90' lar ne çok iyiydi ne de çok kötü, sadece bazı şeyler yapaylaştı, sanal bir hale geldi. 90' lı yılları yaşayan neslin belki de en önemli dönüm noktası marmara depremiydi. gece vakti evde sallanırken tansiyonum mu çıktı başım dönüyor dedirttiren bir durumdu.. deprem okullarda kitaplarda yazılıp çizilsede yaşayarak görünce az bile yazılıp çizilmiş dedittirdi. tarkan ilk piyasaya çıkmıştı kıl oldum abi, tayfun saksafonuyla ve benzeri. kaset denılen bır kavram vardı, su yoktu . daha doğrusu çok şey u ana göre kıyaslandığında yoktu , ama yaşam vardı belkide o yılları güzel yapan herşeyı yaşamaktı. arada bir dönemdi.
Babalar gibi ara dönemdir. Sokaklarda oynayabilen son çocukların, akşam ezanı okunurken eve koşanların dönemidir. Teknoloji yokken de var olanların, varken de yok olmayanların dönemidir. Misket nedir bilenlerin, bahçeye top kaçıranların dönemidir. leblebi tozu, yumiyum, patlayan şeker yiyenlerin dönemidir. Anlatmakla bitmez işlerin çıkış noktasıdır.
nereden başlayacağımı bilemediğim, ne desem bir on katı eksik kalacak çocukluğum.
şimdi bunun altına ibo show'dan nirvana'ya, aladdin'den shine filmine, karum'dan pandora kitabevine, her uzun sarışının peşinde koşup lacivert, yeşil, ela gözlerin uğruna heba olduğum keşif dönemlerine çok ama çok uzun bir giri yazacaktım, bitiremeyeceğimi farkettim. sayı doğrusunda, iki nokta arası gerçel sayılar gibi, sınırlı ama sonsuz bir zamandır 90'lar.
star wars'un orijinal üçlemesinin tekrar vizyona girdiği ama daha bir bebe olduğum için ve ailemin de sw ile uzaktan yakından ilişkisi olmadığı için içimde star wars uktesi bırakan dönemdir.
star wars'u bu kadar çok sevme sebebim o travma olsa gerek. gazetede gördüğüm tie fighter'ları çizmeye çalışıyordum falan o ara.
sonra anaokulunda bir çocuk star warslu pepsi almıştı, ama ben alamamıştım. sebebini hatırlamıyorum ama galiba annem izin vermemişti.
ayrıca hayatımda ilk defa bir tankın kokpitine girdiğim dönemdi.
Mahalle, toz/toprak, komşu, 9 taş, yakan/yakar top, misket, ütmek, saklambaç, ateri, street fighter, tetris, gameboy, taso, oda duvarlarındaki sanatçı posterleri, kaset, teyp, kot pantolonlarına takılan zincirler, buz mavisi kot, zıt erenköy, herıld yaniii!, dam üstünde saksağan vur beline kazmayı (orta okulda türkçe öğretmenimizin sorduğu soruya aldığı alakasız cevaplar ardından yapıştırdığı tümce) kavramlarını hatıralarımla zihnimde pekiştiren dönem.
"milenyum" söylemleri arasında, sokak hayatı ile internetli dönemi en net çizgilerle ayırt edebilecek bir nesiliz. Maalesef ki sokakların son çocuklarıyız. Oyun hamurları olmadığı için kardığımız çamurla minik ellerimiz çatlasa da objeler yapmaya devam ederdik. Kurudukça döküleceğini bilmemize rağmen.
Mantar gibi her gün yeni bir pop müzik şarkıcısının çıktığı dönem aynı zamanda... Tek şarkıyla çıksalar da yine de üretiyormuş insanlar. Bestelerle hissettirilen duygular...
Dönemi bizce özel kılan duygularımızı dorukta yaşadığımız gençliğimize denk gelmesinden başka bir şey değil. Özlüyorum.
1990-1999 yılları arasına sıkışmış, insan ömrü ile boy ölçüştüğünde 10 yılcık gibi görünse dolu dolu yaşanmış yıllar.
Hiç bitmek bilmez enerji ile üretmiş çalışkan abiler ablalar o dönemde - ki biz de deliler gibi tüketelim diye... Her yönden bombardımana maruz kalmışız düşününce. Güzeldi sokakların tozu, kapı önü oturmaları, tüplü televizyonlardan yükselen fenerbahçe-Galatasaray derbilerinin spikerlerinin goool goool diye kendilerini yırtışları, mahalle bakkalarından alınan kağıt(çoğunlukla gazete kağıdı) külahtaki çekirdekler, körebesi, saklanbacı... ve bıraktıkları anıların tadı...
