arapça "işsiz kalmak, boş kalmak" anlamındaki "atalet" kelimesinden türemektedir.
osmanlı'da bu kelime "belirli bir faaliyete ara verme" anlamında kullanılır. örneğin bir organın işini yapamaz hale gelmesi "tatil-i uzuv", grev anlamındaki yani sadece belli bir yerdeki çalışmayı durdurmaya "tatil-i eşgal" denirdi.
günümüzde bu kelime "dinlenmek ve eğlenmek amacıyla çalışılmadan geçirilen zaman dilimi" için kullanılır.
ne güzel okul varken hayatım bir düzendeydi. ders çalıştığım vakit, kulzos'ta takıldığım vakit, gitar çalıştığım vakit belliydi. 1 haftadır kelime ezberlemiyorum nasıl bir atalete düştüysem...
bu sene hayırlısıyla mezun da olacağım, iş hayatında ne yapacaksak artık... tatile çıksan ayrı dert, çıkmasan ayrı dert.
sıcakların fena bastırdığı şu günlerde iple çektiğim.
beyaz yakalı bir amele olarak tatile yazın sonuna doğru çıkmayı tercih ediyorum. algı meselesi.. tamamen pişikolocik. çünkü niye; eğer yazın başında tatile çıkarsam, bi daha o yıl bitmek bilmiyor. ben tatilimi yapıp gelmişim hala havalar sıcak, hala okullar tatil, hala havada deniz kokusu... bi de senden sonra tatile çıkanlar var. biri gider biri gelir.. biri der haftaya tatile gidiyorum.. sen kalırsın el elde baş başta. bi sonraki tatil ne zaman? seneye.. buhranlardan buhran beğen.
şindi çocuklarla havuz mavuz; bazı hafta sonraları yakın bi sahilde günü birlik kaçamak.. böyle böyle ağustos'a kadar idare ederiz. dönüşte de bayramdı, okullar açıldı derken, hooop yaz bitiverir. ben de huzura ererim. yaz öyle hemen bitmesin tabi, derdim o deil. anladınız siz onu.
bu aralar çalışanların kafayı iyiden iyiye kurcalayan aktivite. şimdi sıcaklar geldi, güneş var falan herkesin biti kanlandı, hele bi de iş yerinde işler sakinse hemen google mapsden bakmalar, ulan oraya mı gitsekler buraya gitsekler ama maalesef çoğu kişi sadece bakmakla yetiniyor.
şimdi bir iki yer baktım öyle çok değil 3-5 günlüğüne gitsek diye, 4 kişilik aile min 3000 kağıt otel parası, gittisi geldisi yedisi içtisi herhalde 5bin tl ye gelir. o da sadece 5 gün, bi de yakın yerler. hani yurtdışına falan gitsen herhlade 5bin tl 5bin euroya döner.
neyse ki, gitmesi bi dert, gitmemesi ayrı bir dert. sanırım en güzeli gitmeden sadece bakıp bakıp planını kurmak kısmı.
ülke insanının bokunu çıkartmaya doyamadığı, özellikle ilk iki büyük şehirdekilerin -önceki yıllarda antalya ve civarının ağzına sıçtıkları için- bu yıl ege ve çevresini mahvetmeye and içtikleri dönem.
2 gün tatil yapayım, 2 yıldır ayak parmaklarımın değmediği denize "ailemin yanında olma" bonusuyla birlikte son vereyim; izmir'in bayram halinin boktanlığından bir nebze de olsa kaçayım istedim ama olmadı. bayramın 3. günü olan salı günü tatile çıkıp 48 saat bile kafaca rahat bir dönem geçirmeden geri dönerek işe döndüğüm dönemde gördüklerimi "tatilci canavarlığı" alt başlığında özetlemek isterim.
