Ağustosun 25’i, uçağımız İstanbul sabiha gökçen’den belgrad Nikola Tesla havaalanına indi. Plan şuydu, havaalanından bir araç kiralanacak, oradan bosna hersek ve karadağ’ı kapsayan rota takip edilip tekrar Belgrad’a geri gelinecek.
Plan çerçevesinde iner inmez daha önce rezervasyonunu yaptığımız aracımızı almak için araç kiralama şirketine gittik. Ucuz ve az yatık tüketen araç olması adına volkswagen’in up modelini kiraladık. Türkiye’de göremeyeceğiniz bir araç, zaten görmeyin de araç iki kapılı ve o kadar ufak ki ancak 2 kişi konforlu bir şekilde seyahat edebilirsiniz, bizim iki kişilik bavul bagaja sığmadı yol boyunca arka koltukta seyahat etti. Gerçi hakkını yemiyim 4-5 gün içerisinde dağ bayır 1500km yol yaptı ve banamısın demedi.
Araç kiralama işi hallolduktan sonra araçla beraber kiraladığımız navigasyona srebrenitsa yazdık ve yola koyulduk. Havaalanından sonra gayet temiz asfaltı olan ve geniş yoldan gidiyorduk, ne zaman ki yol ayrımından saptık bizim için nostaljik aynı zamanda sürüş açısından zor zamanlar başladı. Yolları şöyle tarif edeyim, yol kenarları inanılmaz yeşil ve ağaçlık, çünkü neredeyse bütün bölge yeşil ve ağaçlık, küçük küçük köylerin içinden geçiyorsunuz, yol yer yer iki geniş aracın geçmesine müsaade etmeyecek kadar dar. Sırbistan-bosna hersek sınırında öyle gümrük vs yok, en azından o kapıda yoktu. Yaptığı işten pek de keyif almadığı belli olan bir görevli evrakları kontrol etti, pasaportlarımıza damgayı vurdu ve yolladı. Yolda Türkiye’den getirdiğimiz kek ve börekleri bir çeşme başında durup yedikten sonra ilk durak Srebrenitsa. Malum 90’larda süren savaş en çok bosna hersek’i etkiledi. Mezarlığın başına gelip içeri girerken insan bir tuhaf hissediyor kendini, dağ taş mezar. Resmi rakamlara göre katliamın yapıldığı 3 gün içerisinde 8372 kişi ratko miladiç denilen insan müsveddesinin komutasında katledildiler. Her sene bölgenin çeşitli yerlerinde yapılan kazılar sonucu ortalama 100-150 kişinin cenazesine ulaşıyorlar, ve katliamın yapıldığı günün yıldönümünde toplu bir defin gerçekleştiriyorlar. Mezarlıkta bizim gibi turistlerin yanı sıra yerel halktan insanlar da vardı, belli ki mezar ziyaretine gelmişler. Çoğusunun yüzünde hüzün vardı. Düşünsenize biz turist olarak gezmeye gelmişiz ama onlar can’larını görmeye gelmişler. Anı defterine “acınız acımızdır” yazdık ve oradan ayrıldık.
Rota saraybosna. Yaklaşık 2 saatlik seyahat sonrası ulaştık başkente. Küçük ve sevimli bir şehir. Şehir merkezinde baş çarşı denilen yere yürümeyle 5 dakika mesafede bir yerde yer ayırttığımız otelin bahçesine aracımızı bıraktıktan sonra çarşıya iniyorduk ki, birisi önümüzü kesti. Yarı Türkçe yarı İngilizce, siz bu arabayı nereden kiraladınız dedi. Biraz tedirgin olduk, zira araç Sırbistan plakalı ve biz bosna hersek’teyiz. Neyse ki olay korktuğumuz gibi gelişmedi, orta yaşlı amca bize sıplara para kazandırmamamız gerektiğini, onların yıllarca kendilerine ne kadar zulüm ettiğini, hele bir de bizim gibi dost ve kardeş ülke bireylerinin buna daha fazla önem göstermesi gerektiğini falan anlattı ve yemek yenilecek 1-2 yer tavsiyesinden sonra vedalaşıp ayrıldı. Baş çarşı denilen yere gittiğimizde ortam ve mekan çok tanıdık, sanki istanbul’da bir semte gelmiş gibisiniz. Şöyle ki zaten esnafın yarısı türk. Dolayısıyla hiç yabancılık çekmedik. Yemek için en iyi alternatif tabi ki cevapi. Bildiğimiz köfte, yanında soğan, birde sıcak pide buyrun size akşam yemeği. Yemek sonrası milyonlarca insanın ölümüne neden olacak 1. Dünya savaşının başlama sebebi olarak gösterilen suikastın gerçekleştiği latin köprüsüne doğru yola çıktık ardından uzun bir şehir turu ve akşam birşeyler içtikten sonra doğru otele.