Karakutu atari oyunları: hatırlamadığım bir yılda ramazan ayı yarı yıl tatiline gelmişti. Erkek kardeşimle sabahlara kadar atari oynardık. Örümcek adam oyunu vardı hiç sonu gelmeyen bir binaya tırmanırdı. Bir bölüm vardı hiç geçemezdik o kısmı. Sonradan geçebildik mi onu da hatırlamıyorum. Street fighter'da da ya ryu ya da chun li olurdum.
Komşuluk ilişkileri: memleketteki sokağımız tipik müstakil evlerin bulunduğu, kilit taşların döşeli olduğu bir sokaktı. Yaz akşamları biz çocuklar oynarken büyükler de her akşam bir komşunun evinin önünde 5-6 ev birleşir saatlerce çekirdek eşliğinde semaver çayı içer sohbet ederdi. Karşı komşumuz zeliha teyze; sokağın bayan kahkasıydı. Yine bi' akşam mahalleli toplanmış sohbet ederken yükselen kahkaha seslerinin ardından "anam kııız! Ben altıma kaçırdım ya!..." diye söylemine şahit olmuştum. Çocukken pek anlam ifade etmese de bunları yazarken sesli gülmeme neden oldu. Bir de ne kadar safdı insanların aralarındaki ilişkiler; ortamda erkek var kaygısına kapılmadan rahatça kendini ifade edebiliyorlardı.
Koşarken düşünce eli yüzü kan içinde kalan hasan, kendisini kucağında bulduğu adam biliyordur ki o komşusu Mehmet amcası... Mehmet biliyordur ki minik hasan, iki ev ötedeki komşusu Ahmet'in oğlu... Ahmet nerede diye Hiç düşünmeden, aranmadan kaptığı gibi hastaneye koşardı.
20. yy.'lın son günlerinde yaşlananların utanç verici, kalitesiz buldukları ve bolca eleştirdikleri nice; reklam ve sloganları Sokak jargonu Okul hayatı Dönemin siyasi absürtleri Pop müzikleri, şarkıları, dansları, tv programları, dizileri gibi konu başlıklarında genişletilecek girdilere gebe başlık.
Gün gelir kulzos radyo programcılarına da kaynak olur belki.
dünya ve türkiye tarihinin yanı sıra benim kişisel tarihim bakımından da büyük öneme sahip olan dönem. bazı tarihçiler 19. yüzyılı, 1789'da başlayıp 1914/1917'de biten dönemi uzun bir yüzyıl olarak tanımladılar. benim için de '90'lar aynı biçimde. dolayısıyla '85'ten başlayıp 2000'de biten dönemi uzun '90'lar olarak tanımladım ve aşağıdaki satırları bu gerçek ışığında yazacağım. '82 ekim doğumluyum. yaptığım salaklıkları veya komik/çocukça düşüncelerimi bu duruma göre değerlendirin.
hayata dair net hatırladığım ilk şey 1985 ağustosunda teyzemin evlenmesiydi. nikâh öncesi fotograf çekimini, nikâhı ve fenerbahçe orduevi'ndeki düğünü net olarak hatırlayabiliyorum. teyzem evlendiğinde otuz dört yaşındaydı ve dönemin normlarına göre "evde kalmış" statüsünde sayılıyordu. oysa benim çevremde yaşı bana yakın olan kadınlar en erken 27-28 yaşında evlendi, ortalama evlenme yaşı 30, hiç evlenmeyenlerin sayısı da azımsanmayacak sayıda. artık aynı çevrede evlenmeyen veya geç evlenen kadınlara "evde kalmış" gözüyle bakılmıyor. türkiye gibi bir ülkede(diğer ülkelerde de tabii) kadın olmak gerçekten zor! erkek ömür boyu evlenmese bekâr, kadın otuzunda evli değilse "evde kalmış". daha girdinin başında kadın erkek eşitsizliğine değinmeden edemedim. üstelik diğer zorlukların yanında bu yafta biraz önemsiz bile görünebilir.
