her şeyden biraz biraz bir adam; az adam.
adamlığı az manasında değil, "hep bir şeyler eksik", "hep bir şeyler yarım", "hep bir şeyler az" manalarında. yoksa "adam gibi adam" daki "gibi" gibiyim evelallah. az gibi ama tam.
"eksik adam" da olurdu aslında ama yok, eksik de değilim sanki be. azar azar tamım sanki.
belki bir gün gelir her yarım işimden bir parça koyarım buraya.
yarım öyküler, yarım fotoğraflar, yarım resimler, yarım şarkılar, yarım müzikler, yarım şiirler, yarım mektuplar, yarım projeler, yarım yazılımlar, yarım insanlar, yarım sevgiler, yarım nefretler, yarım hayatlar, yarım iyilikler, yarım kötülükler, yarım bilgisayarlar, yarım oyunlar, yarım tamir işleri, yarım yemekler, yarım içmekler, yarım yarım yarımlar. yarım dediğime bakma tam yarım da değil. tam yarım derken, "yarım mı tam mı karar ver" gibi de değil. yani yarım deyince %50 değil. yarım derken bir miktar. az miktar.
peki o az miktarın az miktarlığını kim ayarlayacak? sen o az miktarı az miktar geçtin mi geberir gidersin. (bir cümlede "az miktar" lafı geçti mi peşine bu replik gelmeli, şart.) da orayı karıştırmayalım şimdi.
her şeyden az, az. toplayınca ediyor yarım maraz.
yeterince kafa karıştırdığıma göre.
hani doktora gidersin de ilaç falan verir ya. antibiyotik verir, içinde 20-30 tane falan vardır. antibiyotik önemli, hepsini kullanmak lazımdır ya hani. sen de iki-üç tane alırsın baktın ki iyileşiyorsun, kalanını atarsın bir kenara.
heh işte o ilaç/antibiyotiğim bazen. azım işe yaramıştır da çoğuma gerek kalmamıştır. hepim kimseye nasip olmaz. yıllarca ecza dolabında dururum, tam lazım olurum "doktor maraz hapı vermişti" diye ele alınırım. gel gör ki son kullanma tarihim geçeli asırlar olmuştur. veya ben dolapta dururken doktor yenisini yazmıştır (eczanenin muadil ilaç olayına hiç girmiyorum), 2-3 kullanımdan sonra yenisi de yanımda çürümeyi bekler.
gider sağlık ocağından yenisini yazdırırsın.
bu biraz da değerinle alakalı gerçi. parol gibi aspirin gibi ucuz ilaçların hepsi yarımdır, az kullanılmıştır ama tarihi geçer. hatta kimisi tarihi bile geçmeden çöpü boylar. doktora selam versen sana bunlardan yazar. ama çok pahalı bir ilaç olsan, çok gerekli bir ilaç olsan, hasta senden başka bir şey düşünmez belki de. iş biraz da doktorda bitiyor aslında.
az'lık kanıma işledi.
hiç kimseye tam olamıyorum. herkese az, herkese eksik. ama bir şekilde herkese var.
aynı anda onlarca yerde olmam gerekiyor bazen, ya da aynı günde. hepsini bir şekilde diğer yerler için erteliyorum, sonunda bir bakmışım kesinlikle olmamam gereken yerdeyim. olmam gereken yerlerin hepsi için ayrı ayrı üzülüyorum.
gerçi böyle olunca, tamamen gittiğimde fazla iz bırakmıyorum. ancak bir şekilde tekrar gelirsem akıllara, o zaman belki bir miktar, "nerde lan bu" oluyor. özlem değil tabii, özlemek ne demek, iyi bilirim. *
önümde uzun bir yolculuk var. yine herkese azar azar lazımım, yine herkese azar azar yetişmem lazım. yine en nihayetinde olmamam gereken yerlerde olacağım. ama yine kendime de az kalacağım.
tam da düşündüğüm gibi oldu her şey; gittikçe azaldı az adam. anlatacakları vardı, aklı az kaldı. cümleler ardı ardına gelmedi işte, hikayesi bitmiş değil; sadece daha başlamadı.
