takvim ve saat kullanmayı bilmek. işin adını koyabilmek.
çocukluktan beri ruhumuzu sıkan anlamsız yasaklar, baskılar, ödevler sonunda, plan ve sözlerden ölesiye kaçar hale geliyoruz. "koşma (neden?), "bunu yiyeceksin (neden abi neden?), küre dağlarında bakır çıkar (bana ne mnakoyum ya bana ne?)... sonunda disiplin öyle korkunç, öyle tiksinç bir kavram haline geliyor ki, izini gördüğümüzde uzaklaşmak için her fırsatı kullanıyoruz.
90'lar -biraz 2000'ler- kuşağı büyüme nefreti ile yetiştirildi. kanca, evde tek başına, yalancı yalancı gibi yüzlerce film hep takım elbise giyen, yarınını düşünen, gerçek hayata dair plan ve endişesi olan sorumlu yetişkin arketipinin yerilmesi gerektiğini kazıdı aklımızın arkasına. ki davranışlarımızın çoğu akılda değil, arkasında belirlenir.
büyüdüğümüzde aynı arketip, düzgün bir işi, bir ailesi, maddi gücü ve kendine ayıracak boş zamanı olan adam olarak karşımıza çıktı ve yok edilmesi gereken biri olarak sunuldu: matriks, american beauty, fight club, office space ...
manzara buyken "haftanı planla, işini planla, zaman tekniklerini kullan" denen insanın "nazi kampı subayı" ile "göbekli, hayatsız memur" arasında bir yere konması şaşırtıcı değil. işin güzeli, aynı etiketi basanların nicesinin, o insanların işlerine, vücutlarına, kocalarına, hayatlarına imrenmesi.
bunun sonucu -daha önce de yazdım- disiplinli çalışarak bir yere gelmenin ayıplanıp, havadan gelen kazancın yüceltilmesi olarak karşımıza çıkıyor. "ben üniversiteye hiç çalışmadım vallahi", "yok ya öyle spor falan, evde kendim şınav bazen", "canım ne isterse çok bol yiyorum ben, bünyem yakıyor"... ya aylarca taocu seks çalışan adam konu açıldığında ortamlarda "bu işler içten gelir öğrenilmez" diyor be.
Bu çarpık kafanın sıkıntısını söyleyeyim: tatminsizlik. "ya anı yaşıyorum, hazzı ertelemiyorum, nasıl doymayayım?" diyenler varsa, doymuyorsun çünkü doya doya yapamıyorsun. beynimiz sürekli başka bir iş ile dürtüldüğünden tatmin olmuyor. çalışırken telefon, telefonla konuşurken araba, araba surerken mesaj... Sonra gün bitti diyor filme oturuyorsun, bu sefer film düşünerek, internette gezerek siktigin iş aklına takiliyor, ona da doymuyorsun. film de yarım. yürüyüşte watsappdasın, o da yarım.
Zaman ayarlamak her anını etkin, üretken geçirmek değildir. zaman disiplini askeri çizelgeyle yaşamak değildir.
jordan peterson "kendinizle iş pazarlığına oturun" diyor. yapılması gereken, planladığınız zora gelmeyi gerektiren -ders çalışmak, internete dalmadan iş yapmak, evi baştan aşağı toplayıp temizlemek, çocukla uğraşmak- ne varsa, kendinizi işe alır gibi sorgulayın. "bu işi yapmanı istiyorum, şu kadar saat bununla uğraşacaksın". sonra iş seçer gibi devam ettirin "o kadar çalışamam, şu kadar mola isterim, karşılığında bu kadar boş zaman, film, dışarı çıkma, alkol talep ederim". bu kafayla iş planlarsanız, caymanıza gerek kalmaz.
yaptığınız işin adını koyun.
yaptığı işin adın koymaktan, kendine yukarıdaki kadar bile taahhüt edemeyenler özünde başarısızlıktan korkanlardır. yanıldıkları yer bu gizli ürkeklikleriyle başarıya yer açmıyor oluşlarıdır.
Modern hayatla birlikte insanlar tarafından uydurulmuş yığınla kavramlardan bir tanesi.
Geçen 10 gün içerisinde en çok yakındığım şey: "yapmam gereken onca şey var ve yetemiyorum. Çok yoruluyorum ama geriye dönüp baktığımda istediğim işleri yine çıkaramamış oluyorum" şeklindeydi. 168 saat olan bir haftayı yapılacaklar listesi ile öyle planlamalıydım ki her şey tıkır tıkır işlesin; tam bir makine gibi... İyi de ben makine değilim ki!