- izmir merkez, bayram boyunca (hatta bayram 11 ağustos pazar başladığına göre, 9 ağustos'tan beri de diyebilirim) bokasyoydu. izmirliler şehirden kaçmış, hem sıcağın daha katlanılabilir olarak uğradığı hem de "az biraz essin de, serinleyek" hayallerini gerçekleştirebildikleri yerlere gitmişlerdi. merkez iq'su düşük, toplumsal kurallardan bihaber, sahil kenarını vaha zanneden ve bu vahanın ırzına geçmek için yer arayan apaçilere ve tabii ki yerli/yabancı turistlere kalmıştı. salı günü şehri terk ettiğimde "kurtulduk" diye seviniyordum ki, izmir-çeşme otobanının -hem de öğle saatlerinde- tıklım tıkış olduğunu görünce erkenden sevindiğimi üzülerek anladım. özellikle izmirli yerli turistler bayramın ilk 2 gününü şehir içinde bayram ziyaretleriyle harcamış, salı ve çarşamba ise kendi çekirdek ailelerine ayırmak için izmir'den kaçmaya karar vermiş. bunu önceden kestirememek büyük hata oldu tabii. otoban ralliye, köy yollarına bağlanan sapaklar drift alanlarına dönüşmüştü ve bayramın yarısı halâ önümüzdeydi.
- ılıca-ıldır arasında annemlerin yazlığı var. oraya gideceğiz. bilinen adıyla fahrettin altay, eski ve güzel adıyla üçkuyular'dan dolmuşlar kalkıyor. duraklar bokum gibi bi' yerde çünkü istinye park yapılıyor, herkes akıllı olacak, o inşaata göre yerleşimini ayarlayacak. insanların 60-70 km öteye gidebilmek adına güneşin altında 15 dakika yürümesi ve duraklara varıp bir o kadar daha beklemesi -belediye de dahil olmak üzere- kimsenin umrunda olmayacak. neden? çünkü istinye park çok yaşa (aziz kocaoğlu'nun, emekliliğinde sol kulağının bir dakika bile ara vermeden çınlamasına neden olan milyonlarca insandan biriyim). neyse, duraklarda bekliyoruz. ıldır dolmuşuna bineceğiz. yan durağa çeşme otobüsü yanaşıyor, 50 küsur kişi alıp kalkıyor. binenlere baktım bir süre; bilet alıp otobüse binme rutinini cin görmüş gibi bir tepkiyle karşılayanlardan tutun, "yavrum, ayağım ağrıyor, ilk ben bineyim" diyerek bahsettiğim güneşin alnında ve altında kendisini uzunca bir süre otobüse binmek için bekleyen insanlara işkence yapmayı onur madalyası haline getirmiş yaşlılara, 4 çocuklu, bolca da ahlâk eksikliğine sahip "önce ben binem" mantıklı insancıklara kadar her garipliğe sahip insan mevcut. uzaktan bakıp derin derin içime çektiğim dumanın arasından onlara acıdım. tam bir kendini bilmezcilik, tümüyle ego yüklenmiş varıklara dönüşmecilik... tatile giderken -öyle ya da böyle- yolculuk arkadaşlarını ezerek koltuk yapmaca oynayan insanları her gördüğümde onlara acıyorum.
- küçük bir kasaba, mıcır ve zift karışımı köy yolundan denize şipidik terlikleriyle yürüyen iki insan ve oldukça dar ve tek şeritlik yolda sıralanmış, son sürat ırzına geçmeye can attığı köylere doğru yol alan 34 ve 06 plakalı lüks arabalar. denize 2 yıl sonra ilk kez girmeye giderken gördüğüm manzara buydu. daracık yolun kenarında bundan önceki sonbaharların birinde durduğumda yol veren traktörlü köylülerle selamlaşmamı, yanıma aldığım erzaktan onlara fırlatmamı, karşılıklı gülüşmelerimizi hatırlar gibi olduğumda, son ses bu yazın hiti olan sikko pop şarkılardan birini çalarak yanımdan süratle geçen 34 plakalı, pasta cilası yeni atılmış pembe volvo'yu gördüm. pembişi arkasından izlerken, yolun karşısına geçemeyişimin 10 küsuruncu dakikasıydı ve ziftli mıcırdan yüzüme vuran sıcaklık burnumu yakıyordu (büyük ihtimalle, şu anda da kıpkırmızı olan burnumun üstünü bu volvo ve benzerlerini beklerken bu hale getirdim).