Oğluş'undan da ayrıldı, doya doya sarılamadan. İyice az kaldı az adam. Miniminnacık kaldı, yok gibi bir şey oldu, ama aslında var gibi de kaldı. İnsanın sevdiğine elleriyle ebedi istirahatgah yapması ne acı bir fikir. Her defasında bunu düşünüyorum. Bıraksam başkaları bildiği gibi mi yapsa, alıp gelsem, bağıma bahçeme vitamin mi olsa... Sümüğünün sonsuzluğuna lanetler yağdırdığımının...
azdı, bitti, tükendi. söz söylemek istedi, nefesi yetmedi. anlatmak istedi, bir bakış yetecekti belki. bir çift gözün karşısına geçemedi.
yazmak istedi, ama öyle böyle yazmak değil. gözlerini kapatıp, klavyeyi parmaklarının altına alıp; kulağında, sözleriyle aklını karıştırmayacak ama çok muhteşem ve bir o kadar da gürültülü bir müzikle dış dünyayla ilişiğini kesip, dandik bilim kurgu filmlerindeki zaman yolculuğu misali ışıkların içinden geçer gibi, sonsuz bir boşluğa düşer gibi, düşerken aklından geçer gibi yazmak istedi.
aklından geçen her bir cümlenin ömrü yazıya dökene kadar bitiveriyordu halbuki. geçtim yazıyı, konuşmaya başladığı anda bile yok oluyordu cümleler. tamam, gerçekçi olalım. aklından geçenler adeta ışık hızındaydı bir yanıp bir kayboluyordu. doğrusu, aklından geçenleri kafasının içinde cümlelere dökemiyordu ki daha. nerede kaldı konuşmak, yazmak.
ama yazmak istiyordu işte. eskiden yazdırırlardı.
yazdıranları eksik besbelli.
yazmak; tamam, kabul. olmuyor, olmayacak. peki ya konuşmak? dinleyenleri eksikmiş, kimin umurunda? insan, birileri dinlesin diye konuşmaz ki her zaman?
iki kelime etmek gelmiyor içinden.
ama işte, bak eşşoğlu eşeğe. yine de anlatmak istiyor.
bir çift gözde ne hikayeler saklı; anlaşmak istiyor.
Eskiden hikayeler falan yazardım.
Eskiden dediğim de o kadar da eski degil, belki aylar önce falan. Bazen bu “aylar önce” lafı, asırlar gibi geliyor. Anlam veremiyorum.
Sonra bir şeyler oldu, artık elim kalem kağıt, klavya mavus tutmaz oldu. Aklımdan geçen kelimeleri bir yerlere kaydetmek değil de iki kelimeyi bir araya getirip anlamlı cümleler kurmak zorlaşmaya başladı.
Başka bir şeyler oldu, minik minik hayallerim kelimelere, cümlelere kavuştu. Hikaye’den ziyade hayal yazıyordum. Yazıp yazıp kendime hayal satıyordum. Ne medeniyetler kurdum, bir bilseniz. Hem de öyle böyle değil.
Derede yumurtadaki kurbağadan, gökte uçan kuşa, yerin dibinde yuva yapan karıncadan başını kaldırdığında gördüğün yıldızlara kadar, tek tek resmettim. Gün geldi bu medeniyetler yıkıldı, canlı yaşamın nesli tükeneyazdı. Bir kıvılcım, bir ışık da değil belki; daha da hammaddesi, mini minnacık bir parıltı (neydi adı, hani şu en temel en küçük olan; foton mu?) doğdu. Onun üzerinden yeniden medeniyetler. Ama bir görseniz, nasıl muhteşem bir dünya, nasıl muhteşem bir evren...
Eski tüplü televizyonları bilirsiniz, hani şu 90’larda evlerimize giren, kumandalıları yeni yeni icat edilmiş olan.
Kapatma düğmesine bastığında ekranda bir şey olur. Ekranın dört bir yanından gelen çizgiler ortada buluşur da ekranın en orta yerinde beyaz bir nokta ve bir ses. Ciyuv mu desem, vijuv mu desem, fışt mı desem... Öyle garip, değişik bir ses. Ciyuv daha doğru sanki ya... neyse.
Gün geldi, o lanet kumandanın çalışacağı tuttu. Kapatma düğmesine basmışlar.
Bir nokta ve bir ciyuv sesi.
“oğluş” dediğim yavrum evladım kara kedimin gözündeki ışık da aynı anda sönüverdi.
Böylece tüm medeniyetlerimin sonu geldi.
Daha önce de “tırsık” dediğim yavrum evladım bilinmezlere yelken açtığında kıyametler kopmuştu. Hatta ilk göz ağrım “beyaz” ımın ışığı söndüğünde yalnızca kafamın içindeki değil, var olmuş, olacak tüm medeniyetlerin, evrenlerin yok olmasını dilemedim değil.
