bugün burada; bir 2. dünya savaşı gazisi olan, tanıma şerefine erişemediğim öz dedem hakkında yazılmış bir makalenin çevirisini paylaşacağım.
ruhun şad olsun teymur dedem...
kendisi 7 dilde tercüman, şair, yazar ve öğretmendi. benim dile olan yeteneğim şiire olan ilgim onun genlerinden kaynaklanıyor olmalı...
-
1956 Ocak ayında Türk Gazetesi yeni bir yazı dizisinin reklamını yapmaya başladı. Serinin adı “Stalingrad Cehenneminde 95 Gün Çarpışan Türk” olacaktı. 45 günlük seride okurlar, Nazi SS Subayı olan eşsiz bir Türk’ün kaleminden İkinci Dünya Savaşının en kanlı maceralarına tanık olmaları için davet edilmişti. Bu eşsiz Türk, Teymur Ateşli adında bir adamdı. Fragmanda Ateşli’nin Azerbaycan’dan geldiği ve siyasi kargaşa sonucunda bir hapishanenin karanlık bir köşesinde doğduğu söylendi. Serinin ilk bölümü “Eski Alman SS Subayı Teymur Ateşli Kimdir?” başlıklı Ateşli’nin Azeri Türk olduğunu açıklayan biyografik makale ile birlikte 15 Ocak 1956 Günü yayınlandı. Ancak serinin başlığı altında; Ateşli; Azerbaycanlı oluşunun daha çok bir coğrafya meselesi olduğunu vurgularken Türk’lüğün kan ve ırk meselesi ve varlığının özü olduğunu okurlara aktardı. Ateşli; I. Dünya Savaşında Türklerle birlikte Çanakkale’de savaşmış olan Nazi bir Albay’ın bir defasında ona tekrar bir Türk’le birlikte savaşmaktan ne kadar hoşnut olduğunu söylediğini anlatıyor. Ateşli de cevaben ona Türk olmasına rağmen, Türkiye’li olmadığını, Azerbaycanlı olduğunu söyler. Nazi Albayı da bunun Doğu Prusya’dan hiç farklı olmadığını söyler: “Anavatan’dan o da ayrı ama halen Alman toprağı”
Ateşli’nin doğum yeri biyografik metinde Bakü’nün kötü şöhretli “Bayıl hapisanesi” olarak geçiyor. Ateşli, 1922 yılında annesi ve iki büyük erkek kardeşinin Komünist yetkililer tarafından tutuklanmasından sonra doğdu. Çünkü Babası; Azerbaycan’ın ulusal kahramanı, dağlarda ve ormanlarda Ruslarla savaşıyordu. 14 yıl önce Bayıl, daha o zamanlar tanınmayan genç bir devrimci olan Stalin’e de ev sahipliği yapmıştı. Hürriyet Gazetesi bu bağlantıyı vermedi ancak okurlarına, Ateşli’nin acılar içinde doğuşunun; Bolşeviklerin kendi Azerbaycan’ının “özgürlüğünü çiğnediği” zamanı takip eden bir dizi acımasız baskıların başlangıcı olduğunu aktardı. Çocukluğu ve gençliği yoksulluk içinde ve felaketlerle geçti. Ancak; Rus toplumu tarafından suçlu görülmesine rağmen, üniversiteye girmeyi başardı. Ateşli’nin eğitimi; 1940’da , Sovyetler Birliği’nin Almanya’yı işgali sonrasında Kızıl Ordu’ya çağırıldığında yarıda kesildi. İşgal altında olan Polonya’ya gönderildi ancak Sovyet Askeri Kariyeri 1942’de düşmanın eline düştüğünde kesintiye uğradı. Bu nokta Ateşli’nin hikayesinin sıradışı dönüm noktasıdır. “ Ona vatanında çektiren tüm zulüm için büyük bir intikam duygusuyla dolu olarak, Teymur Ateşli Alman Ordusu’na kabul edilmek için gönüllü oldu.