- yarımada var bahsettiğim yerlerin ucunda. pek de bilinmez. yerli halkı bilir, bizimkiler gibi 10 yıllardır orada ikamet edenler bilir; o kadar. her yaz az sayıda kişi içeren sayılarda kamp atanlar olur burada. yarımadanın bir kısmı koya bakar ve bu kısım kamp için idealdir. elektrik yoktur, jandarma her akşam kampçıları ziyaret edip hem uyarılarda bulunur hem de bi' ihtiyaçları olup olmadığından emin olur. yarımadanın koya bakmayan, tam ters istikametteki yönü ise (sanırım kuzey yönü), komple ege denizi'ne açılan, estetik açıdan müthiş bir denize ev sahipliği yapar. sonbahar kokusu havadan anlaşıldığı gibi de burada fırtına çıkar, denize girip çıkıp eve gitmek ister insan. denize girilen tarafta bu yıl şunları gördüm: tabii ki 06 plakaya sahip, beyaz doblolar, nevresimlerden yapılmış kamp çadırları, yer yer fırtınaya yakın bir süratte esen rüzgara karşı mangal yakanlar, mangalın üzerine sac koyduktan sonra sacın üzerine de kaçak kat çıkar gibi düdüklü tencere oturtarak içinde kavurma pişirenler (bunu gördüğümde saat öğle 1 civarıydı ve o düdüklü tencere patlamamaya karar vermeseydi, o gün orada gerçekleşecek 3. sayfa haberini içimdeki bütün hümanistliği çöpe atarak yazıyor olurdum şu anda), bittabi kamyon lastiğiyle denizde yüzmeye çalışanlar, çeşme belediyesi gırla tuvalet kabini koymasına rağmen, boyu beni geçmiş ergenlerini denize içetip sıçtıran ebeveynimsiler, dev puntolarla yazılmış "kamp yapmak ve ateş yapmak yasaktır" tabelasının altında ateş harlatan dayılar, evden getirdikleri yolluklarla sahilde ev ambiyansı yaratmaya yemin etmiş insansı anaçlar, öğlen rakısının bokunu çıkarmış barzoların, doğmasına yardım ettiği 3 çocuğu dahil, doğacak 4. çocuğun da -şimdiden- bütün sorumluluğunu yıktığı çelimsiz, gencecik ve hayat bezgini anneler... kusura bakmayın ama gördüğü bütün suriyelilere karşı şu nu paylaşmaktan imtina etmeyen dallamalar bunlar aslında. sizin arsızlığınıza ve ikiyüzlülüğünüze sıçam ben.
- "gece sahile doğru inek de, sessizliğin içinde mışıl mışıl piizlenek" istedik. zamanında çevrenin tek bakkalı olan ve çocukluğumuzun birlikte geçtiği ilker'in kasasında oturduğu marketimsi bakkala girdim, "n'aber ilker? çocuk nasıl, 5 yaşına girdi, he mi?" demek isterken, ilker'in yorgun ve üzgün gözlerle bana baktığını fark ettim. önümde ise 4-5 kişilik bir sıra (buradaki bakkalarda sıra olmaz, kimin işi kısaysa halleder, geçer gider. uzun işi olan insan, kısa işi olan birkaç insanı önüne almasını bilir) var. sıradaki 2 kişi bakkalın içinde dev purolarından halkalar yapıp gülüşüyor. "ilker, olm bu ne?" diye kükredim. büyük şehir kodamanları iron maiden tişörtlü, yıpranmış şapkasını ters çevirmiş, uzun saçlı, kirli sakallı, akşam denizinden kalma havlusunu omzuna atmış, yılların eskitemediği terliklerini ayaklarına geçirmiş bir yerliyi gördüklerinde iğrenmeyle karışık bir "akıl verme bakışı" attılar. "sen git hacım, sonra gelirsin" dedi bana ilker, elimdeki biraları kodamanların suratlarında parçalamamak için karşıma çocukluğumun yaz ayları dikildi. bakkaldan dışarı çıktım, bi' sigara sarıp içtim, biraz da oyalandım ve tekrar içeri girdim. kodamanların biri işini halledip gitmiş, diğeri yanındaki hatunla bomboş geyik çevirmekten fırsat bulup ödemeyi yapmıyor, yapamıyor. ilker bekliyor. dolaba tekrar yönelip biraları aldım, şişeleri dallamanın hemen önündeki bankoya zank diye bıraktım. gene göz göze geldik, gene iğrendi, önüne dönüp hesabını ödedi ve siktir olup hangi bakir alanın ırzına geçmeyi planlıyorsa, oraya gitti. ilker'le başbaşa kalınca "olm, ne bu hal -küfür- ya? buraların da mı anasını belleyecek bu volvolcular?" dedim. "sorma hiç lake be, 1 haftadır burnumuzdan geldi yaptıları. biri gazetenin ekini beğenmez, "bunu diğerininkiyle değiştirebilir miyim? farkını öderim" der, diğeri "tuvalet fırçası istiyorum ama pembe ve parlayan taşlı olsun" der, öbürü "sıcak bira var mı?" diye sorar. beynim aktı kaç gündür" dedi. sabır diledim, yoğunluk katlanılamayacak noktaya gelirse yardıma gelebileceğimi söyleyip bakkaldan ayrıldım. güvenlikli, binlerce liralık aylık kredi borcunu ödediği için "burası benim sarayım" diye nitelendirdiği evlerindeki konforun aynısını birkaç bin nüfuslu köylerde geçireceği birkaç günde de arayan kibir yüklü varlıklara tahammül etme sınırlarımı aşmamam gerektiğini hatırladım.