Şimdi anlıyorum ki “oğluş”,kafamın içindeki medeniyetin son kırıntılarıydı.
Oysa şimdi yanımda olan motor, karam, süslü, süslü’nün kardeşleri, kör, körün kardeşi, ve isim bulup koyamadığım onca sakiniyle ne yeni dünyalar kurulurdu. Ama her kurduğum dünya başıma yıkıldı.
Sonra ben de dedim ki “pes.”
Her işi yarım bırakan adamdan, daha fazlası da beklenemezdi zaten.
Bir “az doktorluk” meselesi de var ama, bakarsın bir gün onu anlatmak da kısmet olur.
Eski teknolojiye yetişemeyenler için amme hizmeti:
m.youtube.com/...
bir insan, "iyi insan" olduğu gerekçesiyle neden cezalandırılır ki? aklıma geldikçe derin derin düşüncelere dalıyorum. sonra diyorum ki "siktiret. " "aman dikkat et, seni iyi biri sanmasınlar. "
yine de aklım şaşıyor. az akıla sahip olmakla alakalı besbelli. aklı az adam torino'dan bildirdi.
az doktorluğa da gelse şu azlık sırası artık. bi ara...
insanlar neden yılbaşı kutlar?
yeni yılda yeni dilekler falan filan mı?
her gece 12' yi de kutlayalım o zaman?
öyle ya, yeni bir güne giriyoruz.
ay başı kutlayalım.
pazartesilerden niye nefret ediyoruz o zaman?
hafta başı kutlayalım?
gerçi pazartesilerin günahını da almayalım şimdi. ne bok yiyeceksek pazrtesiyi beklemiyor muyuz?
diyetlere pazartesi başlıyoruz, sigarayı pazartesileri bırakıyoruz, yeni işe pazartesi başlıyoruz.
sahi ya, bi bu pazartesilerden niye nefret ediyoruz?
insanlar neden yılbaşı kutlar?
yeni yıla girdiysek girdik, ne oldu yani?
altı üstü mektuplarda tarih kısmına 2019 değil de 2020-
bi dakika lan.
2019 yılında mektup yazan var mıdır ki?
eskiden kağıt üzerine kalemle tarih yazma işi çok daha fazlaydı belki. o yüzden her yeni yılıln ilk bir kaç haftasında eski yılın tarihinin son hanesini yazar, sonra üstünden karalayarak doğrusunu yazardık. sınav kağıtları, mektuplar vs. hep bu karalama yeni yıllarla doludur. şimdilerde olsaydı biraz daha farklı olurdu, son 2 haneyi düzeltmek zorunda kalırdık ama 1'i 2 yapmak o kadar da zor değil.
neyse buraya nereden gelmiştik?
insan neden yılbaşı kutlar?
bir şeyin sene-yi devriyesini niye kutluyorsak o yüzden belki.
doğum günü, ilk el ele tutuşma, ilk okulun ilk günü, ilk bilmem ne. hadi bunlar biraz daha anlaşılabilir. şöyle ki, bir insanın doğmuş olması başka 2 insanın kararından ya da dikkatsizliğinden kaynaklanan bir olay. el ele tutuşma, evlenme falan. yine anlaşılabilir değil ama "tebrik" edecek bir durum çıkarabiliriz istersek.
yeni bir yıla giriyor olmamız ile ilgili bizim katkımız ne? annemizin, babamızın, sevdiklerimizin, insanlığın bu yeni yıla giriyor olmakla ilgili katkısı ne?
zorlarsak cevap olarak "hayatta kalmış olmak" yeterli olur muydu acaba?
"bu sene de ölmedim anne" diye mi seviniyoruz acaba, bu yüzden mi ortalığı yaygaraya verip milyonlarca parayı saçıp, yiyip, içip, eğleniyoruz?
e o zaman da pazartesi geliyor aklıma. bu pazartesi ölmemiş olmak yeterince mutluluk verici değil mi?
bir dakika ya.
zaman...
zaman geçiyor diye seviniyor değiliz elbet.
onu durdurabileceğimiz bir şey yok.
ona şahitlik edebiliyor olmamız bizi bu kadar sevindiriyor olmasın?
bu bahaneyle her şeye yeni bir başlangıç için umutlanıyoruz falan. belki.
zamanı durduramıyoruz, ona karşı yapabileceğimiz tek şey şahitlik.
eyyy 2019! ben de buradaydım... (bkz: brook was here)
ve eyy 2020! ben de buradayım.
