk tarafından yolda yürürken ölüyoruz, hanzonun istediği şarkıyı çalmayınca ölüyoruz. anamız babamız amcamız tarafından narin bedenimiz boğulup dere kenarına atılarak ölüyoruz, eski kocamız tarafından kesilerek ölüyoruz. okulda üzerimize lavabo düşüyor ölüyoruz, hızlı olmayan treni hızlı gitmeye zorladıkları için ölüyoruz. kapadokya'da balona binip ölüyoruz, antalya'da havuza girip ölüyoruz. ölmelere doyamıyoruz. sanki bunun için yaşıyor gibiyiz.
ölmediğimiz bazı günler var mı var. en azından topluca ölmediğimiz kimi günler var. onlarda da ölümü neden düşünmüyoruz diye kızıyorlar. sen yeni yıl heyecanıyla azıcık neşelenirken sana "ölünce seni kim yıkayacak" diye soruyorlar dev yazılarla. yaşamı düşünme ölümü düşün diyorlar.
ölüm bunların bize sunduğu gibi garabet bir şey değildir. ölüm insan yaşamının doğal bir biçimde sonlanmasıdır. kişisel bazı eksiklikler duyup insan yaşamının sonuna doğru bir can sıkıntısı yaşayabilir ama bu onun kendi tecrübesidir.
el birliğiyle insanca ölme hakkımızı da tekrar bunlardan almamız gerekiyor. bunları her ne şekilde ve nasılsa göndermek zorundayız. hak etmediğimiz bu hayattan çıkmamız gerekiyor. çok sıkıldım ve çok üzgünüm. acım sinirim hafiflemiyor.
Ölüm bana sırıtarak gel Ölümü öp n’olur Yüzünde,o tanıdık riyakarlık Çünkü nice dost dediklerim, Sarılıp öptüklerim, Suratlarında aynı eda Ve sahtekarlık
Elbette haksın, haktan gelirsin Kimi gördük ki, Dünyaya kazık kakmış da kalmış Heykelin bile dikilse Sen öldükten sonra Bakarsın tepene kuşlar kakalmış
Cahar atıp şeş oynasam Gene yenersin beni Ölüm bana gülerek gel Ölümü öp n’olur Sırtımdan vurdurma beni Alnıma sık kurşunu Karşıma geç,yüzüme bak ve Öttür baykuşunu..
Beni sordun mu ölüm İkiz kardeşin doğuma Bağlayan ne çözen ne Bu hayat denen düğümü Kimi havyar yerken Kimi soğan cücüğünü Üç beş arşın beze sarar Öyle gidersin
ve dudaklarım kuruyordu sürfeler tırnak aramda doğuyordu... ölmüştüm ben su sesi geliyordu karanlık gibiydi sesler vardı ağlıyorlardı lavralar gıdıklıyordu dudaklarımı -ben heyecanlanıyordum çoğaldı sesler
toprak titretiyordu soğukluğunda mırıldanıyordu ölüler... ağaçlar yapraklarıyla eşlik ediyordu unutuyordum kalmış gibiydim ve taze esintilerden sızlıyordu dizlerim, kemirilmiş yanaklarım ve sakallarım ve ölmüştüm ben...
güneşin sesi geliyordu üstelik az önce fısıltılarıyla getirdi sinekler yoruldum, birazdan gidecekti üstüme üşüşenler, ve yine yalnız kalacaktım, alışmışken... bir tanesi deldi sanki gözümü ve suyundan aldı nefesimi tanelerini ilmek ilmek çözdüler tuzluydu onlar için, tatlı bekler gibiydiler -burnuma yöneldiler... ve ölmüştüm ben..
hoşçakal, dostum, hoşçakal, mutluluklar. sevgili dostum, yüreğimde yaşayacak anın, sonunda ayrılık yazgısı olsa da insanın. hoşçakal dediğimiz gibi buluşmak da var.
hoşçakal, dostum, el sıkışmadan, suskunlukla sakın üzülme, nedir bu gözlerindeki hüzün? şu yaşamda yeni bir şey değil ki ölüm, ama pek öyle yeni sayılmaz yaşamak da.
beyin fonksiyonlarının tamamının durması. Çevreye ve kendisine karşı mutlak duyarsızlık. Algılayamama ve bunun farkında olamama durumu. Çözünme. Enerjinin korunumu kanunu sayesinde, mutlak yokoluş değildir. Canlılar ele alındığında, minimal düzeyde de olsa, entropi devrededir.
