1. bu senenin en iyi filmlerinden biri olarak gösterilen ve kendisine kariyerindeki tek oscar ödülünü kazandırmış 'in senaristi (romandan uyarlama) 'nin ve 'dan sonraki en ünlü filmi. 8 dalda aday olduğu akademi ödülleri'nden eli boş dönmesi ile bilinir. aslında kadrosundaki yıldızlara, senaryonun uyarlandığı romanın sahibi 'nun adına, o dönem için 15 milyon dolar civarında kalabilmiş bütçesine ve ivory'nin şiddetli amerikanizm'inin perde arkasından işaret ettiği noktalara göre değerlendirilmeli ve başarılı sayılmalıydı. ishiguro'nun romanını okumadım, sadece filmi izledim. aşağıda yazacaklarım sadece filmle ilgili olacaktır.

    'nun bu ayki film listesinde () yer alan filmlerdendi the remains of the day. başrollerindeki ve 'in en iyi filmleri olarak bilinmediğinden dolayı ve bu kadar oscar adaylığını hak etmediği birçok yerde yazılıp çizildiğindan dolayı seçtim ben. zaten thompson da en sevdiğim aktrislerden. kaçıramazdım.

    filmin konusu, ikinci dünya savaşı öncesi ingiltere'sindeki bir malikane ve içindeki insanların hayatlarından oluşuyor aslında. ivory'nin, filmin adeta merkeziymiş gibi göstermeye çalıştığı, her şeyi birkaç yıl önceden görüp "ben size demiştim" demeye çalışan amerikan delegesinin rolü oldukça gereksiz olsa da, malikaneye giren ve çıkan herkesin hayatından birkaç nokta çıkarmak, filmin romandan uyarlama olduğununa dair iyi bir kanıt veriyor tüm izleyicilere. hatta, ivory bir adım ileri giderek filmin orta yerinde duran ve tüm filmi onun gözlerinden görmeye zorlandığımız başkahya "james stevens"'ın gerçek hayatta olamayacak denli sınırlar barındıran robot gibi yaşamasını "işe bağlılık" sayan günümüz insanları üzerinden anlatarak izleyiciye tokat atmayı da başarıyor. sanırım romanın da ana fikirlerinden biri bu tokat olmalı, zira ishiguro, kitap eleştirilerinden okuduğum kadarıyla, gerçek hayat içinde yitip gitmiş insanlara "aslında yaptığın şey doğru değil, bre kör. dön de kaybettiklerine bak bi'" ana fikrini seviyor. ivory'nin de bu "alt metin" isteği hemen hemen her filminde olan bir amaç unsuru olduğu için ishiguro'nun romanını filmleştirebilecek, şu anda sağ olan yönetmenler arasında kendisi, gayet iyi bir tercih olmuş. amerikanizm'ine geleceğim birazdan.

    başkahya'nın koca malikanenin işlerini tek başına düzenlemesi mümkün olmadığından dolayı bir idareci daha olmalı, ki bu noktada da "sarah kenton" devreye giriyor. bizim dilimizde "temizlikçi" anlamına geliyor aslında. böyle büyük evlerin ayakta kalabilmesi ve işlerin yürümesini sağlayan iki ana kişi olmalı: biri kahya, biri de idareci. bay stevens ile bayan kenton evin her şeyi. evin sahibi "lord darlington"'ın yerel halk üzerindeki etkisi gayet görkemli olabilir, ancak filmde bahsedildiği kadar dış politikaya dair hemen hemen hiçbir etki alanı olamaz. filmin temel sorunlarından biri olan yanlı tarih anlatısı (aslında yanlış tarih anlatısı ama ivory'yi seviyorum, o kadar da vurmayayım), özellikle büyük buhran sonrası amerikan tarihi ve dönemi alman tarihi'ni araştırmış izleyicide "hade len" tepkileri yaratacaktır. lord'un dış politikaya etkisinin ne denli büyük gösterildiğini şu örnekten görebilmek mümkün (merak etmeyin, spoiler değil): filmin sonlarına doğru lord'un malikanede konuk ettiği kişilerden biri, henüz genç bir elemanı olan . partideki ilk yıllarında olduğunu düşündüğüm heydrich'in, ingiltere'de partisine sempati kazandırmak için gönderilecek kişilerden biri değil, işgal edilmiş yerlerde ön saflarda propaganda unsuru olarak kullanıldığını bilince "ingiltere'de heydrich'in ne işi var?" sorusu çok mantıklı görünüyor.

    birkaç noktaya dikkat çekeyim ve bitireyim:

    - hugh grant'in gençliği : briyantinli saçlarıyla çok genç görünse de, film vizyona girdiğinde 33 yaşında olan grant, filmdeki gazeteci bakış açısını gözleri önüne serme noktasında gayet iyi. yan rol eksikliği pek olmayan filmde göze çarpmıyor performansı.