ben, yanımdaki, onun az ötesindeki ve dünyada zamana şahitlik edebildiğinin bilincinde olan herkes... Hepimiz buradayız.
yılbaşını pazartesilerden ayıran,
yılbaşını ay başından ayıran,
yılbaşını doğum günümden ayıran...
işte bu; sana şahitlik edebilen herkesin aynı anda (yerel saattekiler de kendilerine göre aynı anda) senin geçip gidişini takip edebiliyor olmanın verdiği his. seni saniye saniye sayıp, durdurmanın imkansız olduğunu bile bile "istesek var ya şu anda dururuz, kalırsın öyle göt gibi 2019'da" hissi.
insanlar yılbaşını neden kutlar?
belki herkesin zaman saymakta bile olsa tek yürek olduğu için.
belki de zamana hep beraber şahitlik edebildikleri için.
insanlar, zamana neden şahitlik eder?
başka çaresi yoktur da ondan. (bkz: vizontele)
***
az yanmış beyin* hikayesini dinlediniz.
az doktorluk hikayeleri 2019'a kısmet olmadı.
Bakalım, 2020 neler getirir...
sözlük anlamının dışında, çok daha fazla anlamlar ifade eder bazı insanlara "köy" kelimesi.
bazen olduğum yeri "köy" belledim, bazen gittiğim yeri, bazen kaldığım yeri. "köy" bazen o kadar anlamlar ifade eder ki...
kulzos birileri için köy'dür mesela. benim için de başka yerlerin köy olmuşluğu var.
son yok olan köyümden çok büyük dersler çıkardım. biraz da mecburiyet, köyüm yok olunca artık kimsenin uğramadığı, uğrayınca önce yeşillendirip sonra yakıp yıktığı köylerde hancı olmaktansa yolcu olmak düştü payımıza. hiçbir köylünün her şeyin çok güzel olduğu günleri düşlemesine izin vermedim ama; vermeyeceğim de. ama elimin değdiği, güzelleşmesinde katkıda bulunduğum en ufak bir şey, sonsuza kadar öyle kalmalı.
bundan önce köyüme uğrayan yolcular yanlarında hep güzellikler götürdüler. ya da ben öyle düşünüyorum. ne getirdikleri bakış açısına göre değişir.
yolcu olarak uğradığım köylerde ise giderken bile mutlu köylüler bıraktım. kimi gelmiş olduğum için mutluydu, kimi gidiyor olduğum için.
yo, bu bir prensip meselesi falan da değil aslında.
"beni güzel hatırlayın" da değil.
hem zaten benim adım maraz1. iyilik, güzellik fıtratımda yok.
elini attığı istisnasız her şeyi kurutmak konusunda hiç de az değil. üç kuruş parasını altına yatırdı, altın battı. zararına sattı, altın coştu. kalan üç kuruş parasından 1 kuruş iota denen kripto paraya yatırdı, tanesini 5 dolardan aldığı zımbırtı şu anda 0,12 dolar. yıllar geçti, uslanmadı. borçları temizledikten sonra kalan harçlığını borsaya bıraktı. 6 liradan aldığı hisse günler içinde 1,5 liraya indi. üstelik bu seferki göklerden gelen bir karar gibi "ne olur ne olmaz bizim oğlan zarar etmez falan" diye kriz tüm dünyayı vurdu.
araba alacak oldu fiyatlar tavan yaptı. arabayı satacak oldu fiyatlar dip yaptı.
birinin elini tuttu, yaktı. birinin gözüne baktı, yandı. birinin elini tutmadı, yine yandı.
beni böyle hikayeler yazmaya zorlayan ilham perisine saygılar (bazen hiç sevmiyorum bu herifi). yazmaktan kendimi alamadım. yazmaktan kendimi alamadığım gibi, buraya koymaktan da kendimi alamadım. bu hikayeye birden fazla kez maruz kalanlardan özür dileyerek;
-instant story-
her şey bir anda gelişti, ne oldu anlamadım. bir baktım ortalık toz bulutu. gözümü açtığımda toz bulutunun içinde bir gölge gördüm, sesler duyuyor gibiydim ama emin değildim. gölge gittikçe uzaklaşıyor, ben de ona yetişmeye çalışıyordum. bir uyandım ki elektrik sobası kısa devre yapmış, kabloları yanmış, evi dumana boğmuş. evi havalandırdım, sigortalar atmış zaten, yanan sobayı ve kabloyu dışarı attım. kokudan ve dumandan içeride durulmuyordu, güvenliği sağladığıma göre bari dışarıda biraz hava alayım dedim. kapı pencereyi açık bırakıp sokağa çıktım.
