yeni bir başlık açmak üzereyim, hayırlara vesile olsun..
içten içe can sıkan olay.
çok tartışılır düzenin ne olduğu, kimin belirlediği, kime göre, neye göre soruları. çoğu zaman toplumun oluşturduğu hayat planı dahilinde yaşamak gibi algılanır. hayır, o değil bahsettiğim.
aile yapısından kaynaklanıyor olsa gerek, bizim toplumda büyük bir hevestir aileden ayrı yaşamak. hayalini kurarız yıllarca. kendimize ait bir ev, donla gezebildiğimiz kendimize ait bir alan. kimse karışmasa deriz, istediğim saatte girer çıkarım. kendi zevklerime göre düzenlerim belki eşyaları.
hatta o hep anlatılan kira, faturalar, sorumluluklar falan korkutucu gelmez kulağa, söylendiği gibi. erkek/kız arkadaşımızla rahatça sevişebileceğimiz kapalı bir alanımız olacaktır. belki barlarda, sahilde içmekten sıkılmışızdır. evde televizyonumu izlerken bir iki bira yuvarlasam...
belki uykunun tutmadığı gece, annen daha yatmadın mı sen diye oda kapısından enerji emen bir yüz ifadesiyle bakmayacaktır.
ben odasına poster bile asamayan bir çocuktum hep. öyle çoğu kişinin gibi genç odası takımım, arabalı yatağım, kendime ait bir bilgisayarım bile olmadı. duvarların boyası önemliydi çünkü bizim evde, halbu ki kira bile değildi oturduğumuz yer.
çok da insanı yormayan bir evlat olmama rağmen, nedense hep şüpheci baktılar bana. uyuşturucu bağımlısı olmak, arkadaş ortamına uyup kötü alışkanlıklar edinmek. bunlar hep potansiyel olarak yapabileceğim şeyler gibi geldi aileme, çevreme. halbu ki video oyunları konuşup, kavgadan bile uzak duran bir arkadaş çevrem vardı.
yıllar falan geçti. giyim tarzım, hoşlandığım şeyler, inandığım varlıklar her şey değişti. ve tabii yaşadığım ev, şehir dahil bir çok şey daha.
artık yalnız yaşayan, faturalarını ödemesi gereken kişinin sadece kendisi olan bir adam oldum. artık kahvaltı hazır değildi uyandığımda. akşam yetişmem gereken bir yemek saati de yoktu. ekmek almaya gitmekten daha büyük sorunlarım vardı artık. ve annem, bakkaldan her döndüğümde unuttuğu bir şey için beni tekrar yollayan bir kadındı.
televizyonun kumandası da sadece benimdi artık. ben ne istersem o izleniyordu evde. kendi beğendiğim eşyaları almış, duvarları depozitonun amına koyacak kadar doldurmuştum. olsun, böyle çok güzeldi. hem 400 lira depozito için bu hayalimden vazgeçemezdim.
sigara içmek için babamın yatmasını beklemiyordum. mastürbasyon için de öyle. hem kız arkadaşlarım falan da rahatça gelip, gidiyorlardı.
eşyaların çoğu ikinci el, birbiriyle renk olarak alakasız şeylerdi. kırmızı koltuğumun yanına, mavi tekli koltuk benim gözüme de sikko gözüküyordu. ama yine de güzeldi.
sonra özlemeye başladım, kahvaltı hazır kalk hadi cümlesini. keşke soğuk kış günü eve döndüğümde, elimi yıkayıp hemen oturacağım bir sofra olsa evde demeye başladım. mutfakta vakit geçirmeyi seviyordum aslında, güzel de yemek yaparım. ama bu heves ne kadar sürüyor dersiniz?
annem 40 yıldır günde üç kez, beş kişilik bir aileye yemek yaptı hep. sıkılmamış mıydı hiç?
ben neden sadece kendime bir tencere yemek yapmaktan sıkılır hale gelmiştim ki. çok da zor değildi. fasulyenin iyisini almayı da öğretmişti annem.
mesele kaçan heveslerdi. sonra dışarıdan beslenmeye başladım sürekli. zamanla buz dolabım sadece alkol dizdiğim bir alet haline geldi.
haa, alkol, evet. televizyon karşısında bir iki bira yuvarlamak hayalim demiştim ya. artık iki bira içip yatabilmek, kendimi sorumluluk sahibi hissettiğim bir eylem haline gelmişti.
gece eve dönemeyen adamlardan olmuştum. serserileri seven kadınlarla dolmuştu etrafım. saçma sapan yerlerde uyuyor, günün ilk ışıklarıyla uyanıp eve doğru leş gibi yürüyordum. baş ağrısıyla yaşamaya alıştım, evi sık sık havalandırma mecburiyeti hissediyordum. temiz hava güzeldi.
alkol, düzensiz beslenme, dumanlı hava sahası, gecenin gündüze girmesi falan derken, yorgun hissetmeye başladım. hızlı yaşamak deriz çoğumuz böyle muhabbetlere. insan hızlı yaşayınca, hızlı tüketiyormuş, onu öğrendim.
eskiden sıkılıp, darlandığım aile düzeni şuan hayalim haline geldi. sürekli denedim. daha az içeyim, belki sigarayı da bırakırım, uyuşturucu falan özel günlere has bir eylem olsun. yok, pek hayır demeyi beceremedim bana planlarla gelen insanlara. bağımlılık değildi, sadece iradesizdim biraz, ya da cidden seviyordum içten içe.
kadınlar geldi geçti, arkadaş çevresi değişti bolca. hatta birkaç kez taşındım, farklı evlerde yaşadım yıllarca. ama olay örgüsü hep başa sardı. hep en başa dönüyordu sanki. düzene giremiyor, ucundan yakalayıp kaçırıyordum her defasında. bir tutsam sağlam, bırakmayacaktım da işte, tutamadım.
3 saat uykuyla başlamak zorunda kaldığım günler, baş ağrısı eşliğinde yerine getirdiğim sorumluluklarım, düzensiz harcamalarla son 1 haftası aç gezdiğim aylar falan derken, yoruldum.
sonu nedir, nerede biter, nasıl sonuçlanır bilemiyorum. evliliktir belki. ama böyle yaşamaya alışmış biri evlenebilir miydi, ya da tekrar dönebilir miydi ailesinin yanına. bilemiyorum. ne zaman kara kara düşünsem, jim morrison'ın ''let it roll'' diye bağırdığı şarkılar geliyor aklıma. saldım ben de, bıraktım akışına.
bir şeylerin yolunda gitmemesi durumu. lakin neye göre ve ya kime göre? her gün aynı düzende tek düze bir hayat yaşamak için uzun bir ömüre sahip olacağımızın garantisi olmalı ki, istediklerimize vakit ayırabilmek için bu düzeni bozalım. düzenli bir hayat yaşayıp mutsuz olacağıma, düzensiz hayatımın keskin mutluluğunda ölmeyi tercih ederim.