'82-'87 arası erenköy'de babaannemlerin sahip oldukları dairenin üst katında kiracıyız. halamlar da aynı apartmanın diğer blokunda bir dairede kiracı olarak oturuyorlar. babaannem selanik göçmeni çiftçi bir ailenin beş çocuğundan tek kız olanı. ilk üç kardeş selanik'te son ikisi mübadele sonrasında amasya'da doğmuş. bizim büyük dedeye izmir'de toprak vermişler fakat ya toprağın miktarı az gelmiş ya verimli bir arazi değilmiş veya başka bir sebeple orayı beğenmemiş amasya'da verilen toprağı beğenmiş ve oraya yerleşmiş. babaannem akıllı fakat eski kafalı bir kadındı. torunlarından erkek olanları sever onları kızlardan üstün tutardı. '89'da kanserden öldü. o zamana kadar istediğim her şeyi yapmıştı/almıştı. sonradan öğreniyorum ki aldığı şeylerin çoğunun parasını babam gidip sonradan ödüyormuş. kuzenimle(tek sevdiği kız torun) beni yazları suadiye'deki kulüp reşat'a götürürdü. biz de orada yer-içer ve havuza girerdik. adalara da piknik yapmaya giderdik. termoslara doldurduğu buz gibi şeftaliler hâlâ aklımda. en sevdiğim meyva belki de bu yüzden şeftali. '87'de yine kuzenimle beni maltepe'de bir mitinge götürmüştü. tabii çocuk aklımızla ne olduğunu anlamamıştık. sadece kuzenim bendeki kokartı daha güzel bulmuş, değiştirmek istemişti. hemen değiştirip yakamıza tekrar takmıştık. kokartın üzerinde "kurtar bizi baba" yazıyordu. kimdi ulan bu baba ve bizi niye kurtaracaktı? herkesin kendisini kurtaracak babası yok muydu da binlerce kişi meydanda toplanacaktı. çok sonradan ülkenin siyasi tarihiyle ilgili bilgi sahibi olunca babaannemin bizi, demirel'in siyasi yasağının kaldırılması veya bu yasağın kaldırılmasından kısa bir süre yapılan '87 genel seçimleri için yapılan mitinglerden birine götürdüğünü anladım. beş ve yedi yaşındaki iki çocuğu oldukça kalabalık bir mitinge götürmek akıl kârı iş değil. ulan tarihin ironisine bak. daha sonra marksist oldum. sayısını hatırlamadığım kadar mitinge katıldım fakat siyasi kariyerim doğru yol partisi mitingiyle başladı. babam '60'lı ve '70'yi yılların türkiye işçi partisi sempatizanı, dedemse her daim menderesçi ve demirelciydi. mitingde dedem yoktu. zaten olsaydı aklı selim sahibi biri olarak bizi o mitinge götürmezdi.
erenköy'de ömer paşa sokak'ta oturuyorduk. minibüs caddesinden bağdat caddesine kadar uzanan bu sokak, erenköy ve göztepe mahallelerinin sınırıydı. bizim ev erenköy'e, karşı kaldırımdaki evler ise göztepe'ye bağlıydı. '80'lerde bir ulaşım aracı olarak az da olsa fayton vardı hâlâ mahallede. süt, büyük güğümlerde haftada iki kere mahalleye uğrayan sütçüden çiğ olarak alınırdı. çingeneler tırnaklarını söktüğü zincirli ayıları tef çalarak oynatırlardı. ayıların oynaması için ayaklarını altını yaktıklarını sonradan öğrendik tabii. evimize beş dakikalık mesafede de anneanemler oturudu. o evde bir gün allahın nasıl bir sureti olduğunu düşünmüştüm ve mustafa kemal'in kocatepe'de ayakta hafif eğik profilinin bulut şeklindeki versiyonunun allah olduğuna karar vermiştim. ailem ağırlıklı olarak kemalistten ve az sayıda sosyalistten oluşmasına rağmen sürekli mustafa kemal konuşulmaz veya övülmezdi. dönemin ilkokulu ve trt'sinin propagandasının gücü diyip geçelim. anneannem; enstitü(dönemin lise dengi bir kurumu) mezunu bir kadın olmasına rağmen dedemin subaylığı nedeniyle oradan oraya sürüklendikleri için, dedem karısının çalışmasına engel olmayacak aydın tavırlı bir insan olmasına rağmen hiç çalışamamıştı. anneannem tatar bir anne ve erzincanlı bir babanın çocuğuydu. dedemin babası istanbul fatih doğumlu bir şirket-i hayriye biletçisi annesi ise dimetokalı bir toprak ağasının kızıydı. dedem de dimetoka doğumlu. sırf bu nedenle yunan hükümetinden herhangi bir talepte bulunmaması için kendisi gibi orada doğanlarla uzun yıllar yunanistan'a gidememişti. dedem benim için askeri üniformalı veya takım elbiseli bir insandı. 1923'te üç yaşındayken babasının yanında elveda rumeli dizisinden fırlamışçasına pantolonu, gömleği ve fesiyle olan fotografını görünce inanamamıştım. dedemin fesli olması inanılmaz gelmişti. babam iş bankası'nda annem paşabahçe'de çalışıyordu. sonra ikisi de aynı kurumlardan emekli oldu. gelirimiz ortanın biraz üzerindeydi. fakat büyük dedenin oturduğu evin yıkılıp yerine on katlı apartman yapılması ve her bir toruna(annem, teyzem ve diğer kuzenler) bir daire düşmesi maddi durumumuz açısından önemli bir faktördü.