akşam karanlığı bastırıyordu, yanından geçtiğim sokak lambası aniden yanıverdi. "Allahım bu bir işaret mi?" derken diğer sokak lambasının altından geçerken o da yandı. bu sokak lambaları yanmak için beni mi bekliyor nedir? dur şunu bir test edeyim...
artık yerimde durup bir sonraki sokak lambasına bakıyorum. o da yandı. meğer olayın benimle alakası yokmuş, akşam vakti sokak lambaları sırayla, belli aralıklarla yanıyormuş. biraz rahatlama ama biraz da mahcubiyetle eve döneyim dedim. sokağıma geldiğimde, evimin artık yerinde olmadığını gördüm. ne olmuşsa olmuş, ev bir şekilde ortadan kaybolmuş. sadece evin orada olmaması canımı sıkıyor, ama şaşkınlıktan kafayı da yememişim. utanmasam normal karşılayacağım. aklımda kaldığı kadarıyla evi tekrar inşa etmeye koyuluyorum. önce tuvaleti yapıyorum. şu anda evden daha önemlisi tuvalet. tam tuvaleti bitirip içine girmişken uyanıyorum. az daha yatağa işeyecekmişim.
bazen gerçekten "kötü" bir insan olduğuma kanaat getiriyorum. ama bu, olmak isteyeceğim türden bir kötü olmak değil. bir türlü o istediğim maraz olmuyor, hep bi etrafından dolanıyor, hep bi oluyormuş gibi oluyor ama yok. ama diğer taraftan hiçbir çaba sarf etmediğim halde, hatta kaçınmaya çalıştığım halde o istemediğim gerçek kötü oluveriyorum.
insanlarla samimiyet kurmaktan daha doğrusu sevmekten sakınıyor, zira insanların gerçek yüzünü (hem iyi, hem kötü manada) görmekten hoşlanmıyor az adam. zaman zaman biraz gevşediği oluyor, haliyle gördüğü bir kaç "gerçek yüz" had bildirmekte gecikmiyor.
öğrendi.
yani, umarım.
umarım öğrenmiştir.
85 yaşında buraya gelip "öğrendi artık" yazmak istemiyorum çünkü.
aslında biliyordu.
her zaman bildi.
gerçekten.
her şeyi, her zaman bildi.
çok da doğru bildi.
inan olsun, bir kere yanılmışlığı yok.
ama işte...
umut dünyası o kadar başka bir şey ki...
Bu yüzden isnanlar manasız, anlamsız şeylern, kişilerin peşinde koşup duruyorlar.
bu yüzden insanlar manasız, anlamsız değerlerin peşinden koşuyorlar.
bir umut...
artık neyin umudu olduğu, koşan kişinin beklentileriyle doğru orantılı.
ama işte umut...
aslında o'na dosdoğru öğretmişlerdi.
adım adım, harf harf, bilal'e öğretir gibi öğretmişlerdi hem de.
ama işte insanoğlu...
o umudun peşinde koşuyor ya...
o olmazlığa bel bağlıyor hani.
2*2=4 evet, bunu herkes biliyor da
neyse, siktiret
olmadığı kişi muamelesi görmek en başta şaşırtsa da sonra hoşuna gidiyor az adam'ın. ilk başlarda; "nasıl yai?" "ben mi?" "o kadar değerli olan?" "sahi mi?" diye bir şaşırsa da sonra bu muameleye alışıyor, "evet ya, gerçekten birisinin 'en kıymetlisi'yim galiba" diyor. işte, az adam'ın, hayatının içine sıçılacağı dönem de o zaman geliyor.
çünkü gerçek tektir ve değiştirilemez. sen kimsenin bi boku değilsin. kimsenin sikinde falan da değilsin. buraya yazdığın her şey gerçek, "alet çantası"ndan tut da olman gereken kişi hakkındaki gerçeklere kadar. ve buraya yazdığın her şey, "ben biliyorum" lar falan da gerçek. insanın haddini bilmesi güzel şey.
sadece gerçeklerden uzaklaşmak iyi gelmiyor sana az adam. kim olduğunu bil, haddini bil, otur götünün üstüne. insanın haddini bilmesi güzel şey.
yoksa ne mi oluyor? işte her zaman karşılaştığın o şeylerle karşılaşıyorsun. , sana gerçekte kim olduğunu hatırlatıyorlar. sana, gerçekte bir bok olmadığını hatırlatıyorlar. sana "siktir git" demeden "siktir git" demenin milyon tane yolunu buluyorlar. Tamam, bu yaratıcılıkta senin de katkın var ama bu iyi bir şey değil.