“Nazi Sorusu”
Ateşli; yazı dizisi boyunca Alman meslektaşlarının gözünden ve kendi gözünden “bir Türk olmanın ne anlama geldiğini “ yansıtır. Türkler; kahraman, onurlu ve sadıktır. Arkadan bıçaklayan hain değil! Hürriyet ve yazar; hain-kahramanlık olgusunu tamamen açık olarak sundular ve Ateşli gerçekte bir hain değildi, çünkü Almanlarla beraber Ruslara karşı birleşmeye karar vermişti. Sovyetler Birliğinden gelen Türk kökenli bir adam için, Nazi’ler ile birlikte savaşmak ihanet değildi. İhanet için güven bağı gerekir, fakat ezilmiş inatçı bir (öncelikli olarak Türk olan) Azeri ile onun muhalif Rus zalimleri arasında ne gibi bir bağ olabilir?
Ateşli’nin düşmana katılma kararı, hem rasyonel bir karar, hem de Türk birliğinin ve kurtuluşunun en büyük sebebi olan sadakatin tutkulu bir ifadesi olarak yazılmaktadır. Ateşli “Mümkün olan en kısa zamanda” başlıklı yazısının girişinde şöyle yazıyor: Savaşmak istedim; bana, aileme ve ırkdaşlarıma yaptıkları işkencelerden dolayı Ruslardan intikam almak için… Daha sonraki bir bölümde Ateşli, Sovyet safındaki bir Azeri Türkü ile beklenmedik karşılaşmasını anlatıyor – ki bu onun kuzeni Muzaffer. Muzaffer; Türk okuyucularının kötü bir emare olarak göreceği “Rus Ermenisi” ile devriye geziyor, fakat Ateşli iyimserdir: “ Kuzenim, onun milletini, kardeşlerini ve dindaşlarına işkenceler yapan Kızıl Ruslara karşı nefret besliyor olsaydı, sözlerim onu doğru yola getirebilirdi.” Silah zoruyla Muzaffer ile karşılaştığında ümitleri tükeniyor. Kuzeni onu hain ve vatan haini olarak nitelendiriyor. Ateşli burada sadece kendi için değil, Bolşevikler tarafından tamamen beyni yıkanmış olan Muzaffer için de üzülüyor. “Asıl hain sensin, sen vatanını satarsın” diye cevap veriyor.
Stalingrad yazı dizisinin her bölümünde, yazar fotoğrafında Ateşli, SS üniformasını giyer. İfadesi, dik bakışları, ve ciddi yüz ifadesi, tesadüf eseri olmaksızın, bize Türk Irkını savunmak için savaşan Türkiye Cumhuriyeti’nin son kurucusu ve ülkenin en saygın adamı olan Mustafa Kemal Atatürk’ü anımsatıyor. Peki ana akımdan olan bir gazete neden Nazi’ler için savaşmaya gönüllü olan bir adamın hikayesini yayınladı? Neden Azeri ilticacı ile modern Türk devletinin babası arasında görsel ve retorik bağlantılar yarattı? Ateşli’ye ve Azerbaycanlı insanlara eziyet eden, ve 1956’da Türkiye’yi ve Nato mütteffiklerini tehdit eden Etnik olarak heterojen bir Bolşevik, daha sonra da Sovyet önderliği ve komünist ideolojiydi. Yine de ; düşmanları kötü Bolşevikler ve Komünistler olarak hor görse de; Hürriyet yazı dizisi Marksist-Leninist ideolojinin tehlikelerini göstermek için zaman harcamıyor. Bunun yerine; okuyucular iyi ve kötünün ırksallaştırılmış bir dramını sunuyor. Bu bağlamda Ateşli’nin temsil ettiği haklı ve cesur Türk ırkının, ahlaksız ve cahil Ruslara savaşmaktan başka şansı yoktur.