    - ölü tavuklar : tabii ki gerçek değiller ama oldukça gerçekçiler. birkaç yerde derileri yüzülmüş tavuklar vardı ama bu sahnedekiler gerçek değilmiş.

    - lord darlington'ın malikanesi : yönetmen ivroy, 1942'de 'nın yapıldığı berlin kırsalındaki bu malikane ye benzerlik olsun diye filmdeki malikaneye kullanmışa benziyor. etkileyici ama filmin sonlarında malikanenin kuş bakışı görüntü sünü görmeyeydik, daha iyiydi.

    - manzara : filmin en iyi sahneleri, uçsuz bucaksızmış gibi görünen ingiliz kırsallarının geniş açıda çekildiği sahneler. örneğini verdiğim sahne gün batımı olduğu için nefis ama birkaç sahne daha var böyle "vay be" diyebileceğiniz. sadece görsellik için bile izlenebilecek bir film yapmış ivory.

    - superman : filmin kilit olmayan ama keyif veren yan rollerinden birinde. 2004'teki ölümünden önceki görüntülerini hatırlayınca insanın içi parçalanıyor. canlandırdığı amerikan delegesinin çok fazla eleştirilecek yönü var ama reeve canlandırdığı için tek kelime edemedim, çipil çipil gözlerle ve akan burnumla kendisini keyifle izledim. gerçekten büyük oyuncuydu.

    - gazete ütülemek : başkahya görevlerinden biri de, günlük gazeteleri lord'un okuması için kendisine götürmek. eh, buruş buruş gazeteleri lord'a sunmak bir "onursuzluk" göstergesi olarak tanımlandığı için her sabah bütün gazeteleri ütülüyordu bay stevens. eski tip, kömürle çalışan ütü görmek de güzeldi.

    film, yakın dönem amerikan ve alman tarihi dışında, gayet başarılı. zaten hopkins, thompson ve reeve'in rol aldığı bir filmin kötü olabilme ihtimalini çok az görüyorum ben. ivory'nin ustalık eserlerinden biri olmayabilir. ilgi alanlarınız içinde bu tarihler ya da ingiliz aristokrasisi varsa, "the remains of the day" sizin için biçilmiş kaftan olacaktır. tekrarlayayım: bazı tarihsel gerçeklerin saptırılmasına "yav he he" demeyi unutmayın. superman'i gördüğünüz sahnelere kadar sinirlenebilirsiniz ama reeve ekranı kapladığı anda ergenliğine yeni girmiş, heteroseksüel bir kız çocuğuna dönüşeceksiniz. ben aynen böyle oldum.

    afiş

    fragman
    #96193 lake of the hell | 7 yıl önce
    0film 
  2. 'nun 1989 yılında yazıdığı roman. türkçesi şebnem susam saraeva çevirisiyle ve günden kalanlar adıyla 2015 yılında tarafından yayınlanmış. okuduğum ikinci ishiguro romanı. ilk okuduğum idi ondan sonra yazarın müptelası oldum zaten.
    konuyu dağıtıyorum ama söylemeden edemiyciim. @zarathustra godot ile kulzos radyonun chat odasında defaten tartışmışlığımız vardır. bazı kitapların filmleri çok eksik kalıyor bana göre. ona göre ise kitap ayrı, film ayrıdır ve karşılaştırmak yersizdir. yine de okuduğum kitapların büyük kısmından yapılan filmler hayal kırıklığıdır. burada ayırıcı bir nokta var tabii, kitabın niteliği. bir kitap olay örgüsü ağırlıklıysa filme çekilirken fazla bir kayıp olmuyor. romanları, serisi, serisi bu nedenle gayet başarılı. ama bir kitap ne kadar iç diyaloglarla doluysa, yer alan kişilerin duygu dünyalarına ne kadar iniyorsa uyarlaması da o kadar zayıf oluyor. kendi kanaatim tabii bu. her türlü tartışılır.

    ishiguro bilindiği üzere japon asıllı ingiliz bir yazar. çok köklü iki edebiyat geleneğinin mirasını birleştiriyor edebiyatında. yazarı nobel edebiyat ödülüne taşıyan en önemli unsurlardan biri budur kanaatimce. bir de bütün eserlerinde kitabın sonuna kadar olan biten her şeyi sarmalayan bir gizem vardır. tuhaf bir örtüklük. her hangi bir bilgiyi okura hazır lop bir şekilde sunmaz, satır aralarına gizler. okur, küçük kırıntıları birleştirerek bir bütün oluşturur zihninde.