- dönüş yolu, köy dolmuşumuza bindik, geri dönüyoruz. aynı dolmuşa izmir yolunun çeyreği arkamızda kalmışken bir büyük şehirli bindi. inene kadar dolmuşun bütün aksamlarına söylendi, yol parasının bu kadar pahalı olmasına kızdı, parasının karşılığını alamadığı için minik minik ama sürekli olarak laf çaktı, şoförü tilt etmek için bildiği bütün şehirli ayaklarını yaptı. bu dolmuş hattı şoförlerinin hepsi köylü olduğu için sanırım istanbul türkçesi ile yerel şive arasındaki anlaşmazlığa yakın bir şeyler oldu ve şoför hiçbir tepki vermedi. hatta bir süre sonra keyifli keyifli gülümsediğini ve gaza bastıkça, mıcırlı yoldan ötürü göt derilerimizi yırtarcasına sarsıntı yaratan dolmuşun da keyiflendiğini hissettim. gene aynı bok işte: parasını verdim, bu eder bitene kadar istediğimi söylerim.
gelmeyin. tatil diye ortalığın anasını bellemek amacıyla ne şehrinizden dışarı bir adım atın ne de karşınızdakine her istediğinizi yaptırabileceğinizi sanın. arkadaşlarımdan çok sayıda berbat otel anısı duydum ("parasını verdim, odaya dansöz de getireceksiniz"e kadar. adam baya baya "fuhuş istiyorum ulan, beni durduracak jandarma yok mu?" diye bağırıyor ama farkında değil), tonla "bu neden burada yok?" götü kalkıklık istekleri dinledim. ben izbe köyleri mahvetme amacıyla şehir değiştiren hırbolardan bahsediyorum ama bunun bir de otelcilik ayağı var işte. bilmem kaç ay önce parasını verdin diye otel çalışanlarının tamamının ayak tabanlarını öpmesini bekleyerek tatile çıkıyorsan, senin o tabanını da, yanında getirdiğin soy kırıntılarını da, ırzını da, soyunu da öpecek insanlar illa ki çıkacaktır (oradasınız. bilmesem bile hissediyorum).
büyük şehir insanının "hakkını ödedim, artık benim cıvıtma zamanım" mantığından kurtulamadan geçirdiği her an, böyle tatil zamanlarında benim gibi "sizin yapacağınız tatile sıçayım ben" diye bağıran aklı azalmışlar göreceksiniz. önce siz kafanızdaki tümüyle yanlış tatil mantığını değiştireceksiniz, ki size doğru davranılsın. yoksa daha çok "tatilci rezaleti" başlıklı ağlamalar yaşarsınız, daha çok "ama hakkımızı alamadık" serzenişlerinde bulunursunuz. benden uyarması...
hele şu pandemi yüzünden eve kapandığımız günlerin arkasından, yeniden "yeni normal"e ayak uydurmaya çalışarak hayata karıştığımız günlerde; havaların da iyice ısınmasıyla bünye ben artık tatil isterim diye bağırıyor. bence hak ettik de.
amma velakin, nasıl yapılacak bu tatil.
otellere gitmeyi gözümüz yemiyor, o kadar kalabalık ortamlara girmeye henüz hazır değilim. yeme içme sıkıntı. bi de çocuk faktörü var tabi. bütün gün onlara "dur, oraya dokunma", "sakın oturma", "ellemeee" diye carlamaktan stres küpüne dönerim. çocuklarınki de tatil olmaktan çıkar, annem kızacak diye yerlerinden kıpırdayamazlar. olmaz olsun öyle tatil.
tekne turu iyi bi seçenek ama onda da kafa dengi 3-5 aile bulup birlikte gittin mi keyifli olur. bi de fırsatçı milletimiz tekne kiralama fiyatlarını da uçurdukları için o seçeneği de elemek durumunda kalıyor insan.