12 eylül darbesi ve sonraki özallı yıllarda işçi ücretleri düşüktü. işçi/memur ücretleri ancak zonguldak işçilerinin ankara yürüyüşüni de içeren bahar eylemlerinden sonra artmıştı. devlet memurlarının sendika kurması yasaktı. kesk'in kuruluşu da bu döneme denk gelmiş dönemin militan işçileri ve memurları ankara'nın altını üstüne getiren şiddetli ve kalabalık eylemler yapmıştı. devlet sonrasında kesk'in kuruluşuna rıza göstermek zorunda kalmıştı. bu eylemler/mitingler dizisi işçi sınıfı açısından 12 eylül sonrasının en önemli işleriydi ve kazanımla sonuçlanmıştı. haziran direnişi de bir emekçi direnişi olmakla beraber, direnişteki işçi sınıfı bağlamı dolayımlıydı. ayrıca haziran direnişinde "gündüz işte akşam eylemde" bir işçi sınıfı varken, bahar eylemleri büyük grevleri ve iş bırakma eylemlerini de içeriyordu.
'90'larda üniversiteler de hareketliydi. '96 istanbul üniversitesi işgâli bu dönemde yaşandı. üniversite harçlarına %400 zam yapılmasıyla başlayan binlerce öğrencinin katıldığı büyük eylemler ankara'da (dtcf) ve istanbul'da üniversite işgaliyle sonuçlandı. istanbul işgali daha uzun sürdü ve basının daha fazla ilgisini çekti. öğrencilerin talebi harç ödeyemeyen öğrencilerin kaydının yapılmasıydı. polis, işgâli kırmak bitirmek için her türlü yolu denemişti. her eylemde polisin üniversiteye girmesi için verdiği izin nedeniyle "başkomiser" lakabıyla anılan rektör kemal berkarda'nın bütün girişimlerine rağmen okula polis sokulmasını uzun süre engelleyen tam bir cumhuriyet aydını olan hukuk fakültesi dekanı aysel çelikel engellemişti. benden büyük bir avukat arkadaşımda bulunan olayla ilgili dava dosyasında polis müdürleri, aysel hoca'nın polisin okula girilmesini engellemesinden çokça şikayet ediyordu. hoca'nın öğrenci yanlısı tutumunu dosyadaki bilgilerden öğrenmiştim. işgal sonrasında %400 zam geri çekilmişti. polisin üniversiteyi basacağını öğrenen yaklaşık beş yüz işgâlci öğrenci, üniversitenin yan(araç) kapısından beklenmedik bir çıkış yapmıştı. polisin beklemediği bu çıkış sayesinde öğrencilerden sadece elli kadarı yakalanabilmişti. onlar da beyazıt'ta çok kötü dayak yemişlerdi. işgâle katılan bir arkadaşım, gözaltında da çok dayak yediklerini, birkaç gün hiç yemek yemediklerini mahkemece tutuklandıktan sonra götürüldükleri ümraniye cezaevi'ne girerken yediği "hoşgeldin dayağı"nda diz kapağının kırıldığını anlatmıştı. cezaevindeki hareketlilik ve çıkan sesler nedeniyle içerideki devrimciler polis operasyonunun başladığını zannedip, "faşizme karşı omuz omuza" sloganı atıp barikat kurmaya başlamış. devrimciler koridorun sonunda yeni getirilen öğrencileri görünce durumu anlamışlar. bu sefer "öğrenciye uzanan eller kırılır" sloganı atmaya başlayıp, barikatı kaldırıp öğrencileri içeri almışlar. içerdekiler, işgâl sürecinden ayrıntılı bilgi verince öğrenciler hem şaşırmış hem de sevinmişler. o zaman cep telefonu ve internet olmadığı için, üniversitede de tv olmadığı için öğrencilerin tv'deki haberlerden fazla haberi yoktu hâliyle.
ben üniversiteye 2000'de girdim. o atmosferin etkisiyle iü merkez binada sosyalist sol güçlüydü. her yer afişlerle ve sol örgütlerin masalarıyla doluydu. okula yurtdışından birini getirseniz türkiye'nin sosyalist bir ülke olduğunu zannederdi. eylemler kalabalık olurdu. darbeci ferman demirkol'un okuldan kovulması, sonrasında derslerinin boykot edilmesi, yemekhanenin özelleştirilmesine karşı işçilerin ve öğrencilerin beraber örgütlediği eylemler de bizim dönemin öne çıkan eylemleriydi. keskin bir kemalist-dinci mücadelesinin yaşandığı dönemde hem göreli kalabalık ve güçlü olmamız hem de dincilerle mücadele etmemiz okul yönetiminin işine geldiği için o dönemde bize pek karışılmazdı.