    gelelim ishiguro'nun romanına. ne kadarı spoiler olur sınır nedir pek kestiremiyorum o nedenle fazla ayrıntı vermekten imtina edeceğim. kitapta baş karakter bir ingiliz malikanesinde kahyalık yapan stevens. 1950'li yılların birinden geçmişi anlatıyor. yirmiler ve otuzları. bu dönem ingilterenin sosyal düzeninde kırılma yaşadığı bir dönem. büyük araziler, bu arazilerin sahibi lordlar, malikaneler, malikanelerde yatılı yaşayan servis sektörü. yüzyıllar boyunca kemikleşmiş bir şekilde yaşanan bu düzen çökmeye başlıyor birinci dünya savaşından sonra. stevens kendi hikayesini anlatırken bu çöküşü gözlemliyoruz bir yandan. diğer yandan bu hizmet sektöründe çalışanların sistemi ne kadar içselleştirdiklerini ve görevlerini ne kadar kendi varlıklarının önüne taşımış olduklarına tanık oluyoruz. yaşanamayan aşklar, arkasından gözyaşı dökmenin bile ayıp sayıldığı kayıplar var. görev bellediği bir düzene sadakatinden ötürü kendi özüne karşı son derece acımasız davranan, insana dair duyguları hak etmediğini düşünen bir kahya. bütün bu ruhani vahşetin yaşandığı dönemin epey uzağında, ellili yıllarda bile iç muhasebesini yapmakta başarısız kalan, neyi sorgulayacağını bilemeyen bir insan var.

    peki bunlar filmde var mı? bana kalırsa yok. film kahyanın hikayesi kadar malikane sahibinin hikayesine de odaklanıyor. romanda malikane sahibinden bahseden bölümler dahi kahyanın ağzından aktarıldığı için bütün bunların aslında kahyanın hikayesi olduğu ve okura olaylardan çok onun olaylara bakış açısını aktardığı idrak edilebiliyor.
    ben önce kitabı okudum. filmi daha sonra izledim. bu nedenle film kendi başına gayet başarılı olmakla birlikte beklentimi karşılamakta bir miktar eksik kaldı. ama filmi izleyip de beğenenler nasılsa izledim diye kitabı es geçmemeli. çünkü kitapta daha fazlası var.
    #237683 laedri | 4 yıl önce (  4 yıl önce)
    4film, roman 
  3. öncelikle, öyle akıcı, heyecanlı bir öykü değil bu. okurken sıkmaz, ama okumayı bırakınca “devamını merak ediyorum, devamını merak ediyorum” da dedirtmez hani. (kendim için konuşuyorum tabii, bunu özellikle söylemeyince hadsizlik yapıyor insanlar)

    günden kalanlar kitabında, bir başuşak'ın (öhöm... büyük başuşak) mesleğine bağlılığını çok iyi işlemiş yazar.

    bir yolculuk hikayesi. yo, hayır, bir meslek etiği hikayesi. hayır, hayır... dünya düzeninin değişimine; gelişimine ya da gerilemesine şahitlik hikayesi. yine eksik oldu... "aşk" ve "sevgi" kelimelerini bir elin parmakları kadar içeren bir öykü olsa da bu sanırım bir aşk hikayesi.

    insanın herhangi bir şeye bağlılığını sorgulatıyor sıkça; başuşak’ın mesleğine sıkı sıkıya bağlılığı, ama işverenine daha da bağlılığı. bir kişiye koşulsuz şartsız inanmak, onu doğru kabul etmek, onun bilgeliğine koşulsuz güvenmek.
    bizde de vardır bu. arabamıza, akıllı telefonumuza, abimize, babamıza, dayımıza inanır, güveniriz hani. inandıklarımızda sorun olamaz. sorun varsa ya başkalarındadır, ya kendimizde. daha iyi olmalıyız. öz eleştirinin dibine vurmalıyız.
    insana kararlarını sorgulatıyor sıkça. “öyle yapmasaydım ne olurdu, böyle yapmasaydım olaylar başka türlü gelişirdi.”

    şunu farkediyoruz ki; pişmanlıklarımızdan besleniyor korkularımız. (evet, bak bu söz güzel oldu. sağda solda furoyd muroyd lafı diye satarsınız artık, o da benden olsun.)
    korkularımız pişmanlıklarımızdan besleniyor ve bütün ömrümüzü ya geçmiş için kendimize kendimizi haklı çıkarmaya, ya da geçmişe takılıp kalarak kendimize binlerce keşkeyle dolu yollar açmaya başlıyoruz.
    en sonunda akıllanıp da “önümüzdeki maçlara bakacağız” dediğimizde çok geç olmasa bari. gerçi hiçbir şey için geç değildir ya, neyse... (ya da her şey için çoktan geç kalınmıştır.)

    bu yukarıda bir sayfa dolusu yazan şeyler kitapta ayan beyan geçmiyor elbette. kitabın amacı da zaten “birileri okusun, özetini başkalarına anlatsın” değil, “birileri okusun, bir şeyler çıkarsın kendince” gibi bir düşünce olunca yukarıdaki onca yazıyı yazmamı haklı çıkarmış oluyorum.
    aferin bana.
    bana niye aferin olsan yahu. aferin amcaya...
    #267483 maraz1 | 4 yıl önce (  4 yıl önce)
    0roman