Almanlara gelince, Ateşli,anavatanını Rus işgalinden kurtarmak için elinin mahkum olduğu nihai görevinde Almanları müttefik olarak takdir ederken, onların takdire şayan verimliliklerine rağmen, onur eksikliğinden dolayı ölümcül bir şekilde engellendikleri sonucuna varır. Başladıkları savaş temel meselenin yanında, Almanlar bu dramada ikincil bir niteliktedir. Naziler geri dönülemez bir sonun sadece sorgulanabilir bir yoluna neden olur – Türk Irkının özgürlüğü ve birliği.
Ateşli’nin Hikayesi
Ateşli hikayesine güneşli bir sonbahar gününde, Stalingrad istikametinde olan Don nehri kıyısında ilerlerken başlar. Almanlarla birlikte ortak düşmanlarına karşı savaşmak için gönüllü olduktan sonra Ateşli; Berlin’deki bir askeri okula kısa bir eğitim için gönderilir. Başarıyla programı tamamladıktan sonra Teğmen rütbesini alır. Kültürel sermayesi, Rusçayı akıcı şekilde konuşması, Kızıl Ordu’nun iç işleyişine hakimiyetinden ve Rusları ve diğer Sovyet insanları arasındaki yaşam deneyiminden dolayı; Sovyet cephesine gönderilir. Onun Alman komutanları, kendilerine olmasa da, Ateşli’nin amacına olan bağlılığının samimiyetine ikna olmuş olmalıydılar. Ayrıca Kızıl Ordu saflarında “onun gibi öfkelenen Türkler” gibi başkalarını yetiştirmek için onun öncülüğünü takip etmenin yararlı olduğunu umuyor olabilirler. Bu gerçek, Ateşli’nin Stalingrad savaşı ve görev sırasında yaptığı görevlere de yansır. Stalingrad’a gelişinden kısa bir süre sonra; Rus bombardımanının ardından, savaştaki cesaretinden dolayı bir Alman askeri onur madalyası olan “EisenKreuz” (Demir Haç)’a layık görülür. Bir Müslüman olarak Ateşli bir haç takmaktan kendi içinde çelişse de, daha büyük bir misyon uğruna, Almanları gücendirme riskine girmemeye karar verir.
Kısa fakat olaylı açık cephe çatışmalarının ardından, Ateşli; istihbarat almak ve yüksek rütbeli hedeflere yakınlaşmak ve suikast yapmak için defalarca düşman hatlarına gönderilir. Bu görevlerden birini takiben, Rus tutukluların açlıktan ölmek üzere olduğu bir Alman hapisanesini ziyaret eder. Ateşli; Rusları gerçekten bu kadar acınacak halde görmenin kendisini iyi hissettirdiğini yazsa da, aynı zamanda kendi kökeninden olan insanları da Alman safına getirmeyi umuyor. Mahkumlardan bazılarıyla konuşurken, aralarında eski edebiyat öğretmeni de olmak üzere birkaç Azeri Türk’üyle tanışır. Kampta 200’den fazla insan olduğunu, ancak aksini iddia etmelerine rağmen Alman’ları Yahudi olmadıklarına ikna edemedikleri için infaza götürüleceklerini öğrenir. Bu, Ateşli için Alman yoldaşları hakkında bir tereddüt getirmez ancak onu kamptan sorumlu olan albaylığa koşturur ve Ateşli, bu tutukluların Ruslarla savaşmaya hazır Türkler olduğunu açıklar. Ateşli’nin göğsündeki Demir Haç’tan açıkça etkilenen Albay ona inanır ve bu yeni gönüllüleri Rostov’da Almanlar için savaşmaya göndereceğini söyler. Böylelikle okuyucular, Ateşli’nin Almanlarla çalışabilmek için kendi dini unsurlarını feda ederek en azından bazı Türk / Müslüman hayatlarını kurtarmayı başardığını kavrıyor.
(Böylece, Almanların ilk başta bu hayatları sonlandırmak için karar vermelerinin, ırksal saflık vizyonuyla bağdaşmadığı açıkça anlaşılıyordu.)