Ertesi sabah hedefte mostar vardı. Saraybosna-mostar arasında müteahhitliğini cengiz inşaatın üstlendiği otoban çalışmaları vardı, yolun bir kısmını 3 şerit gidiş 3 şerit geliş yolda gittikten sonra tekrar ince dar yola revan olduk. Yaklaşık 1,5 saatlik yoldan sonra ulaştık mostar’a. Mostar’ın ilginç bir idari yapısı var. Mostar’ı ikiye bölen nehrin bir yanı Boşnak yönetimindeyken, diğer tarafı Hırvat yönetiminde. Gezilip görülecek yerlerin hepsi Boşnak tarafında. Arabamızı park ettikten sonra eski taş döşeli yoldan, çarşı içerisinde yürüyerek tarihi köprüye ulaşıyorsunuz. Çarşıda yürürken savaşın izlerini görmek mümkün, birçok binada savaş izlerini bilinçli olarak yok etmemişler. Camiler, konaklar, hediyelik eşya dükkanları, savaş müzesi, restoranlar boyunca ilerleyip köprüye ulaşınca, insanda ufak çaplı bir hayal kırıklığı oluyor. Köprü civarındaki dükkanlar ve ortamda kargaşa hakim. Köprü girişinde tur grupları yığın halinde durup rehberi dinliyor (tur gruplarının %90’ı türk), tabi bunu 5-6 tur grubu aynı anda yapınca köprüye girmek de öbür tarafa geçmek de bir dert.
Mostar’ı geride bırakıp karadağ-kotor’a yola çıkıyoruz. 3 saatlik zor bir yolculuğun ardından kotor’a ulaşıyoruz. Yolda bir ara öyle bir yere geldik ki 30 km kotor, 30 km dubrovnik tabelası vardı. Tabi hırvatistan’a giriş için schengen vizesi lazım olduğu için gitmedik ama vize olsa tura bir şehir daha katabilirdik. Bosna hersek-karadağ sınırı yemyeşil bir dağın tepesinde. Küçücük, formalite icabı olduğu çok belli bir sınır kapısı var, yine evrak kontrolü vs derken damgamızı vurdurup bayır aşağı yola koyulduk. Şöyle bir manzara hayal edin, yemyeşil bir yol karşınızda adriyatik denizi, dar ve bolambaçlı bir yoldan kıvrıla kıvrıla aşağı iniyorsunuz. kısa bir feribot yolculuğundan sonra kotor’a varıyorsunuz. Şehir’de “old city” dedikleri surların içerisinde ayrı bir dünya var. Genellikle otel, hediyelik eşya dükkanı ve restoran ağırlıklı olsa da tarihi kalenin içerisinde yaşayan insanlar da var. O kadar temiz, düzenli ve organize ki hiçbir ön hazırlık yapmadan film çekebilirsiniz içeride. Surların içerisinde sabahtan akşama kadar daracık sokaklarda dolaşıp kolaylıkla kaybolup sonra büyük bir kilise veya hanın yanında bulabilirsiniz kendinizi.
