irlandalı marksist düşünür terry eagleton'ın 1987 yılında yazdığı tek romanıdır saints and scholars. edebiyat ve kültür kuramları üzerine, ideolojik ve teorik bağlamlara içkin birçok eseri olan eaglaton, "madem edebiyatın kuramını yazdık, bir roman da biz yazalım öyleyse," dercesine kolları sıvamış ve mükemmel bir fikir romanı sunmuş bizlere.
türkçe olarak ilk kez 1992 yılında ayrıntı'dan azizler ve alimler adıyla osman hakınhay'ın çevirmenliği üstlenmesiyle çıkan kitap; 2003 yılından bu yana aynı ad ve çeviri ile agora kitaplığı'ndan çıkmaktadır.
saints and scholars öyle bir kitap ki 170 gibi az sayılabilecek bir sayfa ile müthiş şeyler sunuyor bizlere. incelikle ele alınmış detaylar ve simgeler bizi bekliyor kitabın derinliklerinde. spoiler vermekten ısrarla kaçınmayı deneyeceğim fakat şimdiden belirtmekte fayda var ki işleyişe yönelik olmasa da, diyaloglara dair birtakım ipuçlarıyla karşılaşabiliriz. uyarımızı da yaptığımıza göre, başlayalım.
12 mayıs 1916'yı tarih olarak not düşerek başlayan kitap; kimi karakterleri irlanda'nın bir kasabasında bir araya getirme sürecini ve bu sürecin ardını zamansal anlamda merkeze koyar. kitabı tam olarak ortadan kesemeyecek olsak da belirli bir açıdan kasabadaki sahil evinde ortaya çıkacak olan buluşma; öncesi ve sonrası anlamında kimi farklılıklar göstermekte. biz yine de buraya odaklanmadan kitap için olmazsa olmaz karakterlerin kimlerden oluştuğuna, bu kitapta ne işleri olduklarına, mekanlara, fikirlere odaklanmaya çalışalım.
eaglaton kitabında kimleri buluşturuyor, müthiş bir soru olsa gerek. çünkü kitap açısından bunu yanıtlamak, karakterlerin aslında birer simge olarak da var olmalarından hareketle bambaşka bir ışık yakıyor zihinlere. sırasıyla açıklamaya geçelim öyleyse.
james connolly: kitap ilk olarak connolly'den bahsederek başlıyor. bunun seçilmesi bir bakıma bilinçli bir tercih. çünkü kitapta son sözü eaglaton yine connolly'e ayıracaktır. kimdir connolly? irlanda'nın ingiltere'den bağımsızlığını kazanmasına yönelik atılan en büyük adıma sahip olan düşünürdür. ulusalcı bir yaklaşım bağımsızlık mücadelesinin temelini ortaya koysa da; marks'tan fazlasıyla etkilenmiştir. bu noktada kitapta net bir biçimde marksist aydınlanmacılığın timsalidir. çok müthiş tersinmeler yaptırır eaglaton kitapta connolly'e. öyle ki; devrimi yapmaktan sanki vazgeçmiştir connoly fakat aslında neden yapılması gerektiğini anlatmaktadır. sömürgeler içerisinde var olan ulusların konumlanışlarına yönelik hem dönemsel hem de güncel devasa tahliller sunar bizlere connolly. bilhassa wittgenstein ile fikirsel anlamda çatışmayı sınıfsal bir perspektifle gözler önüne serer. bu ikilinin tartışmaları, son derece keyif vericidir.
ludwig wittgenstein: avusturya kökenli filozof. özellikle dil felsefesi ve mantık üzerine devasa yapıtlar sunan birisidir wittgenstein. bir dönem bertrand russell'ın bir bakıma aracı olmasıyla cambridge'de akademisyen olarak çalışmalarını sürdürmüştür. wittgenstein karakteristik olarak da bir hayli tuhaf birisi. zaten 20. yüzyılın en önemli fikir adamlarından birisi olması bir bakıma böyle bir durumdan ortaya çıkıyor. kitap bize wittgenstein'ı burjuva aydınlanmacılığından bıkmasına rağmen ondan asla vazgeçmeyen birisi olarak sunar. kitapta gördüğümüz, kuşkusuz en donanımlı kişidir wittgenstein. bununla birlikte en bıkkın, en sıkılgan kişi... wittgenstein birikimiyle her şeyi yanıtlayabilecek yetkinliktedir. aklını kurcalayabilecek tek kişi ise connolly'dir. artık durum burjuva ve marksist aydınlanmacılığın mücadele alanıdır.
mihail bahtin: ünlü rus eleştirmen nikolay bahtin'in kardeşi mihail'i alıp, kitabın içine sokuvermiş aslında eaglaton. hatta bunu öyle usta bir yöntemle yapmış ki, bir başka simge bir başka belirlenim ortaya çıkmış. yani nihilizm... çokça şey görüp geçiren bahtin, bir süre yemeden içmeden kesilir vaziyetle ölümden döner. hatta bir burjuva tarafından devasa bir sofraya tav olmasa sahiden ölecek durumdadır. ama bahtin'in nihilizmi sonralarda daha fazla ortaya çıkar. tarih mi? o da ne öyle... tarih bahtin'in göbeğinden başka hiçbir şey değildir.