Ateşli’nin görevinin doğası onu Stalingrad (kavrulmuş toprak - her iki taraf için de orantısız sembolik bir ağırlık taşıyan bir kentten kalanlar) Muharebesinin merkezi çarpışmasından uzakta tutarken, bu görevler onu Rus askerleri, subayları ve sivilleriyle temas halinde olmasına yardımcı oldu. Bu temas; yazara, okuyuculara onların ırksal kusurlarını ilk elden sunma fırsatını, ve kendi eşsiz Türk erdemleri arasındaki keskin karşıtlıkları resmetmesini sağladı. Savaşın öfkeli temposu, her iki tarafında ölülerini gömmesini engelledi ancak meslektaşlarından biri ona yarı çıplak rus cesetlerini bulduğunu söylediğinde, Ateşli şöyle der: “Anlaşılıyor ki geri çekileseler bile Ruslar kendi cesetlerini soymaktan geri kalmıyor.” Ruslara karşı intikam dolu olmasına rağmen, açlıktan ölen savaş mahkumlarına acır ve çevredeki köylerden yiyeceklerini kampa bağışlamaya ikna eder. Ancak bu sonuçta nafile bir harekettir – Ruslar Alman savaş mahkumu kamplarını bombalayarak kendi adamlarını öldürüyorlardı. Ateşli; bu hamlenin esir alınmış askerlerin kendilerine karşı olabilecekleri ve düşman safında savaşabileceklerini korkusunun ve acımasızlıklarının göstergesi olduğunu söyler.
Ateşli Ruslarla en yakın temasını, kendisi ve arkadaşı Hans istihbarat misyonunda düşman hattının ardına gittiklerinde yaşar. Rus üniforması giyinmiş olarak; terkedilmiş ve harabe Stalingrad sokaklarında yürürken devriye gezen bir Rus subayı ve askeri tarafından durdurulur. Ateşli, kendisinin ve Hans’ın neyin peşinde olduklarını açıklamaya çalışırken, subay onlara ceplerini boşaltmayı emreder. Alman istihbaratı, iki adama da Rus askerlerinin taşıyacağı eşyalar vermiştir; Sovyet cep bıçakları, ayna, yara bandı, ve Rus sosisli sandviçi. Onları sorgulayan Rus subayın dikkati sosisli sandviç yüzünden dağılıri iki tanesini kendi için alır ve birini de yanındaki askere verir. Açlıktan ölen bir adam gibi sosislileri yutan Ruslar artık daha dost canlısıdır ve hatta neden oldukları rahatsızlıktan dolayı özür dilerler. Dört asker şimdi Kızıl Ordu genel merkezine doğru yol çıkarlar fakat ikisinin yüzü yeşile döner ve yere düşer ölürler. Ateşli okuyuculara Rusların ne kadar pisboğaz olduğunu bildiğini belirtir ve istihbarat görevlerinde Alman casuslar her zaman zehirli sosisli sandviç kullandıklarını söyler.O ve Hans sakin kalabilmişti çünkü Rusların kendi ölümlerinin aracı olduğuna inanabileceklerini biliyorlardı.
Ateşli ve Hans artık kendi işlerini yapabilmekte, ve düşman hattının ardında çalışan Alman istihbarat birimiyle temas kurabilmekteydi. Nihayet Ateşli’nin komutanı ona yıldırıcı bir görev verir. İki yüksek rütbeli Rus Subayını zehirlemesini ve kellelerini ispat olarak getirmesini ister. Alman subayı ona “ Türk olduğunu göstermesini söyler. Üstün ahlak anlayışıyla Ateşli, bunun onur bir görev olmadığını bilir “ Savaş meydanında intikamımı asilce almayı dilerdim”. “ Yine de amacımı gerçekleştirmek için komünistler gibi berbat şeylerden kaçamam.” Bu misyon açıkça Ateşli’nin hem kendi kendini kontrol etmesi hem de misyonunu her ne pahasına yerine getirmesi konusundaki kararlılığı arasında zorlu bir mücadeleyle karşı karşıya bırakmıştır. Görevinin anahtarı “Natasha” adında genç bir kadındır. Öldürmesi gereken adamların bu kadının evine sık sık uğradığı biliniyor. Ateşli, onun güvenini Novosibirsk’te hizmet verirken Kızıl ordudan arkadaşı olan kardeşini tanıdığını iddia etmesiyle kazanır. Natasha ilk buluşmada genç yoldaşın onlara yatak odasında katılması için zorlar. Bariz açık şekilde kadınsı cazibesiyle karşı karşıya kalan Ateşli, kendini kontrol etmek için mücadele verir. Hayali arkadaşının kız kardeşi gördüğü üzere, “güzel bir malmış”.