ölüme odaklanmak, kişiyi mevcut kafa yapısından anında çıkarıp, ulvi bir ruh haline sürükleyebilen bir eylem. ancak her zaman yapılması ve akabinde üst düzey farkındalığa ulaşılması mümkün olmayabiliyor.
her ne kadar bilinçli varlıklar olsak da, hayatın karmaşıklığı içerisinde dürtüsel yaşamaya ve farkındalığımızı düşük seviyede tutmaya engel olamıyoruz.
doğrusu böylesi bir mekanizmaya sahip olmamız güzel. hayatın sonlu olduğuna yönelik fikrin zihinde odaklanılmış şekilde devamlı çalıp durması, amaçsızlık ve boşluk hissini daha sık yaşamaya sebep olurdu. böyle bir mekanizmaya sahip olmamızın en önemli dezavantajı ise, hayattaki hakikatleri ve ulvi tatminlikleri anlayamayıp, insani yaşamdan uzaklaşmak. çok güçlü yapay zekaya sahip bir robot misali yaşanan ve anlaşılmadan biten ömürlerle dolu bu hayat.
hayatın karmaşıklığının had safhada olduğu bu sistemde ölüme odaklanmak oldukça güç. zira düzen, bu konuyu ört bas etmek için oldukça başarılı. odanda varoluşun ve yalnızlığınla baş başa kalmış, türlü düşüncelere gark ederken; annen akşam yemeği için yoğurt almaya göndererek ters kademeye giriyor. o olmazsa sosyal kaygıların ve güncel motivasyonun devreye giriyor; yarın sabahtan dersin oluyor, aysu niye sana bakmıyor, dolar neden düşmüyor...
ölümde olduğu gibi, her düşünsel konuda bir gerçekliği biliyor olmak, o gerçekliği kavrıyor olmak demek değil. bu açıdan insanın farkındalık, farkındalığın farkındalığı gibi hayvandan ayrılan yetilere sahip olmasının pek bir numarası kalmıyor.
insanda bir şeyi bilmek ile kavramak arasındaki fark, yapay zeka konularındaki çince odası ile benzer. bir şeyi, örneğin ölümü, kavramadığınız durum ile kavradığınız durum arasındaki veri çıkışında, yani sarf edeceğiniz cümleler arasında anlamlı bir farklılık yoktur. bir robot da kodları verdiğinizde çince konuşuyor gözükür, bir insan da. ancak mahiyet farkı vardır. biri bilinçsizdir, biri bilinçli (insanın her zaman bilinçli olamayacağına dair verdiğim örnek sonucu, yine insandan beslenmek zorunda kaldım).
ölüm, ezeliyet, ebediyet, hiçlik, zaman gibi konuları ifade edebilip, çoğu zaman kavrayamamayı, "380 milyon yıl önce" ifadesini kullanıp da kavrayamamakla eşdeğer buluyorum. kavrandığının sanılması, üzerinde kafa yorulup odaklanılmamasından kaynaklıdır. 380 milyon yıl ifadesine gerçek anlamda odaklanınca, sürenin uzunluğu ve ihtişamı karşısında dumur olmamak elde değil. "380 milyon yıl çok fazla," demekle ve fazla olduğunu bilmekle olmuyor. peki ölümün bir son olduğunu bilmekle de gerçekten bilinçli bir varlık olan "insan" oluyor muyuz? yoksa aynı veri çıkışı sayesinde farkındalık sahibi olduğumuz yanılgısına mı düşüyoruz?