uzun '90'ların ilk yılında üç, son yılında on yedi yaşındaydım. dolayısıyla bir insan ömründeki en radikal değişiklikler bu dönemde olduğu için bu yılların benim için önemi büyük. '88'de ilkokula başladım. okumayı ve yazmayı öğrendim. ilk dönem melis'e, ikinci dönem elçin'e aşık oldum. aynı yıl tuvalete güç bela yetişip kısmen altıma sıçtım. '93'te on bir yaşında bir bebeyken girdiğim anadolu lisesi'nden, 2000'de on sekiz yaşında, ingilizce metinleri orijinal kaynaklardan takip edebilecek ve altyazısız film izleyebilecek bir yabancı dil bilgisiyle mezun oldum. şimdiki zamana göre yabancı dille öğretim yapan özel veya devlet okullarının, 4-5 yıl yerine 7-8 yıl olmasının hem yabancı dil öğretimi hem de köklü arkadaşlıklar kurma bakımından çok daha iyi olduğunu düşünüyorum. akp'nin ülkenin içine sıçmadığı bir dönem olduğu için eğitim-öğretim bugüne kıyasla daha iyi geçmişe kıyasla daha kötüydü. evrim karşıtı badem bıyıklı bakanlar özal zamanında ve sonrasında da oldular. okullara her zaman doğrudan müdahalelerde bulundular ama akp kadar uzun yıllar tek başına iktidar olamadıkları için müdahaleler sınırlı kaldı diyebilirim. dayak birçok okulda ve seviyede vardı. ilkokuldan liseye kadar çok olmasa da dayak yiyerek okurdunuz. okulunuzun türü vs. de dayak konusunda etkendi. kolejde dayak azdı. anadolu liselerinde orta karar, imam hatiplerde fazlaydı. meslek liselerinde de dayak çoktu fakat bunların bazılarında tersine dayak vardı. öğrenciler öğretmenleri dövebiliyordu.
bu yıllarda günlük hayatın çocuklar için güzel olduğunu söyleyebilirim. istanbul'un nüfusu ve otomobil sayısı bugüne kıyasla azdı. dolayısıyla erenköy gibi artık sayfiye yeri olmaktan çıkmış ve şehre katılmış mahallelerde dahi sokakta futbol, yakar top, istop, saklambaç gibi oyunlar oynanabiliyordu. bisiklet yaygınlaşıyordu ama emekçi çocuklarının hâlâ alamadığı pahalılıkta bir araçtı. bu yüzden mahallede beş altı kişinin bisikleti olurdu. bisikleti olmayanlar kenarda bekler, belirli aralıklarla bisikletler birkaç tur ödünç verilirdi. kimse bu zevkten mahrum kalmazdı. dirseklerimde ve dizlerimde bu dönemde sokakta düşüp kanattığım yerlerin izi hâlâ durur. istanbul'da ve ankara'da apartman-ev ısıtması için kışın çoğunlukla kömür kullanırdı. bu nedenle hava kirliği ankara'da çok ciddi boyuta ulaşmıştı. '93'ten itibaren yavaş yavaş doğalgaza geçildi. kömür kazanının atılıp yerine doğalgaz kazanının konması ve apartmana doğalgaz bağlanana kadar yirmi gün geçmişti. o sürede evde götümüz donmuştu.
cep telefonu yoktu. sadece babası orta ölçekte fabrika sahibi olan bir arkadaşımız '96'da ortaokul mezuniyet yemeğine telsiz büyüklüğünde iki kiloluk bir ericsson telefon getirmişti. herkes birbirini ev telefonundan arardı. cevapsız aramaları gösteren telsiz telefonlar da pek yoktu. isteğin kişiye ulaşamazsan daha sonra yeniden araman gerekirdi. cep telefonlarının yaygınlaşması '99'u buldu. o zamanki telefonlar sadece aramaya, mesaj atmaya ve nokia'ysa yılan oynamaya yarıyordu. cep telefonu oldukça yararlı fakat insanları birbirine yabancılaştıran bir alet. bir de tembelliğe yol açıyor. eskiden buluşma yerleri vapur iskeleleri, tiyatrolar vb. yerlerdi. kadıköy için haldun taner veya boğa heykelinin önü, beyoğlu için akm önü veya tünel çıkışı vb. buluşmaya geciken kişi en fazla on beş dakika beklenir sonra basıp gidilirdi. geç kalan o gün çok şanslı değilse arkadaşlarını bir daha bulamazdı. cep telefonu öncesinde hiç buluşma kaçırmadım sadece bir keresinde yanlış anlaşılma olması nedeniyle bir arkadaşım beşiktaş'taki iskeleye, bense kadıköy'deki iskeleye gittiğimizden buluşamamıştık. şimdi beş dakika kala dahi randevular cep telefonuyla iptal edilebiliyor. masada karşılıklı oturan sevgililer dakikalarca konuşmadan telefonlarıyla uğraşabiliyor. ah ah. eskiden ne güzel testiden su içerdik!