Ateşli, o gece öldürmesi gereken Rus subaylarını eğlendirecek olan Natasha’yı ve iki genç kadını bulmak üzere geri döner. Bu tam bir zamparalık ve sefahat sahnesidir: bütün Rus subaylar zil zurna sarhoş ve kızlar belden üstü çıplak. Ruslar sarhoş olduktan sonra konuşma ve eylemlerinde daha çok hayvanlaşırlar. Ateşli ise, tetiktedir. Sadece içiyormuş gibi davranır ve hedeflerini en iyi zehirleyebileceğini düşündüğü için domuz sosislilerine dokunmadığından emin olur. Sonunda çiftlerin tamamıyla sarhoş olduğunu ve ona dikkat etmeyeceklerini gördüğünde, Natasha’yı onu beklemesi için yatak odasına gönderir. Birkaç kadehi şarapla doldurup üzerine birkaç damla da zehir damlattıktan sonra, Rusların içmeye devam edeceklerini bildiğinden kadehleri birlikte olan çiftlerin yanına bırakır. Onları sonlarına bırakarak, yatak odasında Natasha’ya katılır. Ateşli onun kıvrak bedeninden etkilenmiştir fakat ardında yarım bir iş bırakamaz. Onu öldürmelidir. Bir kadeh zehirli şaraptan ona ikram eder, o da bir Rus olarak içer. Ateşli zehrin işini yapmasını izler. “Nihayet, aşk ve şehvetle yanan güzel vücudu hareketsizdi. Ve sonra “yapılması gereken emredilmiş olan iğrenç ve korkunç görev” zamanı geldi. Bir çok kez, belki de yüzlerce kişiyi öldürmüştü ancak, bu onun kurbanlarının ilk başlarını kesme deneyimi olacaktı. Merkeze döndüğünde Ateşli’nin komutanı kesik başları inceler. “Bunlar onlar, tebrikler Teğmen! Görevinizde başarılı olacağınızdan hiç şüphem yoktu.” Eğer Ruslar tanıdık klişelere sahip; sarhoş ahlaksız ve haksız ise, Almanlar’da önceden tahmin edilebilir şekilde Robot gibi insanlardı. Ateşli görüyor ki, onların büyük erdemleri , bazen onların en büyük kusuru…
buralara uğramayalı epey oldu sevgili kulzos... gelişmelerden haber vereyim biraz bakalım...
kısmet olursa 2022 başında bir albüm çıkarmayı planlıyorum, tabii ki sevdiğim tür olan progressive rock / metal türünde. kayıtlara başladım gibi, gitarlar ve vokaller bana ait olacak, davulları bu sefer programla çaldırmak yerine davulcu olan kuzenim çalacak. ayrıca bass gitar da yine canlı kayıt edilmiş olacak. mix - mastering işinde de yine bir müzisyen dostum yardımcı olacak. parçaların taslakları hazır gibi, trafikler oturunca pilot kayıtları alacağım ve müzisyen dostlarıma çalıp kaydetmeleri için yollayacağım.
monster'a tekrar macos kurmayı başardım. big sur yükledim bu sefer de, canavar gibi çalışıyor. screen mirroring için de bir tane apple tv edindim. bakalım neler olacak...
işlerle ilgili bu hafta inanılmaz yoğun geçti, tatlı bir yoğunluk değil boktan bir yoğunluktu ama bu. en son ithal edip pey der pey çektiğimiz malların bulunduğu antrepoda yangın çıktı. işimiz iş yani amk.