Kotor sonrası istikamet budva. Budva’ya varmak için gittiğiniz yol çok meşakkatliydi, yol hem çok dar hem de inanılmaz kalabalıktı. Karadağ’ın turistik yerleri olduğu için bi kalabalık, yaz ayları olduğu için ayrı kalabalık. Uzun ve sıkıcı bir yolculuk sonrası otele vardık. Otelde resepsiyondaki kız türkiye’ye sayısız defa geldiği için bize inanılmaz sıcak davrandı, hatta fark almadan odamızı deniz gören bir odayla değiştirdi sağolsun. Budva göreli biraz daha modern ve günümüz şehirlerine daha benzer bir şehir. Güzel bir çarşısı, hediyelik eşya dükkanları, şık restoranları ve eğlence mekanları olan bir yer. Gece yatıp, sabah ilk iş kendimizi plaja attık. Becici ve stevi stefan (bir tane james bond filmi buradaki bir adada çekilmiş o yüzden epey bi popüler, plajın hemen yanında bulunan adaya giriş 15-16 euro falandı) en meşhur plajlarından. Plajlar deniz bizim ege kıvamındaydı. Genellikle taşlık, hemen derinleşen bir deniz var. Plajlar genellikle bizdeki son dönem sosyete beachleri gibi değil de daha yurdum plajı havasında. Yıllarca anlatya’da yaşamış birisi olarak beni çok tatmin etmese de yine de iyiydi.
Budva’da iki gece yatıktan sonra son durak Belgrad’a doğru yola çıktık. Yol üzerinde Karadağ’ın başkenti podgorika olunca girip bi orayı da görelim istedik fakat görecek bir yer bulamadık. Navigasyona “Podgorica City Center” yazdığımızda bizi götürdüğü yer terkedilmiş şehir gibiydi. Normalde başkentlerde konsoloslukların olduğu yerler lüks ve güzel yerlerdir, burada çoğu ülkenin konsoloslukları bir apartman dairesi. Apar topar çok da güzel olmayan bir pizza yedikten sonra 9 saat sürecek kabus gibi bir Belgrad yolculuğuna başladık.
Budva’dan belgra’da gitmeden önce baktık ve 550 km görünce günümüzü öldürmemek adına akşamüzeri saat 4 de yola çıkalım ve akşam 10-11 gibi belgrad’a ulaşalım diye plan yaptık ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Podgorika’da durduğumuzu, ilave olarak 2 sefer verdiğimiz kahve molasını düşersek yol 11 saat sürdü, molaları falan dahil edince 13-14 saat falan sürdü. Düşünün 550 km 11 saat. İnternette arada bir çıkıyor ya “bu yollarsan gitmek cesaret ister” diye sanırım budva-belgrad arasındaki yol da o yollardan bir tanesi. Gece 2’de bir ara öyle bir yere geldik ki dağın tepesindeyiz, yolda yaklaşık 45 dakika hiçbir arabaya rastlamadık, hiçbir dinlenme tesisi, benzinlik, ev görmedik ve bulunduğumuz yerde durup baktığımız zaman gördüğümüz tek ışık bizim arabanın farları.
Neyse ki sabah saat 6 gibi belgrad’a geldik, tabi o saatte bizi otele almadıkları için otelin önünde araba içerisinde uyuduk. Saat 9 gibi kalkıp şehri gezmeye başladık. Sava ve tuna nehirlerinin kesişim yerinde kurulu şehir hamur işi açısından çok zengin biryer. Her köşe başında bulabileceğiniz “pekara”larda her damak tadına uygun hamur işleri bulmanız mümkün. Şehirde “kalemegdan” denilen tarihi bir kale var. İçerisinde çok fala Osmanlı-türk yapısı ve zamanın eski dönem vali, vezirlerinin mezarları bulunmakta. Knez Mihailova caddesi muhakkak görmeniz gereken yerlerin başında geliyor, tarihi bir cadde ve yürümesi keyifli bir yer. Nikola tesla müzesi gezinin en önemli duraklarından bir tanesiydi. Tesadüfen denk geldiğimiz belgrad bira ve müzik festivali bizim için farklı bir tecrübe oldu. İlk defa türkiye dışında bir yerde müzik festivaline katıldık. Yağmurlu olmasına rağmen insanlar deli gibi bira içip sahnedeki grup eşliğinde sapıtıyorlardı. Ara ara kavga çıksa da biz çok fazla suya sabuna dokunmadan efendi efendi biramızı içip müziğimizi dinleyip gidip otelimize yattık. Ertesi gün de havaalanında arabamızı teslim edip geri döndük.
