1970, hindistan doğumlu yönetmen, senarist, aktör.
gerçek adı "manoj nelliyattu shyamalan", night kısmını nyu'da* okurken kendisi almış. nörolog bir baba ve jinekolog bir annenin iki çocuğundan biriymiş. bizim küçük shyamalan henüz emeklemiyorken, ailesi amerika'ya göçmüş. koyu hindu olmalarına rağmen, ailesi onun koyu katolik okullarda eğitim almasını sağlamış. buradaki temel amaç, sanırım, "çocuk zaten amerika'da olduğu için hristiyanlığı yakından görecek ve tanımaya çalışacak. disiplinli okullarda olsun bu, ileride de seçeceği dine kendisi karar verir".
zaten küçük yaşlarda saplantısı haline gelen film çekme işini babası istemiyor, sülalesinin birçoğunun olduğu gibi, onun da doktor olmasını istiyormuş. kendisinin sinemaya yönelmesine annesi çok destek vermiş. senaryosunu yazıp kendisinin çektiği ilk film 1992 yapımı praying with anger. berbat bir komedi filmi bu aslında ama dönemine ve shyamalan'ın bakış açısına göre düşünürsek, kendisini anlattığını söyleyebiliriz (zaten filmin başrolünde de kendisi oynuyor). hint bir gencin amerika'da bunalıp ülkesine geri dönerek kendi geçmişini araştırmasını konu ediniyor. praying with anger'dan sonra 6 yıl bekleyip biraz para biriktirmiş. senaryosunu gene kendisinin yazdığı wide awake'i 1998'de çekmiş. gene kötü eleştiriler almış. bu sefer de, biraz din eleştirisi üzerinden kendisinin hinduizm ile hristiyanlık arasında karar verdiği döneme gönderme yapmak istediğini düşünüyorum ben.
ve laps diye the sixth sense'te mi buluyoruz kendimizi? tabii ki hayır ama kronolojik olarak böyle ilerliyor shyamalan'ın yönetmenlik kariyeri. the sixth sense'in senaryosunu çocukluğundan beri yazdığını, kafasında anthony hopkins'i başrole koyma amacıyla büyüdüğünü, yönetmen koltuğuna da hayranı olduğu steven spielberg'i yerleştirme planları yaptığını bilmek gerek. hollywood'un (spyglass pictures daha yeni kurulmuş o zamanlar, onlar da iyi ekmek yemişler bu filmden) filmden çok büyük bir beklentisi olmasa da, gelen 6 dalda oscar adaylığından sonra, shyamalan artık "üst seviye yönetmen"lerden biri haline gelmiş. aslında şöhret merdivenlerini biraz hızlı tırmandığını söyleyebiliriz. the sixth sense'in çekimlerinde bruce willis'e gene çocukluğundan beri üzerinde çalıştığı eastrail 177 hikayesinden bahsetmiş ve willis de fikirle ilgilenince, unbreakable'ı çekmiş. kendisinin en sevdiği filmi olmasının yanında, hem samuel l. jackson'la yakın ilişki kurduğu hem de artık "birçok hollywood starıyla çalışabilir" onayını gözle görülür bir şekilde aldığı filmin de unbreakable olduğunu düşünüyorum.
bundan sonraki hollywood yolculuğunu az çok biliyorsunuz ama özetleyeyim gene de: signs, the village, lady in the water, the happening, the visit, split, glass. aralarda after life ve the last airbender gibi gerçekten de berbat filmleri mevcut, onları eledim. kendisinin lady in the water, the village ve the visit flmlerinin hayranıyım. the village'ın, döneminin* en iyi gerilim filmlerinden biri olduğunu, lady in the water'ın fantastik romantizm ile gerilimi müthiş birleştirmesini ve the visit'in zaten çok farklı olan senaryosunun zekice detaylandırılmasını seviyorum. shyamalan'ın hiçbir filmini izlemediyseniz veya kendisinin hem çekimlerini hem de kurgu parıltılarını derinlemesine görmek istiyorsanız, saydığım filmlerini izlemenizi öneririm.
imdb'nin trivia sayfalarından ve aklımda kalan ayrıntılardan yararlandım. sıklıkla eleştirilen, yazdığı senaryolar görücüye çıktığı anda genellikle itin götüne sokulan bir yönetmen olarak görülmesine rağmen, kendisinin hollywood'un *beş para etmez popülist kültür yaratımında önemli bir noktada bulunduğuna inanıyorum. sıkı bir çizgi roman hayranı ve koleksiyoncusu olması, 2 boyutlu çizgi film kültürünü seviyor olması ve genellikle fantastik ögelerle gerilimi başarılı bir şekilde birleştirebilmesi benim için önemli.