martin scorsese'nin yönettiği, 10 oscar adaylığı kazanarak adından söz ettirmiş, 2002 yapımı amerikan iç savaşı anlatılı uzun film. director's cut hali 3 buçuk saate yakın sürüyor. hoş, scorsese'nin yönettiği ve uzun metraj olup 2 saat kadar süren bir filmi de yok. gene de "film hiç sıkmıyor izleyeni" dersem, yalan söylemiş olurum. ayrıca, kulzos film topluluğu'nun eylül ayı listesindeki (kulzos film topluluğu/#107601) filmlerden biriydi.
iç savaşın göbeğinde başlayıp savaş biterken, kendisi de sona eren bir film bu. böylelikle "hikaye içinde hikaye" anlatımına her zaman bağlı kalmış scorsese kendinden ödün vermemiş görünüyor. new york'un gettolarının birinde geçiyormuş izlemini vermesine rağmen, aslında şehir merkezine yalnızca birkaç yüz metre uzaklıktaki bir mahalledeki amerikan milliyetçileri ile azınlıkların çatışmalarını anlatıyor. bir savaş filmi izleyeceğiniz daha ilk 5 dakikasından bağıra bağıra kendini belli etse de, filmin odak noktası ırkçılık, politika, politikacıların bitmek tükenmek bilmeyen oy ve iktidar sevdası ile iç savaş dönemindeki zorunlu askerlik (ya da 300 dolar ödeyerek muaf olma) konusunun özellikle fakir halkta yarattığı öfke. bütün bunlara, bir de, sokak kavgaları şeklinde başlayıp koca bir eyaleti saran çatışmalar da eklenince, scorsese'nin epik film yaratma düşüncesi gerçeğe dönüşmüş oluyor.
daniel day-lewis'in '90'larda efsaneleşen, 2000'lerin bir kısmına da taşmış oyunculuğu bu filmi de izlenilir kılıyor. leonardo dicaprio'nun titanicvari çocuksu rolü, cameron diaz'ın (hiçbir zaman üstesinden gelemediğine inandığım) esas kız rolü, john c. reilly, liam neeson, gary lewis ve brandon gleeson'ın yan karakterlerin ağırlığını senaryoda belli eden oyunculukları ile film vasatı aşabilmiş. iç savaş anlatısı olarak birçok hatası ve açığı olmasına karşın, film size hikaye içinde hikaye anlattığı için, hikayelerden birinden hoşlanıp onu takip etmeniz, filmi beğenmenizi de sağlıyor. once upon a time in america, her ne kadar roman uyarlaması olsa da, gangs of new york ile benzer özelliklere sahip. aynı epik anlatım, aynı yan hikayeciklerle izleyiciyi filmin içinde tutma, oldukça geniş tutulmuş kurgu ve tabii ki başrolde yer alan oyuncuların ellerinden gelenin en iyisi yaptıklarını deneyimlemek gangs of new york'un da artıları olmuş.
2 saat civarında da tutulabilecek bir kurguya sahip olan gangs of new york, scorsese'nin en iyi işlerinden biri olarak görülmese de, en geniş anlatıma sahip işlerinden biri. bu denli geniş anlatımlı filmlerden hoşlanmayanlar için iyi bir seçim olmayacaktır, uyarayım. day-lewis hatrına çiğ tavuk bile yiyebilecek olanlar ise, henüz izlemedilerse, müsait bir zaman yaratıp izleyebilirler. hoşlarına gidecektir.
amerika'da neden katoliklerin sevilmediğini bill the butcher* üzerinden çok güzel anlatmış olan film. zaten gerçekte de kasap bill, katolik kilisesi'nden nefret eden birisiymiş.
müzikleri ayrı bir güzel ayrıca.
blues'un ilkel formlarını da martin scorsese'nin yönettiği blues belgeselinde duymuştum ilk. orada duyduğum tınıları bu filmde de duyunca "acaba belgesel daha mı eski tarihli?" diye baktım ama belgesel bu filmden sonra çekilmiş. demek ki adamın hakikaten ilgisi vardı veya müzikleri yapan howard shore konuya hakimdi bilemeyeceğim.
filmin tek sıkıntısı, bana göre, leonardo dicaprio. gerçekten berbat oynamış. karşısında daniel day-lewis gibi bir usta olunca bu kötü oyunculuk daha çok sırıtmış. cameron diaz da zaten kötü oyuncu olduğu için, ikisi de birbirine yakışmış filmde. daniel amca filmde olmasa ikisinin de kötü oyunculuğu sırıtmazdı herhalde.
göçmenlik konusunu ele alışı ayrı bir güzel zaten. yıllardır pek bir şey değişmemiş.
çeşitli kusurlarına rağmen güzel bir dönem filmi. tavsiye ederim.