4 gece 5 gün vakit geçirdiğimiz geziden özet bilgi şu şekilde. Volkswagen; kaliteli araba üretiyor gerçekten, 1000cc, 3 silindir araba tık demeden o yolları iyi gitti, hem de 5 gün gibi kısa bir sürede. Bosna hersek; bizden bir yer, hiç yabancılık çekmiyorsunuz, evde gibi hissediyorsunuz Kotor; muhakkak gidin görün Budva; ege’nin bozulmamış hali gibi. Yapılaşma ufak ufak başlamış daha bakirken gidip görmekte fayda var Belgrad; tarihi biryer, çok etkilenmedik ama tabi ki güzeldi Yemek; damak tadı bize çok yakın, neredeyse aynı… aç kalmazsınız. Hamur işleri ve köfte bölgenin olmazsa olmazları İnsanlar; Boşnaklar=türkler bi fark yok, Karadağlılar akdeniz kıyısında olmanın verdiği bir rahatlık ve sıcaklıkları var, sırplar belki de ön yargımız vardı, çok fazla ısınamadık, soğuk ve nemrut bi havaları vardı.
İlkinden çok memnun kaldığımız için ikincisine daha kalabalık bir kadroyla gittik. Hanım, iki çocuk, anne ve babam. Bu seferki rota Kosova ve Makedonya. Uçakla kosova’nın başkenti priştine’ye indik. Orada internetten kiraladığımız Volkswagen transporter’ımızı alıp yola revan olduk.
Planı şöyle yapmıştık, ilk olarak makedonya’ya geçip oraları gezecektik, sonra Arnavutluk oradan da dönüş yolunda kosova’yı gezecektik. Planın bazı yerlerde dışına çıkmak zorunda kaldık, mesela arnavutluk’a gidemedik, yollar çok bezdirdi, bir de arabada 2 yaşında ve 6 aylık iki çocuk olunca yolculuk da pek tat vermedi.
Neyse ki, priştine’den 2 saatlik bir yolculuk sonrası Makedonya başkenti üsküp’e ulaştık. Şunu belirteyim ki bu gezi boyunca hiç otelde kalmadık, her gittiğimiz yerde ev kiralamıştık, bu uygulamadan çok memnun kaldık, hem yeme içme konusunda daha esnek olabildik hem de çocuklar daha rahat etti evde. Üsküp merkeze yürüyerek 5-6 dakika uzaklıkta bir yerde kiraladığımız evin anahtarını almak için ev sahibiyle buluştuk, kadının demesine göre bizden önceki misafirleri de türkmüş. Gece geç saat olduğu için erkenden yatıp uyuduk. Sabah ilk iş market arayıp kahvaltılık bir şeyler almak oldu. Kahvaltı sonrası yollara düştük. Üsküp şehri klasik doğu bloku şehirlerinden, gri binalar, sevimsiz siluetler, ruhsuz bir şehir. Merkez meydan gelince hava biraz olsun değişti, büyük bir meydan var meydanın ortasında büyük İskender’in heykeli mevcut. Zaten çoğu atraksyon bu meydanın etrafında. Rahibe teresa evi, fatih sultan Mehmet zamanında yapılmış Taşköprü, türk çarşısı, savaş müzesi, Makedonya ulusal müzesi, Makedonya kapısı meydana 3-5 dakika yürüyüş mesafesinde. Şehri merkezinden biraz uzakta mustafa paşa cami, üsküp kalesi, milenyum haçı mevcut. Biz iki gece kaldık burada, gezinin daha sonraki duraklarını gördükten sonra pişman olduk iki gece harcadığımıza, keşke bir gece kalıp devam etseymişiz, çünkü ülkenin geri kalanı inanılmaz güzeldi.