bilgisayar commodore 64 ve amiga 500'den ibaretti. amigada oynadığımız iki boyutlu sensible soccer hayatımda oynadığım en güzel futbol oyunudur. oyun uğruna az joystick kırmadık. '94-'95 yıllarında toplama pc'ler yaygınlaştı. ilk bilgisayarımın 2 hızlı cd-rom'u, 16 mb hard disk'i vardı. ses kartı ise yoktu. sonradan taktırmıştım. işletim sistemi ms-dos ve windows 3.1'di. internet ise '96'dan sonra yayılmaya başladı. biz '97'de internet internet bağlatmıştık eve. o zamanlar telefon üzerinden bağlantı söz konusuydu. internete bağlanıldığında telefon kullanılamaz oluyordu. telefonu açıp birini aradığınızda da internet bağlantısı kesiliyordu. modemin hızı 33600'dü ve 14400 modemlere göre oldukça hızlıydı. saniyede 4000 byte civarında veri aktarabilirdi. bugün ortalama bir modem saniyede yaklaşık 100 mb veri aktarabiliyor. ben sizin için hesapladım benim eski modemin veri aktarma hızının yirmi beş bin katı ediyor. yanlış hesapladıysam konuya hakim arkadaşlar düzeltsin lütfen. dolayısıyla bu hızda ancak yazılı metinler okunabiliyor, küçük fotograflara bakılabiliyor ve mirc gibi programlar aracılığıyla sohbet(chat) edilebiliyordu. şimdi internet aracılığıyla yapılamayan şey yok gibi. bilgisayar oyunları bakımından da güzel yıllardı. indiana jones, championship manager, fifa '94, dune, warcraft, command and conquer serisi, commandos serisi ve ek bölümleri ve daha birçoğu bu dönemde çıktı ve oynandı.
süreyya operası o zamanlar sinemaydı ve çok güzel bir salonu vardı. reks sinemasının adı değiştirilmemişti ve tek salondu. her iki sinemanın da altı yüz yedi yüz kişi civarında kapasitesi vardı. çocukken ninja kaplumbağalar, koruma(the bodyguard), cesuryürek(braveheart) gibi popüler filmlere bu iki sinemada gittim. kurtlarla dansı ise as sineması'nda izlemiştim.
uzun '90'lar müzik bakımından da bereketliydi. popçular için michael jackson, madonna, elton john vb. vardı. the beatles john lennon'un ölümünün de etkisiyle dağılmış, benzer durum john bonham'ın ölümü nedeniyle led zeppelin açısından geçerliydi. pink floyd roger waters'ın gidişiyle "bölünmüş", fetret devrine girmişti. '87 ve '94'te iki albüm yapabilmişti. jethro tull, rolling stones, queen, frank zappa, david bowie gibi önemli rock grupları/insanları yoluna devam ediyordu. bu grupların eski albümlerinin etkisi türkiye'de sürüyordu. ayrıca nirvana, pearl jam, soundgarden gibi yeni rock grupları da bu dönemde kuruldu ve en önemli albümlerini bu dönemde yaptı. metal müzik de çıkıştaydı. daha önce kurulan iron maiden, metallica, megadeth, slayer, guns n' roses vb. gruplar da en önemli albümlerini bu yıllarda yaptı. bunların çoğu türkiye'de konser verdi. moğollar, bulutsuzluk özlemi, mor ve ötesi, kesmeşeker gibi türkçe rock gruplarının da zirve dönemi '90'lardı. özlem tekin, şebnem ferah ve teoman(antipatik pezevenk) da bu dönemde parladı. trt'nin tanımıyla türkçe sözlü hafif batı müziği(tanıma bak!) ya da bilinen adıyla türkçe pop '70'lerden sonraki ikinci büyük "atılım"ını yine bu dönemde yaptı. tarkan, kenan doğulu, mustafa sandal, burak kut, sertab erener, aşkın nur yengi, yıldız tilbe, nazan öncel, harun kolçak, serdar ortaç(tüh senin suratına!) ve sabah uyanıp şarkıcı olan onlarca kişi bu dönemin ürünüdür. aysel gürel, sezen aksu, nazan öncel, yıldzı tilbe, serdar ortaç diğerlerine şarkı sözü yazıp sattılar. hatta aralarında nota bilmeyip beste yapan da vardı.