şahsım adına, ölüme odaklanabildiğim her an yaşama güdülerim yükselişe geçiyor. sınırlı zamanı en hakiki ve tatminkar bir biçimde geçirme isteğiyle dolup taşıyorum ve sığırca geçirdiğim zamanlara yanıyorum. farkındalığımı diri tutmam yönümde kendime notlar yazıyorum, dürtüsel anlarda, fazlasıyla sürüklenip miskinleştiğim ve tembelleştiğim anlarda kafama dank etsin diye yazıyorum. ancak bir gazla not aldığım andaki etkiyi bırakmıyor, ertesi sabah baktığımda. mekanizma böyle çalışmıyor sonuçta. bir yerde de refleksif ve dürtüsel olmak zorundasın zaten. bu kadar insaniyet fazla.
yine de ölüme odaklanmak, benim bu hayattaki ilacım. gerçekten odaklanabildiğim anlarda bu hayatı yaşadığımı biliyorum.
ölüm bir ayna gibidir, kendisinin arkasında bir şey olmamasına rağmen sanki olmayan bir şeyi varmış gibi gösterir; örneğin aynadaki görüntü kişinin kendisi olsaydı, kişi sağ kolunu oynattığında görüntü de kendi sol kolunu değil sağ kolunu oynatırdı. ölüm bu dünyada söylenmiş en büyük ve etkili yalan olarak geri kalan tüm diğer yalanların da anasıdır. tıpkı aynadaki yansımanın aslında sadece ince bir gümüş tabakasında var olduğu ve oraya ait olduğu gibi ölüm de yaşayanlar dünyasında var olamaz ve ölümün arkasında da sadece bir boşluk bulunur; ölüm, 3 boyutlu bir dünyadaki 2 boyutlu bir aldatmacadır.
başka bir açıdan ise, doğduğumuz anda aldığımız ilk nefes ile de ölmeye başlarız ama uyandğımız her yeni gün ile de, ölümü bir kez öldürerek hades'in yer altındaki karanlıklar dünyasından geri döneriz; ancak ölüm ile insan arasındaki bu ezeli rekabet belirsiz sayıdaki maç üzerinden, skorun bütünleşik tutulduğu ve tek gol ile ev sahibi takımın/ölümün kazanacağı bir şekilde kurgulanmıştır. bu iki takımlı turnuvada muhtemel sonuç 1-25500*'dür; ölüm* her zaman kazanır. dolayısı ile, sonucu fikslenmiş bir rekabet olduğu için kirli, kazanmak isteyenlerin kendi ölümüne oynayabileceği, ancak ölüm daima kazanacağı için de bahislerde 1'e 0 veren bir karşılaşmalar silsilesini içerir. sanırım insanın tek şansı skora ve diğer kıyıda köşede kalmış belirsizliklere oynamak.
Eğer Hegel falan değilseniz veyaHut adınız beşeriyet tarihinde bir yerde yoksa, çok şanlıysanız torununuzun torunu belki de sizi hatırlayacak o da bir parça. İki nesil sonra yaşadınız mı yaşamadınız mı hatırlayan dahi olmayacak. SiliniP gideceksiniz.
Ya yalnız kalacağımız ya da yalnız bırakacağımız bir son. Tüm canlılar tadacak elbette ama ölümden de beter bir şey olduğunu, ölüm size bir damın deliğinde tek başınıza duvarları seyrettirdiği zaman anlıyorsunuz...
Hey selam,
ölümü özleyen tek deli ben miyim diye merak ediyordum. Ölmek ne kadar zor ya derken bir deliye rastladım. Bana içinde bir takım sayılar olan renkli küçük bir kağıt uzattı. Kağıdı alır almaz elimden tutup -şşş bu çok özel bir parça- dedi. Ne olduğunu anlamak ici kağıdı açtım ve üzerinde yazan 3 TL yazısını gördüm. Gerçekten aklım çok karışmıştı. 3 TL yazan bir kağıdin nesinin özel olduğunu anlayamadım. Deliye döndüm ve sordum, -1000 TL var mı? Eğer yoksa ben de yokum dostum.-
Suratima şok içinde bakarken cevaplayamadi dogal olarak da muhabbetimiz bitmişti. Onun için bir kağıda 10.000 TL yazıp verdim ve yoluma devam ettim.