Üsküp sonrası ohri’ye doğru yol aldık. Ohri göl kenarında küçük bir şehir ama çok fazla tarihi bina ve eser var civarında. Yani gezmek etmek 1-2 günlük bir şey değil. Hele bir de göle gireyim falan derseniz daha fazla güne ihtiyacınız olur. Üsküp Ohri yolu sanırım dünya üzerinde görüp görebileceğiniz en güzel yoldur. Bir ara yola baktığımda insan yapımı hiçbir şey göremedim ne ev ne bina ne elektrik nakil direkleri, hatta orman o kadar gür ve yüksekti ki yol bile görünmüyordu. Hatta tepeye yakın bir yerde arabadaki herkes uyurken durdum arabadan inip etrafa bakındım, sonra da gidip arabadakileri uyandırdım, çünkü her insanoğlunun görmesi gereken bir manzaraydı kanımca. Yol üzerinde gostivar diye bir kasabadan geçtik ki burası türkiye’den bir parça gibi, nüfusun %75’i türk zaten, belediye başkanı da türk.
Ohri’ye varmadan önce matka kanyonu diye bir yerde durduk. Nehrin önüne baraj yapmışlar ve su arkaya kanyona doğru yükselmiş, seyri çok keyifli bir yer olmuş. Kanyonda 4 euro verip teknelerle gezebiliyorsunuz. Her iki tarafınızda dik ve yüksek dağlar, yemyeşil bir doğa, tertemiz bir su…tekneyi kullanan Arnavut 3-5 sene öncesine kadar suyun içilebildiğini söyledi, artık içmiyorlarmış. Eski günlerden ve daha yavaş yaşamdan falan bahsetti, eskiden yaşamak için çalışıyorduk, şimdi çalışmak için yaşıyoruz gibi de felsefik bir laf etti.
Ohri’ye gelince şehrin tarihi kale içi dedikleri yeri gezmeye gittik, öncelikle yokuş ve Arnavut kaldırımı ile bir probleminiz varsa hiç girişmeyin ohri’yi gezme işine. Biz bir yerden sonra bıraktık gezmeyi çünkü, kiliseler, yapılar aslında birbirine çok yakın ama yokuş çık, rampa in, tepe tırman belli bir yerden sonra yorulduk. Göl kenarına çöktük, pizza ve biraya gömüldük. Ohri üsküp’e göre daha farklı. Daha sevimli ve daha turistik bir havası var. İnsanlar daha sıcaktı, iletişim daha kuvvetliydi yani gezmeye daha elverişli bir yerdi. Aziz yuhanna kilisesi, Samuel kilisesi, Ayasofya kilisesi, kiril alfabesini icat ettiği düşünülen clement ve panteleimon kilisesi gezilip görülecek yerlerden.
Ohri şehrinden sonra göl etrafında Arnavutluk sınırına doğru güneye yol aldığınız zaman, araba sürmek kısmı sizi oldukça zorlayacak fakat sonrasında yeryüzündeki cennete ulaşacağınız sveti naum bulunuyor. Oralara gitmişken muhakkak gidin sakın ihmal etmeyin. Yolda koca koca uyarı tabelaları bulunuyor, yolun toplam genişliği 5 metreden daha az, karşıdan gelen araçlara karşı dikkatli olunuz diye. Zaten 30-40 km/sa hızdan daha hızlı gitmeniz pek mümkün değil. Belki de bu kadar bakir ve güzel kalabilmesini yola borçludur. Sveti naum yaşam alanı gibi bir yer. Surların içerisinde restoranlar, plajlar, kiliseler, tarihi yapılar falan var. Göle su taşıyan bir çok nehir yine bu bölgede, doğaya ve su içinde yaşayan canlılara saygılarından seyir teknelerinin hiçbirinde motor yoktu, hepsi kürekli. İnanılmaz keyifli bir yer, sessizlik ve huzur içinizi kaplar.