trt tek kanaldı. trt 2'nin yayına başladığı gün, birkaç saat öncesinden tv'yi açıp şu ekranın önünde beklemiştim. "pop saati", "avrupa'dan futbol" gibi "efsane" programlar bu kanalda yayımlanırdı. "avrupa'dan futbol"u deli gibi beklerdik arkadaşlarımla. ağırlıklı olarak ingiliz ligi verilirdi. o zamanlar yaklaşık kırk kişinin öldüğü "heysel faciası"na yol açan holigan taraftarları nedeniyle ingiliz takımları avrupa kupalarına katılmama cezası almıştı. ian rush, mark hughes, paul ince, john barnes, gary lineker o zamanların önde gelen ingiliz topçularıydı. futbol bugüne göre çok daha sert bir oyundu, bugün direkt kırmızı kart verilen birçok harekete sarı kart bile verilmezdi. gelene geçen çalım atan, bitiriş özelliği ve tekniği yüksek yıldız futbolcular sert savunmacılar yüzünden "ayaklarını ellerine alırlardı". marco van basten, roberto baggio, maradona, ronaldo(şişko) bizden de akp yalakası rıdvan ağır sakatlıklar geçirmişti. van basten'in, ronaldo'nun ve rıdvan'ın futbol hayatı bitti. burada saydığım veya sayamadıklarım da eski güçlerine nadiren kavuştu. ingiliz ligi oyun olarak ev zevklisi olmakla beraber '80'lerin ikinci yarısı '90'ların ilk yarısında italyan takımları avrupa futbolunun hegemon gücüydü. fenerbahçe-galatasaray rekabeti harikaydı. biz gider avrupa'da fark yerdik, galatasaray iyi oynayıp ya turu geçer ya da kılpayı kaçırırdı. o nezihili, fadıl vokkrili( ulan bu adamları doktora mezunları bilmez!) kadroyla ligde galatasaray'ı yenerdik. pazartesi de okulda arkadaşlarımızı kızdırırdık. aynı zamanda fenerin abuk subuk takımlardan 4-5 yediği zamanlardı. minibüsçülerin ve dolmuşçuların "arkayı fenerleyelim(dörtleyelim)" esprisi o yılların ürünüydü. bu boşboğazlık yüzünden araçta kavga çıkardı zaman zaman. maçlar çoğunlukla radyodan dinlenirdi. trt'de aynı anda beş altı maç birden anlatılırdı. gol, penaltı, kırmızı kart gibi durumlarda hemen ilgili maça geçilirdi. yayına geçilirken "şimdi mikrofonlarımız istanbul fenerbahçe stadı'nda" vs. denirdi. coşkulu tezahürat varsa daha spiker konuşmadan anlardınız ki tuttuğunuz takım gol atmış. sessizlik varsa takım aleyhine gol, penaltı veya kırmızı kart var. bir de trt spikerleri sağ olsun hep biz stadı bilenler için anlatırdı. "stadı bilenler için anlatıyorum: fenerbahçe okul tarafındaki kaleye hücum ediyor, beşiktaş deniz tarafındaki kaleye hücum ediyor vs." gibi anlatım kalıpları vardı.
politik olarak hâlen yaşamakta olduğumuz dünyayı şekillendiren büyük tarihi olaylara sahne oldu uzun '90'lar. '89'da berlin duvarı yıkıldı önce sosyalist sisteme dâhil avrupa ülkeleri hemen sonrasında '91'de sovyetler birliği çözüldü. işçi sınıfının düşük çalışma saatleri, göreli yüksek ücretler ve düşük işsizlik oranları, bütçeden finanse edilen eğitim ve sağlık hizmetleri, işçi-memur çocukları için kreş, yüksek emekli ikramiyeleri gibi kazanımların çoğu yavaş yavaş geri alındı. aynı yıl körfez savaşı başladı. televizyon aracılığıyla savaşı ayrıntılı bir biçimde izledik. o dönemde dibimizde savaş varken hatta incirlik'ten kalkan uçakları da tv'den izlemişken okulların tatil edilmemesine hayıflanıyordum. okulu ne kadar sevdiğimi hesap edin. ırak halkına olan borcumu 1 mart tezkeresine karşı 2003'te ankara'da yapılan büyük mitinge katılarak ve ikinci körfez savaşı başladıktan sonra yapılan büyük küçük eylemlere katılarak ödediğimi düşünüyorum.