Beni yoran ve yetersiz hissetmeme sebep olan bu düşünceler, okuduğum birazdan yazacağım kısa okuma parçası ile uçtu gitti. Şöyle bir şeydi: İşsiz olan hasan (kahramanın adını uydurdum) bir oduncu atölyesinde iş bulur. Atölyenin sahibi çalışanlarının performansına önem veren bir patrondur. Bu nedenle hasan, daha ilk günden bir miktar ödeme alır. Havucu kapmış olan hasan bu motivasyonla ilk iş gününde 18 ağaç keser. Sonraki gün kestiği ağaç sayısını artırmayı planlayarak var gücü ile çalışır ancak günün sonunda 15 ağaç kesmiştir. Sonraki gün 12, sonraki gün ise 10... Ne olduğunu anlayamayan Hasan patronunun karşısına geçer ve "ben gücümü kaybediyor olmalıyım" diye düşünerek, düşen performansı için özür diler, neden böyle olduğunu anlamadığını söyler. Patron "baltanı en son ne zaman bileyledin?" diye sorar. Hasan "ağaç kesmekle çok meşguldüm, ona zaman bulamadım" der.
Bu hikaye size de yüksek verimliliğimizin temelinin zamanı yönetmek ya da çok çalışmak olmadığını düşündürtmedi mi? "Zamana uygun olarak enerjimizi yönetmeliyiz" çok daha doğru bir yöntem olacaktır.
Peki enerjimizi oluşturan bileşenler neler?
Fiziksel gücümüz: uyku kalitemiz, beslenme şeklimiz ve zindelik düzeyimiz.
Duygusal gücümüz: özgüven, öz kontrol, sosyal becerilerimizi yönetmemiz.
Zihinsel gücümüz: işe Uygun zihinsel hazırlığımız.
Manevi gücümüz: Karakterimiz, tutkumuz ve bağlılığımız.
Yani zamanı değil enerjimizin en yüksek olduğu zaman dilimine göre işlerimizi planlayacağız. Örneğin bir çok kişi için uykudan kalkılan ilk saatler enerjinin en yüksek olduğu saatlerdir. Önemli işleri bu saat diliminde tamamlamak gerekir. Çok çalışmaya gerek duymadan kısa sürede verimli sonuçlar alınacaktır.
Zaman yönetimi endişe ve mutsuzluk yaratıyor. Endişe arttıkça da erteleme artıyor ve kronikleşiyor. bitmeyen işler beraberinde mutsuzluğu getiriyor. Bu düşük enerji ile Ailenize ve sevdiklerinize ayırmanız gereken zamanı kaliteli geçiremiyorsunuz.
Bu durumda zamanı mı yönetmek kolay, kendimizi mi?
insanlar baŞlayamadıkları, ilerletemedikleri niyetleri adına en sık bu bahaneyi kullanıyorlardı: "zamanım yok".
korona kapanmalarından sonra, sanırım meselenin bu olmadığı iyice ortaya çıktı. nöbete kalanını, vardiyası, hastası olanını ayır, hiç yoksa trafikten bir saat kazandık gün başına. gördüğüm kadarıyle evden çalışanlar da öyle 8 saat masada oturmuyor.
e ne oldu? "günde yarım saat spor yap, ders çalış, meslek içi eğitimini kopar, dil ilerlet" diyene "zamanım yok" diyorduk. bakın yarın dünya açılsın, bu dönem hiç yaşanmamış gibi "zamanım yok" demeye devam ederiz.
şimdi bu bitti, "çocukla olmuyor bütün gün" başladı. abi yapan karı-koca günleri paylaştı haftada 2 gün biri, 2 gün diğeri 1-2 saat kendine alıyor. kimi günü de bölmüş, yarı yarıya taklıyor. arada "fırsat bu fırsat" deyip üstüne sigarayı bırakan bile oldu. bu da zaman yönetimi meselesi.
daha bu iş uzar, aç kapalar gelir, geç değil. bir işi seçip o yarım saati net ayırmaya başlayın derim.
üniversite zamanları erasmusla ülkemize gelen bir çek arkadaşla aynı evi paylaşıyorum. kız her gün okula gidiyor, uzun ders aralarında kütüphaneye gidip bitirme tezine çalışıyor, ben kantinde oturup arkadaşlarla laflıyorum. akşam eve gelince hadi dışarıya çıkalım diyorum, geliyor benimle. bir saat oturduktan sonra ders çalışmam lazım diye eve gidiyor. biz popomuzu büyütüp kafede çay içmeye devam ediyoruz. final zamanı herkes son saniye çalışmaya başlıyor, kendisi şöyle bir konuların üzerinden geçiveriyor. her gün aynı saatte kitabını okuyor, ben yarısı okunmuş beş farklı kitabın evde nerede durduğunu bile hatırlamıyorum. bütün bunları yaparken hafta sonları dağcılık kulübüyle dağa çıkıyor, partilere katılıyor, tenis oynuyor, kapalı yüzme havuzunun kapısının nereden açıldığını ben bilmiyorum, o her hafta aynı saatte yüzmeye gidiyor. tek tek şehrin bütün tarihi yerlerini geziyor, ben laptop başında dota falan oynuyorum, sonra diyorum ki "vaktim yok". ama o her şeye vakit buluyor da buluyor.
yetiştirilmeyle mi alakalı, kültürle mi bilmiyorum ama hayran kalmıştım zaman yönetimi yeteneğine. öyle hayran kalmakla yetindim sadece, hala benim vaktim yok...
tanım: zamanı en verimli şekilde değerlendirebilme yeteneği.