Buradan sonra istikamet bitola yani manastır. Yunanistan sınırına çok yakın. Çok fazla türk ve yunan vardı. Zaten bitola denilen yere gittiğinizde amasya’ya mı geldiniz bitolaya’mı anlamanız çok zor. Bildiğin klasik Anadolu şehri. Ortasından bir nehir akıyor, her taraf cami, orta büyüklükte bir meydan ve mecburiyet caddesi. Hiç yabancılamadık bitola’yı, sanırım o da bizi yabancılamamıştır çünkü zaten türk turist çoktu bir de yerleşik türk de çok fazla. Hatta bir ara kendimi kaptırıp annemle babama yaw siz evi barkı satıp gelip burada yaşasanıza dedim, ne güzel yemyeşil yer, türkiye’ye göre daha da ucuz hem…
Şehrin en cazip yeri şu an şehir müzesi olarak kullanılan zamanında okul olarak kullanılmış olan manastır askeri idadisi. 1. Katı mustafa kemal’e ayırmışlar. Kıyafetleri, çantası, karneleri vs her şey mevcut. Orada gezerken insan bir tuhaf oluyor daha on beş yaşında ana kuzusuyken selanikten kalk buraya gel yatılı oku, epey etkilendik. Zaten buradan mezun olduktan sonra da istanbul’a harp okuluna gelip buradan da teğmen rütbesiyle mezun olmuş. Oradayken ilk defa eleni karinte ismini öğrendik. Kendisi mustafa kemal’in sevgilisiymiş oradayken. Şimdi yanlış bilgi de vermiyim, sevgililermiymiş, yoksa eleni ona platonikmiymiş tam anlamadım ama mutafa kemal’e hitaben bir aşk mektubu vardı orada.
Bitola sonrası üsküp üzerinden kosova’ya tekrar giriş yaptık ve priştine’ye gittik. Kosova çok yeni bir ülke, Sırbistan’dan itilaflı bir şekilde ayrılıp bağımsızlığını ilan etmişler, sanırım hala Sırbistan ve Arnavutluk tanımıyor kosova’yı. Çok ilginç bir ülke, sanki bağımsızlığını ilan edip amerika’nın kucağına oturmuşlar gibi. Şehrin en büyük iki caddesi bill Clinton ve George bush caddesi. Ayrıca şehirde Amerikan hastanesi, Amerikan okulu, Amerikan bilmem nesi gırla gidiyor. Çok öyle gezilecek yeri de yok. İşte gittik mi gittik, gördük mü gördük. En güzel yanı 1 euroya yediğimiz köfte oldu. Koca porsiyon köfte sadece 1 euro. Hatta bi ara babam ulan bu eşek eti olmasın dedi, zira benim oplana basitten bi oyuncak balık aldık 4,5 euro verdik, tüm aile 4 yetişkin 1 çocuk doyduk 6 euro verdik. Yine burada da çok fazla cami ve han hamam mevcut. Ayrıca başkente 10 km uzaklıkta Kosova ovasının hemen kıyısında Kosova meydan savaşını kazandıktan sonra savaş alanını gezerken ölü taklidi yapan bir sırp tarafında öldürülen 2. Murat’ın türbesi var. Aslında beden orada değil, sadece kokmasın diye, iç organlarını oraya gömmüşler. Esas mezar bursa Muradiye külliyesinin içerisinde.
6 gün süren turdan kısa notlar;
Makedonya: gördüğüm uzak ara en yeşil ülke. Yani ülke yeşil, sadece bir bölge değil. Çok sakin bir yaşam var, halk yaşantısından çok memnun galiba ki hayatı hızlandırmak gibi bir dertleri yok. Yollar hala daracık ve tek gidiş tek geliş. Daha dün ülke olan kosova’da otoban çalışmaları tam gaz devam ederken onca geçmişi olan Makedonya halinden memnun anlaşılan.
Üsküp: biraz hayal kırıklığı. Tabi gidin görün ama sadece 1 gece 2 gün o kadar
Ohri gölü: gölün etrafı çok güzel. Ohri şehri görülmeye değer ama çoluksuz çocuksuz gitmek lazım, gezmek çok yorucu.
Sveti naum: anlatılmaz yaşanır. Hanımla kendi kendimize söz verdik. Çocuklar biraz büyüyüp bizden bağımsız yaşamaya başladıkları ilk gün çocukları anne babaya bırakıp gelip burada otelde baş başa kalacağız.
Bitola(manastır): bizden bir yer.
Kosova: çok tatmin etmedi bizi. Kötü değil ama gitmeye değmez.
İnsanlar: hem Kosova hem Makedonya türk nüfusun yoğun olduğu yerler. İnsanlar türk olmasa bile bir şekilde Türkçe biliyorlar. Genel itibariyle sıcak ve yardımsever insanlar.
Yemek: aç kalmazsınız, tam bizim buralar