bir üst girdiye bakıyorum. albüm demişim,2022 başı demişim. halen bir parçayı bitiremedik gibi bir durum söz konusu. zaten havalar öyle ısındı ki, gitar çalasım da bir şeyler yapasım da gelmiyor. muhtemelen seneye kışa kalacak bu albüm ya da sonbahar. ölmez kalmazsak...
başka bir arkadaş ile burada denizli'de grup kuralım dedik. o da yalan oldu yine... bu grup kurma işi bu denizli'de neden olmuyor anlayabilmiş değilim. gerçi baştan seçilen parçaya hayır deseydik böyle olmazdı. c standart'a çekince entonasyon bok oldu. çalınabilir soundda değil gitar.
fitness'a başladım. aga ne zor işmiş, hem kendini tutacaksın her boku yemeyeceksin, hem de düzenli olarak devam edeceksin. düzenli olarak devam ediyorum ama ara ara diyeti bozdum. işten sekizde çıktığım çarşamba günü sinirlenip gittim steakhouse gömdüm, ona rağmen başlangıç kilomdan eksik çıktım tartıda. demek ki doğru yoldayım. güzel... şu anda şeker kesilmiş, kola çok nadir, tavuk pilava devam durumdayım.
sagopa; yeni albüm yapmış. tam özümseyebilmiş değilim, bu hafta kafa çok kalabalıktı. akşamları da diablo immortal ile geçiyor ağırlıklı.
bir tane ikinci el kitap satan bir yerden elimde olmayan murat menteş kitaplarını edindim bir de.
temmuz'un son haftasına girerken hayatımda neler olup bittiğini paylaşayım biraz sevgili kulzos ile...
bayram haftasından önceki cuma sabahı duş almaya yeltenip, beş dk. da duş aldıktan sonra banyodan çıkarken kaydım ve kapı koluna tutunmak isterken sol ayağımı kapının eşiğindeki mermere vurdum. sonuç; kan revan bir ayak, baş parmaktaki kalkmış tırnak. ardından o panik ve sinir havası geçince kendime gelmeye başladım. bir taksi çağırdım ve üniversite hastanesinin aciline gittim. röntgen falan çekildi, tabii ben basamıyorum ayağım üzerine... çatlak var dendi. sonra oradaki acil hemşiresi dizime kadar alçıya aldı ayağımı... normalde başparmağa atel yapacaklarmış... ardından ortopediye git dediler ama devlet hastanesinden ortopediye randevu almak imkansız gibi bir şey. neyse... yol üzerindeki özel hastanelerden birine giriş yaptırdım. ortopedi doktoruna göründüm, o da bir röntgen istedi. çektirdik. ya dedi senin ayağını niye alçıya aldılar. sadece tırnak kalkmış, kırık çıkık da yok diyerekten alçıyı söktü ve pansuman yapıp 2 gün izin yazıp gönderdi. hafta sonu terlik edindim kendime bir çift, ertesi hafta da işe terlikle gittim geldim; bir rahat oluyor ki sormayın...
bayramdan sonrasını ve şimdiye kadar geçen akşamları bisiklet sürerek geçirdim, geçen akşam aşırı süratten dolayı mıdır, yoksa ekrandan mı bilinmez; ekran saçmalamaya başladı. masraf açacak belli yani, ekran üzerindeki tüm ne varsa görünüyor maşallah... dolayısıyla ben ne batarya voltajını ne hangi kademe pedal desteğinde olduğumu göremiyorum. dün gece full şarj ettim. sabah gelirken düzelmişti. garip...
dün gece trt3radyo'da forte isimli programda ilk resmi single'ım olan orientie çalınmış dj tarafından. piyasaya çıktıktan 3 sene sonra... gelecek albümüme koymak konusunda kararsızdım, ancak şimdi bu olay da beni o parçamı albümde canlı enstrümanlarla çalınıp tekrar piyasaya sürme konusunda cesaretlendirdi.
