dünyayı daha iyi anlayalım, sosyal hayata kolay uyum sağlayalım, hızlıca karar verebilelim diye beynimiz çevremizde gördüğümüz olayları, varlıkları kategorize etmeye programlanmıştır. her seferinde, her şeyi sorgulamakla uğraşmayalım, değerli aklımızı yormayalım diye… sorun şu ki, mükemmel çalışan bir makine olan beyin, bu kalıplara sokma işini yaparken, o kadar da mükemmel davranmıyor.
birisinin nereli olduğunu, eğitimini, ne iş yaptığını, nerede oturduğunu, ailesini, inancını öğrendiğiniz an, bazen dudak büküp hor gözle bakmamızın, bazen takdir etmemizin, bazen de koşarak kaçmanızın sebebi bu.
beynimiz hemen vızır vızır çalışmaya başlıyor. içerideki ilgili dosyayı buluyor. o dosyada olumlu şeyler kayıtlıysa, o kişiye hisli hisli gülümsüyorsunuz. olumsuz bir kayıt varsa, acil bir işiniz çıkıyor, gidiyorsunuz.
bana kalsa hiç gitmeyeceğim, yaklaşık 5 milyon insanın izlediği “müslüm” filmine arkadaşımın ısrarı üzerine gittim. izledikten sonra kendimde fark ettiğim tek şey şu oldu: insanları ne yaşadıklarını bilmeden, sadece görünen yüzü ile nasıl da etiketliyoruz. yıllarca müslüm gürses'i arabesk müzik yapıyor diye hor gördüm. filmden sonra hakkında yapılmış başka bir belgesel de izledim. o yaptığı müziği eleştiren ben sonra gördüm ki aslında çok çok iyi müzik bilgisine sahip bir sanatçıymış. sürekli mozart ve beethoven gibi dünyaca ünlü bestecileri dinlediğini öğrendim.
insanları devamlı bir kalıba sokmaya çalışıyoruz. kimseyi anlamaya çalışmıyoruz. bizim gibi giyinenler, yaşayanlar, düşünenler veya giyinmeyenler, yaşamayanlar, düşünmeyenler… sonu olmayan bir ayrıştırma...
lafa gelince hindistan'daki kast sistemini hepimiz eleştiririz, katı şekilde reddederiz. etrafımızda gördüğümüz insanları kızıl saçlı, sakallı, küpeli, dövmeli, mini etekli, türbanlı diye veya yaşam tarzlarına göre kategorize ederiz. sarışınları “aptal”, erkeklerin hepsini “güçlü”, kadınların hepsini “zayıf” şeklinde algılarımızla karşılarız.
oysa insanlar iyi veya kötü diye ayrılmalı. insanı insan gibi görebilmeyi öğrenmeli… bunu başarabildiğimiz anda daha da mutlu olabildiğimizi fark edeceğiz.
Sınıflandırmak anlamına gelir. Bilimsel çalışmalarda yol gösterici olan bir çalışma şekli neden günlük hayatta sorunlara yol açar? Bilimsel ayağından başlayalım: Kategorize etmek, kapsamı ve derinliği gittikçe artan bilimsel olguları, daha anlaşılır kılmak ve daha kolay kavramak için kullanılan bir araçtır. Benzer özelliklere sahip olgu, kavram ya da nesneleri bir araya getirerek onlarla ilgili çıkarsamalar yapabilir, daha kolay inceleme olanağı bulabiliriz. (kategorize edilen unsurların birbirleriyle devingen bir ilişkide olduklarını görmezden gelmiyoruz. hiçbir olgu, mutlak bir sınıflandırma içine sokulamaz.) İlk sınıflandırma çalışmasını yapan (ilk çağlardan beri bazı sınıflandırma denemelerine rastlasak da sistemli ilk örnek), Antik Yunan düşünürü aristoteles’tir. Aristo, canlıları bitkiler ve hayvanlar olarak iki temel gruba ayırmış; ardından bitkileri kendi arasında otlar, çalılar ve ağaçlar olarak; hayvanları da karada, havada ve suda yaşayanlar olarak sınıflandırmıştır. Bugün taksonomi dediğimiz, çok daha karmaşık kural ve prensiplere sahip bir sınıflandırma yöntemi kullanılıyor. Elementleri; metaller, ametaller, yarı metaller ve soygazlar olarak katagorize ediyoruz. Fizikte dalgaları, optik biliminde mercekleri sınıflandırıyoruz. Süper değil mi? Çok kullanışlı. Peki burada duramaz mıyız? Eğer sınıflandırmak sadece bir araçsa neden insanları kategorize ediyoruz? Çünkü insan zihni, kendisine benzeyen- yakın olana sempati duyarken, farklı olandan korkar; yani istemeden de olsa kategorize eder. Bununla ilgili yapılmış çalışmalar arkadaş edinirken temel kriterimizin “bize benzemesi” olduğunu gösteriyor . Asıl soru, "bize benzeyen-yakın olan"a karar verirken kriterlerimizin ne olacağıdır. Beyaz ve siyah derili insanların eşit koşullarda, birlikte yaşadığı bir ortamda doğacak çocuklar, benzerlik ilişkisini ten rengi üzerinden kurmayacaklardır. Öte yandan iki farklı dini inanca sahip bir grup insan birbirleriyle ilişki kurarken, aynı inanca sahip insanları tercih edecektir. Bu ayrım bu kadar mekanik gerçekleşmez elbette fakat genelde bu mekanizma böyle işler. Bunda insan zihninin algı mekanizması da etkilidir, toplumsal öğrenme de. Toplumsal aidiyet insan davranışlarını etkileyen en önemli unsurlardan biridir. Temel aidiyet ilişkileri kişisel seçimlerle belirlenmez, içinde doğduğunuz ırka, cinsiyete, dine vb kendiliğinden aidiyet oluştururuz. Benzerlik ilişkisini bu aidiyete göre kurmamız çok doğaldır. Öyleyse elimizden gelen hiçbir şey yok mu? Her şey bizim irademiz dışında mı gelişiyor? Hayır. Çünkü insan öğrenen, değişen ve değiştiren bir canlı türü. Bizi şekillendiren, etrafımızı kuşatan tüm bu kendiliğinden bağlara rağmen kendi aidiyet ilişkilerimizi geliştirebiliriz. Farklı bir dini inanca sahip olsa da kişisel özellikleri bize benzeyen insanlara yakınlık duyabiliriz. Sınıfsal özelliklerimiz farklı olsa da aynı entelektüel uğraşlara sahip insanlardan hoşlanabiliriz. Sınırların gittikçe bulanıklaştığı bir devirde yaşıyoruz ve kendi aidiyetlerimizi oluşturmak için sonsuz olanağa sahibiz. Bi takım Kaynaklar: