-
üst edit: çok uzun bir yazı oldu ve yer yer spoiler vermiş olabilirim. haberiniz olsun.
senaryosunu arthur c. clarke ve stanley kubrick'in ortaklaşa yazdıkları (roman filmden sonra çıkmış), 1968 yılını düşündüğünüzde çekimi için harcanan "12 milyon dolar"ın dudak uçuklatacağı (gişesi 60 milyon dolar civarına çıkmış), zamanının en az 30 yıl ilerisinde olan kült bilim kurgu filmi. (bkz: kulzos film topluluğu)'nun kasım ayı için belirlediği film listesinde vardı. ben de bu vesileyle yaklaşık 10 yıldır izlemeyi ertelediğim filmi izlemiş oldum.
film anlaşılması kolay bir film değil. zamanında vizyona girdiğinde ilk 3 buçuk dakikasının kapkaranlık bir ekran ve zamanının korku filmi efekti olarak nitelendirilebilecek bol baslı müziği ile geçmesi, insanları oldukça kızdırmış. filmin galasında yaklaşık 250 kişi salondan çıkıp gitmiş bu 3 buçuk dakikada. clarke, film boyu süren bu anlaşılmazlıklar silsilesi için "eğer 2001'in hepsini anlasaydınız, başarısız olmuş olurduk. cevaplayabildiğimizden daha fazla soru sormayı amaçladık zaten." demiş. clarke'ın üzerine en çok düştüğü ve "aklımın büyük kısmını hayal gücümle birlikte bunda bıraktım" dediği anlatı (film+roman olarak) budur. beni de en çok korkutan yönü buydu aslında: clarke'ın bütün birikimini bıraktığı; daha doğru bir ifadeyle, hayal gücünün sınırlarına gelerek ürettiği bir eseri anlamanın zorluğu. nitekim korktuğum kadar varmış. en azından anlamama beklentimi sağlam temellere oturtmuştum. kafamı kurcalayan çok fazla şey olmasına karşın, izledikten sonra hayal kırıklığı yaşamadım.
film, gerçekten de üzerine makaleler yaılabilecek bir yoğunlukta. ancak izlerken uyutuyor mu; evet. ben hastalığımdan ötürü uyuyakalmaya başladığımı düşünmüştüm ama internet filmi bitiremeyenlerle doluymuş. filmin yaklaşık 2 buçuk saat uzunluğunda olması (director's cut hali 17 dakika daha uzunmuş) ve özellikle ilk yarım saatinin pek durağan kalması bunda temel etken. benim için durum tam tersi oldu: girişteki "the dawn of man" bölümünü bir belgesel izleyicisi gibi izledim ve gram uykum gelmedi. burada anlatılmaya başlanan monolit* olgusu da, ilk kez bu filmle ve romanla insan hayatına girmiş. "insandışı varlıkların insanları eğitmesi ya da yönlendirmesi monolitler ile olmuştur. bunun kanıtlarını bütün dünya'da bulabilirsiniz" argümanının temeli bu filmle atılıyor. monolitlerin siyah olması önemli olmadığı gibi, sonradan bilim kurgu romanlarında sıkça adı geçeceği üzere, boyutu da önemli değildir. ben (bkz: clive barker)'ın birkaç kitabında "plazmaya benzer şekilli aynalar" olarak hatırlıyorum mesela bu olguyu. son yılların iyi bilim kurgularından arrival ve interstellar'da bu monolitlerin adı değişse de, anlamı aynı kalmış kuzenlerini görmek mümkün. clarke'tan 2001'inden sonraki yıllarda yayınlanmış cep boyutundaki minik bilim kurgu hikayeleri de bu monolitlere başka başka isimler vererek sağlam temellere inşa etmeye çalıştıkları konuları okurlarla buluşturmaya çalışmıştı (militarist robert anson heinlein bu fikre hep karşı çıkmıştı tabii).
biraz daha geniş açıklayayım istiyorum. okumaktan sıkılırsanız, burada bırakın, bokunu çıkartabilirim zira. film 3 bölümden oluşuyor: ilki, yukarıda da yazdığım gibi, the dawn of man. belgesel gibi düşünürseniz kolayca izleyebilirsiniz. ilk insansıların düşünmeye başlamaları ve aslında, çevrelerini hakimiyet altına almalarını (kemikle düşmanı alt etme) anlatıyor. korkunç uzun sahneler var. yaklaşık 1'er dakika boyunca gün batımı, çöle benzer bir ova, boş tepeler izliyorsunuz. gene de, hikayenin tamamının anlaşılabilmesi ve tabii ki monolit mantığını kavrayabilmek için can alıcı bölüm burası. uyuklamamaya çalışın.
edit: (bu ilk bölümle ilgili güzel ama ingiliççe bir yazı var şurada . ilgilenirseniz okuyun. sahne sahne incelemiş adam).
ikinci bölüm the sand of mars. mars'ta uluslararası bir kazı alanı var. ruslar'ı ve amerikalılar'ı görüyoruz ama birçok milletten ekip var aslında orada. amerikalılar bir monolit buluyorlar. bunun hikayesini anlatıyor bu bölüm. konuşmalar daha çok ("the dawn of man"de hiç konuşma yok tabii) olduğu için izlemesi daha fazla keyif verecektir size. tüm dünya'dan gizlenen ve aslında mars'ta kurulan bu üste bir salgın olduğu yalanı ayyuka çıkan durum, biraz politik eleştirilerle bezeli. son sahnesiyle gene monolitler ile insanlar arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışıyoruz.
üçüncü bölüm discovery one and jupiter mission. mars'taki monolitin bulunmasının üzerinden 1 buçuk yıl geçer ve jupiter'e bir göreve giden amerikan uzay aracı "discovery one"'ı görürüz. bu bölüm filmin 3'te 2'sini oluşturuyor ve üzerinde en çok para harcanan bölüm. uzay aracının tüm bilgisayar destekli ünitelerini yöneten ve o dönemin en gelişmiş bilgisayarı olan hal 9000'in, tam da philip k. dick'in korktuğu gibi, insanlardan üstün olduğunu ve hatasız yaratıldığını fark etmesiyle başlayan bölüm gerçekten gerilim dolu. iyi bir gerilim filminden beklenen her şey var. hal 9000'li kısımdan sonra ise, jupiter'e ulaşan discovery one'ın tek mürettebatının neler yaşadığını görüyoruz. bu noktadan sonra anlaşılırlık tamamen kayboluyor ve her izleyici filmden kendisine düşeni (daha doğrusu; anlayabildiğini) alıyor. benim yorumum, aynı interstellar ve arrival'da olduğu gibi, bir çeşit solucan deliği ve 4. boyut olarak zamanın ele alınışı. filmi izlerken, interstellar'ın sonlarını da aklınıza getirirseniz, benim yorumum biraz daha anlam kazanacaktır aklınızda. clarke'ın bu son ile ilgili dediği ise şu: "kısa hikayem olan "the sentinel"deki ile aynı yapmaya çalıştım ben bu sonu ama stanley (kubrick) dünyadışı varlıkların görünmesini istiyordu. çok tartışma yaşadık ve sonunda bu izlediğiniz sonda karar kıldık".
özellikle sonu hakkında internette gırla teori mevcut. solucan deliği ve zaman boyutu da bunlardan biriymiş. filmin sonunu kendi hayal gücünüzle değerlendirip size göre neyi ifade ediyorsa, onu bumanızı öneririm. tek ve kesin bir son yok. bunun nedeni, clarke'ın bu filmden sonra romanı 4 kitap olacak şekilde devam ettirmesi. yani, clarke'ın kafasındaki gibi bir son değil bu, kubrick sonu.
filmle ilgili güzel bilgiler:
- discovery one'daki bütün pilotların sağ kalması kararlaştırılmış ama bütçe yetersizliği sebebiyle (yuh!) bundan vazgeçilmiş.
- solucan deliğine girmeden önce, sağ kalan son discovery one pilotu olan david bowman'ın "my god, it's full of stars!" repliği varmış. filmden çıkartılan bu replik, romanda kendine yer bulmuş.
- hal 9000'in üretildiği/doğduğu tarih filmde 1992, romanda 1997'ymiş. kubrick ve clarke filmde de 1997 olması için deli gibi tartışmışlar. kubrick "sen git, kitabında 1997 yap. filmde daha yaşlı olacak" dediği söyleniyormuş (bu argümandan sonra clarke'ın kahkaha atıp pes ettiğini tahmin ediyorum).
- david bowman'ı canlandıran Keir Dullea'nın filmin sonlarındaki makyajı 12 saatte yapılmış.
- hal 9000'in dudak okuma yeteneği de clarke ve kubrick arasında şiddetli tartışmalara yol açmış. kubrick'in dediği olmuş ve -filmdeki gibi- bilgisayarların dudak okumayı öğrenebileceğini izlemişiz. clarke yıllar sonra verdiği bir röportajda, kubrick'in haklı olduğunu ve boşuna tartıştıklarını söylemiş.
- stanley kubrick'in kızı vivian, filmde dr. heywood floyd'un görüntülü konuşma yaptığı kızını canlandırmış.
- filmin "sand of mars" bölümünün başlarında, yerçekimsiz ortamda salınan bir kalem görüyoruz, di' mi? ben de ilk izlediğimde "kesin ip var" demiştim. nitekim, kubrick ve set ekibi de bu sahneyi defalarca iple çekmeye çalışmış ama başaramamışlar. aylarca düşündükten ve denedikten sonra çözüm şu olmuş: kalemi cam bir levhaya bağlamak ve levhayı döndürmek. dikkatli izlendiğinde camın yansımasının görüldüğü de yazılmış çoğu yerde ama ben göremedim.
- film gösterime girmeden hemen önce, kubrick'in bilim danışmanı(!) frederick ordway, kubrick ve clarke'a uzunca bir mektup yazmış ve filmin küçük bir özetini ya filmin sonunda ya da başında seyirciye okumalarını öğütlemiş. kubrick bunu yapmamış.
- ve tabii ki (bkz: david bowie)'nin (bkz: space oddity)'si de, discovery one pilotlarından biri olan frank poole'un uzayda başıboş savrulduğu sahne üzerine yazılmıştır.
daha birçok ayrıntı var ama çok uzayacak girdi, böyle kalsın. spoiler olarak görmedim ben bunları. zaten filmin açıklamasını yapmak bile çok zor. eğer sizin için spoiler olduysa bütün bu küçük bilgiler, kusura bakmayın.
kulzos film topluluğu'nun kasım ayı için seçtiği filmlerin en iyilerinden biri bence 2001: a space odyssey. bana yer yer (bkz: brazil)'i de anımsattı (ki o da bu ayın filmlerinden). anlaşılması zor, eski bilim kurgu filmlerinden hoşlanıyorsanız, bu filmi zaten izlemişsinizdir (ya da izlemeye çalışıp bitirememişsinizdir). sağlam kafayla tekrar izlemenizi öneririm. gözden kaçırdığınız birçok ayrıntıyı yakalayabilirsiniz.
afiş
edt: yazının görünümüyle ilgili bir sorun vardı, onu hallettim. -
www.kubrick2001.com/...
adresinden açıklamasını Türkçe olarak da izleyebileceğiniz film. Filmi izlemekten sıkılanlar için ana fikri 15 dakikada animasyonlar ile veriyor. -
maymunlar var, güneş doğuyor, dikdörtgen bir taş var. maymunlar geziniyor. buradan sonrasını bilmiyorum. değişik zamanlarda en az beş kez filmi izlemeye başladım, maymunlardan sonrası yok. uyuyup kalıyorum. bu ayıp da bana yeter. -
1968 yapımı.
filmde hal 9000 isimli düşünen ve konuşan bir bilgisayar vardır ki benim içimi ürpertir. soğuk nevale. robotların insanlığı ele geçirmesi konusuna ilk örneklerden biri bence bu bilgisayar. -
Stanley kubrick'in kült olmuş filmi. Film yanlış hatırlamıyorsam 2 saat 19 dakika ve sadece 40 dakikasında replik var.
Kubrick bu filmde bir şeyin üzerinde çok durmuş o da insanın evrimi. Filmin ilk 5 dakikası sadece siyah bir ekran, burada kubrick hiçliği betimlemiş yani zaman ve evrenden öncesini, sadece hiçlik.
-- spoiler --
Sonraki sahnede görünen prmatlar ilk insanlar yani homolar. Burada homoları adeta bilinçsiz düşüncenin üstüne düşünemeyen varlıklar olarak betimlemiş ki nokta atışı olmuş. Bizlerin ilk insanlardan ve hayvanlardan farkımız düşüncenin üstüne düşünebilme yeteneğimizdir. Sonra homoların üstüne gök yüzünden simsiyah pürüzsüz bir dikdörtgen prizma düşüyor. Homolar ilk başta bu cisimden çok korkuyorlar ve kaçışıyorlar ama aralarından birisi o cisme dokunuyor ve zihinsel evrimin ilk basamağı başlıyor. Bu siyah dikdörtgen prizma ile düşünceyi tasrif etmiş. Yani demek istiyor ki bizlere düşüncenin üstüne düşünme yeteneği bizlerden daha gelişmiş bir varlık ya da varlıklar tarafından hediye edilmiş.
Bir de jüpitere gitmekte olan uzay mekiği, mürettebatı ve insanlığın o güne kadar geliştirdiği en iyi bilgisayar hall 9000 var. Filmde bize hall 9000'in kusursuz kararlar verdiği anlatılıyor ve geminin mürettebatlarından birisi ile yaptığı satranç maçında yendiği gösteriliyor. Yani hall 9000 insanlardan daha üstün denilmiş.
Hall 9000 geminin bütün erişimine sahip bir bilgisayar ve gemide olup biten her şeyden mürettebatı bilgilendiriyor. Ve gemide bir arıza olduğunu rapor ediyor. Mürettebat bu arızayı gidermek için yaptığı çalışmalarda anlıyorlar ki hall 9000 hata yapmış. Mürettebat görevin selameti açısından hata yapmaz denilen bilgisayarı gizlice kapatmaya karar veriyorlar ama hall 9000 bu fikirlerini öğreniyor ve bir bir Mürettebatın icabına bakıyor birisi hariç. Son kalan Mürettebat hall 9000'in icabına bakıyor ve kapatıyor. Kubrick burada demek istemiş ki insanlar tahmin edilemez davranışlarda bulunabilirler ve bu davranışları kendilerinden daha üstün varlıkların üstesinden gelmesi için yeterlidir yani bir nevi zihinsel evrim geçirir.
En son sahneyi bende anlamadım anlayabilen varsa anlatsın lütfen.
-- spoiler --
Dilim döndüğünce filmin ana fikrini anlatmaya çalıştım umarım beğenirsiniz. Aklınıza takılan bir yer olursa lütfen mesaj atın. -
ilk 25 dakikasında uykumun geldiği, konuşmayla geçen sürenin 1 saat bile olmadığı, stanley kubrick'in hayatı boyunca tek oscarı kazandığı filmi. -
stanley kubrick'in müziklerini pink floyd'un yapmasını istediği ama pink floyd'un bunu kabul etmeiği filmdir.
şöyle bir video var bir de:
www.youtube.com/... -
negatifleri yeniden taranarak 70mm imax'e çevrilen film.
www.youtube.com/... -
Klasik entel, dantel abartması diyerek çok önyargıyla izledim filmi ancak beni büyük göt etti. Evet itiraf da olabilir bu.
Hakkında ne anlatıyor, nedir, ne değildir olarak yazılmış çok yazı var. Benim değinmek istediğim şey ise gerçekten bir deneyim yaşamak bu filmi izlemek. Beni deist olmaya itti nerdeyse diyebilirim.
Ben tivibu'da izledim. Muhtemelen kesilmiş versiyonu idi çünkü anlatılan 4 dakikalık karanlık sahne yoktu benim izlediğim versiyonunda. Filmle ilgili eleştirilebilecek tek nokta kesinlikle temposu. O da artık o dönem filmlerinde olan hatta tüm kubrick filmlerinde olan bir şey. Sabretmek gerekiyor, çünkü ödülünü veriyor film sana.
Son 20 dk orgazm direkt.
Bu arada bu filmin nerdeyse kimsenin konuşmadığı bir devam filmi varmış ki öğrenince çok şaşırdım. Bu filmin daha mainstream'e hitap eden daha straightforward hali imiş. Bakacağım. Sonra da kitapları okumak gerek tabiki de.
Tam anlamıyla mihenk taşı, zamanının çok ötesinde, muadili çok az olan belki de bulunmayan, öncül olan, kesinlikle entel abartması olmayan bir sanat eseri. Ah temposu da nispeten daha hızlı olaydı da çok daha istekle tekrar izlenebilitesi olsaydı.