albüm konusuna gelince; parçalar git gide olgunlaşıyor bu süreçte... hiç bir yeni kayıt almadım ama fikirler büyüyor. sonbaharda kayıtlara başlarım tekrar diye planlıyorum. bir yol haritası çıkaracağım en kısa zamanda. aslında o bile belli ama neyin ne kadar eksik, fazla olduğunu yazmadan tahayyül edemeyeceğim. zaten bu albüm bitsin ikinci albüm üzerine de çalışmaya hemen başlıyor olacağım. ama önce elimizdekini bitirelim değil mi?
tabii ayak sakat yatarken de sporu boşlamak zorunda kaldım. o ayakla koşmayı bırak yürümek bile işkenceydi. bol bol yedim ben de... yatarken de kurtlar vadisi ilk 97 bölüm olan diziyi 8. kez nihayete erdirdim. netflix'den de bir iki dizi izledim kısa olanlardan. orada izlediğim dizilerden birinde oynayan bir başrol oyuncusuna aşık oldum diyebilirim... o kadar aşık oldum ki, kıskandığımdan dolayı buraya adını bile yazmayacağım...ahaha...
2 haftada insanın hayatında bir çok şey değişebiliyor sevgili kulzos...
2 gün rapor almak insanın 2 günlük maaşının piç olmasına yetiyormuş, ne şirket karşılıyor, ne devlet... bedavadan 2 gün yattım resmen. parasında değilim de koydu be...
çok severek aldığım ibanez'i, çok severek sattım. çok da güzel paraya gitti...
müzik prodüksiyonu için imac aldım bir tane. geçtiğimiz çarşamba günü geldi ve bu haftasonu logic ve guitar pro kurup parçalarımı düzenlemeye başladım. hızlandım baya bir bence...
kısmetse sonbahar sonuna çıkaracağım albümü. baya ümitliyim. ustalık eseri gibi bir şey olacak... yıllarımın müzikal birikimi...
hmm... bugün buraya yıllar önce yazdığım bir girdiyi bulmak için girdim. sinir harbi yaşayıp tüm girdileri sildiğim girdilerin arasında buldum onu...
ancak şimdi keşke silmeseymişim o girdileri diyorum. bir kaç tanesini okudum ararken ... onlar hep benim anılarımmış. zor zamanlar yaşamışım. dibe vurmuşum. o dipten de kendi çabamla yükselmişim derin suların yüzeyine. aslında bir günlük olmuş benim için burası.
guzel bir ayrıntı... her şeyden vazgeçip gitarımı bile 6000 tl ye satmak istemişim 3 sene önce... sonra satmadım gerçi ve şu son bir ayda güzel paraya gitti :)
Hayatın sana ne getireceğini bilemiyorsun maalesef... şu anda da seneye ne olacağımız çok belli değil..
sevgili kulzos.... iki gündür acayip doluyum... doluyum da kelimeler dökülemiyordu... öfke, nefret, üzüntü... her şey birbirine girmiş durumda içimde...
yok yere öldürülen onur şener'in cinayeti beni derinden sarstı... müzisyen dostlarımla konuştum... onca zaman sahne aldık, biz de olabilirdik... zamanında karasu'da bir canlı müzik programı sonrası kurşunlanıyorduk az daha... yine mevzu istek şarkı mevzusuydu... bunu yapan adam bir de polisti yani sonradan öğrendiğimize göre... o gece nasıl eve döndük, çok iyi hatırlıyorum... kafamız iyiydi ama ayıldık olayın vehametinden dolayı... hiç bir yerde duyulmadı, sessiz sedasız kapandı gitti mevzu... o zaman aslında anlamıştım ben her ne kadar eğlenceli bir iş yapıyor olsak da; böyle olaylara gebe olabileceğini... zaten o programdan sonra evlilik mevzuları girmişti araya bir daha da canlı müzik yapmadım.
bir kaç senedir de sahne alayım falan diye çabalıyordum denizli'de... şu cinayetten sonra inanın zerre hevesim kalmadı... evde kendime çalarım, albüm yaparım... belki radyoda çalarım bir iki... gerek yok yani insana bulaşmaya... gerçi bunlara insan demek zor... neyse...