leopold bloom: bir romandan çıkıp başka bir romana geçen birisi bloom. joyce'un ulysess romanından çıkıp azizler ve alimler'e teşrif eden bir karakter... bloom pek sonraları çıkar karşımıza, pek de sönüktür aslında. buna rağmen bulunduğunu konumlanışla olağanüstü bir şekilde konformizmin neferi olma görevini üstlenir. siliktir fakat baskın olarak kabul görmüş duruma itaati asla geri çekmez. durum neyse, bloom'un konformizmi buna inanmayı gerektirir.
finbarlar: baba ve oğul olarak karşımıza çıkan iki farklı kişi... ikisi de sanatla iç içe, ikisi de alkolik... ikisi de ihanete açık fakat kazanım elde etmek bağlamında her şeyi yapabilecek cürete sahip olmayı da bilirler. pragmatizmdir aslında finbarlar'ı tanımlayabilecek en yerinde kelime. çıkar doğrultusunda atılan adım, baba ve oğlun ikisi için de yaşamı belirleyen etkendir.
molloy: molloy; aidiyetin, inanmışlığın, inancın bir simgesidir. güvendiği tek şeyde karar kılmıştır ve onun ardı molloy için yoktur. bir partizandır apaçık. inandığı şey onun için, her şey pahasına savunulmalıdır. bunu yaparken de belli anlamda kendine ait hissettiği değerleri kutsaniyet namına göklere çıkarabilmektedir. ve haliyle molloy neredeyse kitaptaki en inatçı kişidir.
bu zamana kadar okuduğum hiçbir kitap, böylesi zıt karakterleri bir araya getirmemişti. evet "saints and scholars" bize hat safhada bu zıt karakterleri sunuyor fakat yine de olağanüstü bütünsel bir yaklaşımla bunu gerçekleştiriyor.
kitabın bir başka yanı ise söz konusu dönemde üç farklı kent üzerine odaklanarak izlenimsel betimleme yöntemiyle bizlere tarihi tahliller de sunmasıdır aslında. bu betimlemeler ki, kısa sayılmayacak bir bağlamda, bahsi geçen üç kentten hareketle ortaya çıkar. dublin, st. petersburg ve viyana'dır bu kentler. eaglaton için kentler artık, birer toplumsal izdüşümlerdir.
eaglaton'ın tanımlamasıyla "hiçliğin başkenti" dublin, ingiliz sömürüsüyle kan ağlamaktadır. insanlar kalacak yer, yiyecek ekmek bulmakta zorluk çekmektedir. bir isyan patlak verir. bu isyan ulusal kurtuluş mücadelesidir. bu bağlamda dublin'i bize mücadele kültürüyle iç içe verir. her sokak neredeyse bir metaforu simgeler artık. bu metafor bize irlandalıların bulundukları dönemsel bağlamı çözümler. sokakta akan söz konusu kan, kazanılan ekmek parasına eşittir. ingilizler tarafından tutuklanmaksa bir bağımsızlığın simgesidir artık. dublin elbette connolly ile alakalıdır.
viyana... avrupa'nın sanat merkezi. hem üretim hem tüketim... viyana'yı kitapta, sanat bağlamında bir "canavar" olarak görüyoruz aslında. bu, kötülemek için kullanılan bir tabir değildir kesinlikle. bahsi edilen birçok yoksunluğun yaşanmasına rağmen toplumsal olarak sanat kavramının oturduğu zeminin ifşasıdır. gaye edilen eaglaton tarafından, viyana'nın aslında kültürel altyapısının işlenmesiyle bir sorgulamayı ortaya koymaktır. bu kente biz, wittgenstein aracılığıyla ulaşırız.
bambaşka bir coğrafya ve st. petersburg karşımızda... devrim öncesinde geçen roman, 1916'da, karmakarışık bir rusya betimlemesi sunuyor bize. henüz net bir yönelim olmamakla birlikte yoğunlukla karmaşıklığın hakim olduğu bir ülkedir rusya. kendi adıma her ne kadar petersburg üzerine betimlemelerde katılmadığım noktalar olsa da iktidarsızlığın çok iyi bir şekilde ortaya koyulduğunu söylemekte fayda görmekteyim. iktidar yoksunluğunun doğurduğu karmaşa, haliyle bir karakter doğuruyor ortaya. bu karakterse yine karmaşadan doğan bir karakter olarak, yine haliyle, nihilizmin neferi bahtin'dir.
bu müthiş fikir romanı muhakkak okunmalıdır diye bir öneride bulunmak isterim. klasik bir roman okuma edası ile modern edebiyat arasında bir köprü gibi kodlanabilecektir belki de azizler ve alimler. okunmaya değerdir.