'90'larda kürt hareketi ve dinci gericilik yükselirken bu gelişmelerle paralel olarak "faili meçhul" cinayet sayısında inanılmaz bir artış oldu. uğur mumcu'nun öldürüldüğü günü çok net hatırlıyorum. şehir dışından gelen görgüsüz bir misafirimizin zoruyla daha önce hiç gitmediğimiz sonradan da hiç gitmediğimiz florya'daki bir kebapçıya gitmiştik. suikast sabah saatlerinde olmuştu. o zaman ne internet ne de cep telefonu var. akşam eve gelip haberleri izlerken öğrenmiştik mumcu'nun katledildiğini. sivas katliamının ilk görüntülerini de 2 temmuz 1993'te saros'ta köy tipi bir restoranda öğle yemeği yerken izlemiştim.
devlet sosyalist solun açık çalışma yürüten üyelerine karşı da çok sert davranırdı. istiklâl caddesi'nde, bahariye'de, kadıköy iskele'de her hafta yapılan gazete satışları engellenir, satış yapanlar gözaltına alınırdı. illegal faaliyet yürütenler yakalandıklarında işkenceden geçirilir veya yargısız infazla katledilirlerdi. gözaltı süresi uzundu. bu nedenle gözaltındayken işkence gören veya katledilen devrimci sayısı bugüne göre fazlaydı.
'90'lar her yönüyle güzel yıllar değildi anlayacağınız. ama bugüne göre türkiye daha az gelişmiş olmasına, yaşam şartları bazı açılardan daha kötü olmasına rağmen mutluyduk. bu durum sadece çocuk olma nostaljisine bağlanamaz. '90'larda yaşam şartlarının daha iyi olduğu alanlar da vardı. meyva-sebze, yemek vs. bugüne göre daha bol, taze ve ucuzdu. nüfus daha azdı, dolayısıyla trafik yoğunluğu da azdı. tatil beldelerinin henüz ırzına geçilmemişti. ucuza güzel tatil yapma imkânı vardı. işçilerin ve memurların kurumlarının veya sendikalarının güzel yerlerde kampları vardı. emekçiler de bugüne göre daha iyi tatil yapabiliyordu. sonra bunların çoğu sermaye sınıfına peşkeş çekildi. özel hastaneler ve özel okullar(burs veren robert kolej gibi misyoner okulları hariç) sadece burjuvalara hizmet veriyordu. dönemin alt seviye memurları, ustabaşı, mühendis, hekim, akademisyen gibi nitelikli işgücü kredi çekip çocuklarını özel okula göndermezdi. dolayısıyla çocukları devlet okuluna gönderen aileler, emekli ikramiyesiyle veya üstüne bir miktar para koyarak bir ev, bir ev bir otomobil alabilirdi. devlet okulları bugüne göre daha iyi öğretmenlere ve öğretim programına sahipti ve okullar dinci gerici bir partinin doğrudan güdümünde değildi. ülkede sömürü, yolsuzluk ve ahlâksızlık her zaman vardı. ama bugüne göre bunlar daha az ve yerel nitelikliydi. akp sağ olsun bunları doğrudan veya dolaylı olarak kendi örgütünde merkezileştirdi. benim gibi o yılların çocuklarının hayatının en güzel yılları olmasına rağmen '90'ları yeniden yaşamak istemem. çünkü hayatta her zaman ileriye/geleceğe bakılmasını doğru buluyorum. ayrıca '90'lardakinden daha güzel bir ülke yaratma ihtimali her zaman var.
Ne zaman kötü hissetsem, kendimi ona ait şeylerle avunurken bulduğum dönem/kültür.
Ama benim için en çok "çocukluğum" 90'lar. En mutlu hissettiğim, Henüz kendimi bulmadığım, çünkü aramadığım zamanlar. Dolayısıyla bolca huzur. Sepya bir fotoğraf, deniz kokan anılar.
Bahsedilecek Çok şey var 90'lar ile ilgili ama ben bugün şarkılarıyla döndüm ona. Aşkın nur yengi - serserim benimden girdim levent yüksel - uçurtma bayramlarından çıktım. İyi mi geldi daha mı hüzünlendim bilmiyorum. Bildiğim tek şey, bugünün plastikliğinin zerresi yok orada. Gerçek, duygu yüklü ve özel.
O döneme ait daha bir sürü şarkıcı, şarkı, grup var ama ben sadece yerli olanlardan bir derleme yaptım. Ama yoruldum, Devamını da siz getirirsiniz belki 90'lar seven kulzos ahalisi.
Bu arada bu girdide isim ve şarkıları geçen ajlan büyükburç, kerim tekin, gökhan semiz (grup vitamin), uzay heparı, orhan atasoy, harun kolçak, dolores o'riordan (the cranberries), michael jackson ve elbette canım kurt cobain'i de anmamak olmaz. İyi ki bu dünyadan geçmişler.