twitch yayını yapacağım için aldığım bir çok ekipmanı da satılığa çıkardım, vokal pedalı, harici klavye, mikrofonlu kulaklık, launchpad vs... ve monster, gerçi onu oyun oynayım diye aldıydım da... imac girince işin içine çok da gerek kalmadı gibi sanki. hepsini satıp bir 7 telli gitar alasım var.
ben kimsenin ağlama duvarı değilim... yoruldum bitmek bilmeyen dertlerinizden...
samimi olduğum bir arkadaşım var, sürekli ama sürekli dert yanıyor. bir ara her gün konuşuyorduk, her gün dert yanıyordu. yordu beni açıkçası, ya benim ne dertlerim var kimseye söyleyemediğim gelip de sana açıyor muyum?
tam güzel bir şeyler olacak hayatımda derken yine bir hayal kırıklığı oldu bugün. detaya girmek istemiyorum. gerek de yok zaten. kimseye güvenilmeyeceğini bir kez daha anladım böylelikle.
10 kişi toplansa hadi oturup da opethian'ın hayatını güzelce bir sikelim dese bu kadar çetrefilli bir olay örgüsü yaratamazdı... talihsizlikler öyle ardı ardına geldi ki; harika bir durum oluştu anlatalım;
26 Eylül 2022 tarihinde saat: 12:13 de gümrük müşavirliğine 95 nolu r. faturası ve evraklarını mail yoluyla gönderdim. O gün öğleden sonra masa başında fenalaştım, ve İK’ya giderek tansiyon ve ateş ölçümü yaptırdım. Aynı gün öğleden sonra R. firmasından aynı bedel ve tonajda bir yükleme evrakı daha gelmiştir (89) Bu evrak maalesef durumumdan dolayı gözümden kaçmış oldu. 5.10.2022 tarihinde ödeme listesi hazırlarken sadece bir R faturası olduğunu düşündüğüm için ödeme vakti gelince bu evrakın faturasını (89) ödeme talebi olarak gönderdim. çalıştığımız banka talebi Finans bölümümüzün 06.10.2022 tarihli talebiyle işleme almış ancak aynı tutardaki farklı vesaik olan 95 nolu faturayı ödemiştir. Dolayısıyla 89 nolu faturanın malzemeleri gümrükte kalmıştır. Ayrıca bu iki haftalık süreç Müdürümün ofiste olmadığı ve benim de yoğun döneme denk gelmiştir. Aradan belirli bir süre geçmesine rağmen; banka bu konu üzerine aynı tutarda bir vesaik daha var uyarısı da yapmamıştır. Hem gözümden kaçan aynı tutarlı vesaik, hem Gümrükçümüzün elinde olan vesaikin ödenmesi ve bankanın aynı tutarda bir vesaik daha var uyarısını yapmaması hem de gelen malzemelerin Gemi acentesi olan ve kendilerine telefon ve mail yoluyla ulaşılamayan M’in tarafımıza hiçbir suretle ihbar geçmemesi, ki normalde 10,20 ve 30. Günlerde ihbar geçmesi gerekmekte; yaklaşık bir aylık bir demuraj bedelinin oluşmasında rol oynamıştır (10.000 usd) . Ayrıca daha önceden R ile yazışmamız sonucu bir siparişin iptal edilip yüklenmediğinin söylenmesi de kafa karıştırmıştır. R’e ilgili malzeme hakkında içerideki sipariş sorulduğunda R'den gelen cevap bu malzemenin şu anda hazırda olmadığı üzerine olduğu için tarafımıza masraf faturaları iletilene kadar bu yüklenen 3 konteyner malzemeden hiçbir şekilde haberimiz olamamıştır.
instagram'da yayınladığım kısa vokal coverlarımı burada paylaşayım madem... belki dinlersiniz * yenileri geldikçe güncellerim, hem arşiv gibi tutmuş olurum.