çadır hiç bana göre değil. zaten hijyenik koşulları normalde de çadırda sağlamak güç gelir bana, corona günlerinde benim için yine bir stres kaynağı. özellikle tuvalet, banyo ve mutfak ortak yaşamlar coronayı ayağına çağırmak gibi geliyor.
karavan satışları arttı diyorlar, alabilene bravo. karavan fiyatları da uçmuş gitmiş çünkü. normalde de alamıyoduk da, şimdi yanına bile yaklaşamıyoruz. zaten yılda 2 haftacık izin kullanan beyaz yakanın neyine karavan.
ev candır. 2-3 aile deniz kenarında bi ev tutup kendi halinde takılmak en güzeli. havuzu da varsa çocuklar bayram eder.
kişilerin bulunduğu ortamdan uzaklaşıp, düzenli yaptıkları işlere ara verip dinlenmeleri için ayrılmış zaman dilimidir. ne olursa olsun her bünye için tatil şarttır. kişiler tatile çıktıkları zaman amaç, mümkün oldukça daha az yorucu iş, daha çok hobi lere vakit ayırma, yapmak istedikleri şeyleri yapma, gitmek istedikleri yerlere gitme şartlarını oluştururlar.
türk kültüründe bu yoktur gibi bir şey aslında. çünkü tatilde genelde ya normal zamanda yapılamayan işleri yaparak (devlet teki işlerini halletme, ev lerini düzene sokma vs), veya diğer tatile çıkan kişileri misafir ederek yani kendilerini daha çok yorarak geçirirler. sadece kendilerini de yormazlar, misafirliğe gelenleri de yorarlar bir şekilde.
şöyle ki: - tatile çıkmak için başka bir ülkeye gidilirse, gereksiz lik, görgüsüzlük , hava atma, aman başa bir şey gelir vs diye nitelendirilir çünkü o kadar masraf etmenin veya o kadar uzağa gitmenin gereği yoktur muhabbet i edilir.
- dışarıdan tatile gelenler otel de kalmak istediklerinde gurur meselesi yapılır neden misafir olarak gelmedikleri sorgulanır. halbuki otel odasında gayet hiç iş yapmadan her türlü seçenekten yararlanmak vardır ki ev sahibine yük de olunmaz. iki tarafta rahat bir nevi. ama dışarıdan gelene tatile gelmiş diye değil, ziyaret e gelmiş muamelesi yapılır illa.
- bunlarda değilse bile yazlık veya başka yere tatile gidildiğinde kadın yine her türlü işi yapar, yani onun için tatilden çok işkence ye döner çünkü evinin rahatında iş yapmak varken, düzensiz ve kendine ait olmayan alanlarda çocuklarının ve eşinin peşini toplamayla uğraşır, tek avantajı şansı varsa yemek yapmak zorunda kalmaz. bu da bir nevi çocuk ve koca için tatildir.
belki de bu yüzdendir ki bir türlü deşarj olamamış, sürekli stres altında olan bir toplum dur ve sinirden çoğu zaman ne yaptığını bilmezler.
siz siz olun, tatil gününüzü vücudunuzu ve kafanızı dinlendirmeye ayırın. araba nızı bile arada durduruyorsunuz, bilgisayar ınızı kapatıyorsunuz, yeri gelince koltuk larınızın kılıf larını değiştiriyor, yastıkyorgan havalandırıyorsunuz ki bunlar sadece eşya , aynı özeni kendinize de gösterin. çünkü tatil kişinin günlerini daha iyi geçirebilmesi için gerekli bir ara verme, motor soğutma işlemidir.
tabi pandemi kimimiz için bu ev tatiliyle bir rahatlama yaratsa da, kimisi için de aksine daha bir işkenceye çevirdi evde sürekli birilerinin olmasından. eski özgürlüklerimiz biraz daha zora düştü. ama yine de kafa tatili yapmak için türlü yol var istenirse.