herhangi birinin hayatında herhangi bir yer kaplamaya hakkın olmadığını, dış kapının önünde; "lan belki içeri alırlar" dediğin bir dış kapının önünde, adını söylediklerinde dilin dışarıda salyalarını akıtarak minnettar bir "hav" sesi çıkaran gariban bir köpek olduğunu hatırlatıyorlar.
evet, yukarıdaki köpek tarifi o kadar da iç karartıcı, o kadar da kötü bir şey değil. köpekler güzel hayvanlardır en nihayetinde. sadıktırlar hiç olmazsa.
ama kötü olan ne biliyor musun? sen o tarifteki köpek olduğunu her zaman bildiğin halde kendini gerçekten değerli bir şey sanıyorsun da sana "gel kuçu kuçu" dediklerinde üzülüyorsun ya.
orman neden kardeştir? başka çaresi yoktur da ondan*. elini uzatıp yanındaki ağaca vurayım desen 15 sene. o zamana kadar biri gelip seni kesmeyecek de bilmem ne. sahi, sarılmak istesen daha da uzun. hemen yanıbaşında ama bir ömür uzağında. o yüzden belki de sevgili değil, düşman değil de kardeştir orman.
orman neden kardeştir? başka çaresi yoktur da ondan*. dalına konan kuşa "siktir git" diyemeyen ağaçlar üstüne işeyeni lanetleyemeyen çiçekler her an yenilme tehlikesiyle karşı karşıya, börtü böcekler. sağ kalanlar kardeş işte. karnı tok sırtı pek olanlar geçinir kardeş kardeş. bir daha acıkıncaya kadar.
"yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine"
"kardeş" değil, de "miş" gibi bir ormandır belki de nazım'ın dediği.
orman neden kardeştir; söyleyeyim ben sana. orman neden kardeştir? nâzım öyle dedi diye.
*: vizontele (2001) - yılmaz erdoğan - "insan, memleketini niye sever? başka çaresi yoktur da ondan." - Belediye Başkanı
öyle bir şey olmayacak. hayır, öyle bir şey de olmayacak. zaten onun öyle olması imkansız da öbürünün öyle olması da artık imkansız.
ne münasebet canım, ne pişmanlığı? ben ki her şeyin en doğrusunu bilen, ben ki hep dosdoğru olan, ne pişmanlığı?
bilmiyor muyuz canım beni? sayısız paaralel evrenlerde sayısız kere aynı şeylerin olduğunu, olmaya devam edeceğini? öyle bir dümdüzlük ki, iki cihan bir araya gelse aynı bokları yiyeceğimi? insan karaktersiz olmaya görsün, yani oluyorsa olsun da olduğunu görmesin.
yine de öyle bir şey olmayacak. çünkü olması için bir sebep yok. hayır, öyle bir şey de olmayacak çünkü olacak olan olurdu, kimse mani olamaz.
bir başka kere aynı şeyi yaşıyorum. bir başka kere aynı şeyi yaşayacağım. bir başka kere bir canım toprak olacak. elimden gelen de yetmeyecek.
"tırsık"tan beri böyle oldu. "ağzı kokan"dan sonra böyle olacak. nam-ı diğer, "kör'ün kardeşi". ad koymaktan çekindim evet, adını koyduğum benden gidiyor... belki de "beyaz"dan beri, emin değilim.
kedilerin dokuz canı yok. benim kaç dokuz oldu giden, sayamadım. bu kahır çok fazla değil mi ama? bu kahır çok fazla değil mi bana?
kedilerin dokuz canı yok. yavrumun da şimdi sesi yok. aynı filmi izlemiştim, o zaman siyah beyazdı...
bir başka kere aynı filmi izleyeceğim. bir başka kere hüngür hüngür ağlayacağım. keşke her şey filmlerdeki gibi olsa; "yalancıktan" olsa hep kahırlar, "rol icabı" yaşansa acılar. "şakacıktan" ağlasa esas oğlanlar.
başıma geleni biliyorum, başıma geleceği biliyorum yine nefessiz kalacağım. yine salya sümükle boğuşacağım... yine "benim yüzümden" sahnesi çekip yeni mezarlar kazacağım.
kedilerin dokuz canı yok. keşke benim de olmasa.
köyümle derdi ne bu kaderin canımla, canlarımla derdi ne?