1. 18 yaşındasınız ve bir müzik grubunun hayranısınız. Bir gün, grubun sizin de idolünüz olan gitaristi aşırı dozda uyuşturucu nedeniyle hayatını kaybediyor. Birkaç ay önce o gitaristle tanışıp sohbet etmişsiniz, grubun geleceği hakkında konuşmuşsunuz. Her şey çok yeni, ölümse bir o kadar ani. Bir yıkım yaşayacağınız kesin… Peki, o gitaristin yerine gruba davet edilseniz? Garip değil mi? John Frusciante’nin başına gelen, tam olarak buydu işte…

    25 Haziran 1988’de Red Hot Chili Peppers gitaristi Hillel Slovak, aşırı dozda uyuşturucu nedeniyle hayatını kaybetti. Yerini doldurması için seçilen isimse, grubun hayranlarından John Frusciante’ydi. Grup üyelerinin taktığı isimle ‘The Greenie’, 1989’da yayınlanan ‘Mother’s Milk’ albümünün kayıtlarıyla başladı işe. Slovak’ın tarzını bozmadan gruba ayak uydurmaya çalıştı. 1991 çıkışlı ‘Blood Sugar Sex Magik’in kayıtlarında kendini bulacak ve albüme imzasını atacaktı. Yaratıcı gücünün ilk sinyallerini, Flea ile birlikte yazdıkları ‘Give It Away’de verdi. ‘Under The Bridge’in yapımında Anthony Kiedis’e eşlik etti.1 Grup, artık zirvedeydi. Ve her şey, bir anda, ansızın tepetaklak oldu. En azından John için…

    Grubun giderek daha büyük üne kavuşmasından hoşnut değildi. 1997’de verdiği bir röportajda, o günleri şöyle anlattı:

    “Bu ‘rockstar’ işlerinden nefret ediyorum; imza vermekten, 100 kişilik bir kalabalığı yarıp sahneye çıkmaktan… Sana hayran olduğunu söyleyen insanların seni umursadığına inanmıyorum. Onların umursadığı; senin fotoğrafların, posterlerin ve imajın. Senle değil, onlarla konuşur, onlarla bir bağ kurarlar. Birisi gelip senin ne kadar mükemmel, ne kadar kusursuz olduğunu söylediğinde, ‘insanlığın’ rafa kalkıyor. Onların kafasında, hata yapmayan gerçeküstü bir bireye, daha doğrusu bir postere dönüşüyorsun.”

    Haksız sayılmaz… Ama onun şikayeti, amatör ruhu kaybetme korkusunun yanında, biraz da bunlarla baş edememekti. “Sahnede en iyi performansımı verebilmek için egomun okşanmasına ihtiyacım yok. Biraz içime kapanmak, içebileceğim kadar çok marijuana ve mümkün olduğu kadar çok kırmızı şarap yeterli” diyordu ama yeterli dediği şeylerle yetinmediğini kendi de biliyordu. O bir eroin bağımlısıydı ve bu bağımlılık, kontrol edilebilir olmaktan çıkalı çok olmuştu.

    1992 yılında, John ve RHCP’ın yolları ayrıldı. Takip eden beş yıl, eroinin pençesinde geçti. Ölümün kıyısından döndü, hem de bir değil, birçok kez. 1996’da kendisiyle röportaj yapan Robert Wilonsky, karşılaştığı sahneyi şöyle anlatacaktı:

    “Üst dişleri neredeyse dökülmüş. Alt dişleri kahverengiye dönmüş ve incelmiş, biraz sert bir ısırıkta düşecek gibiler. Dudakları kupkuru. Saçları yıpranmış. Tırnakları, daha doğrusu tırnaklarının olması gereken yerler kan toplamış. Bacaklarında, kollarında ve bileklerinde Camel sigarasından düşen küllerin yanıkları var. Derisi büzüşmüş ve her yerinde yaralar var. Eski bir tişört giyiyor, altındaki pantolonda da kan lekeleri var. Birkaç ay önce neredeyse ölüyormuş; vücudunda, olması gerekenin 12’de biri kan varmış ve kanı enfeksiyon kaptığı için vücudu yeni kan hücreleri üretemiyormuş.”2

    Nasıl? Yeterince korkutucu, değil mi? Bir de bunlara, malum süreçte uyuşturucu etkisindeyken evini yaktığını ve kollarındaki onarılmaz yaraları ekleyin. Beş yıl boyunca, kendisiyle yapılan hiçbir röportajda ayık olmayan birinden bahsediyoruz. Düzeltiyorum; beş yıllık sürecin neredeyse hiçbir anında ayık olmayan. 1997’de rehabilitasyon merkezine yatırıldığında çoktan ölmüş olması gerekiyordu, karanlığa birkaç kez “Merhaba” demişti ama şanslıydı; gelen olmadı. Dişlerini tamamen kaybetti. Ağız ve çene bölümündeki deformasyon için operasyon geçirdi. Kollarındaki yaralar ise o kötü günlerin bir hatırası olarak kaldı. O artık, her şeye baştan başlıyordu…

    John’un yerini Dave Navarro’yla dolduran RHCP ise yoluna devam etmişti. 1995’te ‘One Hot Minute’ albümünü çıkardılar ama John’suz bir parçaları eksikti. Anlamaları uzun sürmedi; bir süre sonra Navarro ile yollar ayrıldı. Flea’nın ayrılıkla ilgili sözleri kimyanın tutmadığının kanıtı gibiydi. “Biz ondan sadece gitar çalmasını istemiştik” diyordu Flea, “Ama o ‘çok fazla’ gitar çaldı” diye ekliyordu. Rehabilitasyon sürecini tamamlayan John ise günlerini yoga ve meditasyonla geçiriyor, ikinci hayatına alışmaya çalışıyordu. Bir gün kapısı çalındı, Flea’ydı gelen. Gruptan ayrı kaldığı dönemde ve rehabilitasyon sürecinde John’a en büyük desteği veren oydu. “Gruba döner misin?” diye sordu, John’un cevabı “Bu hayatımda duyduğum en güzel şey!” oldu.3

    ‘The Greenie’nin dönüşü, etkisini hemen gösterdi. 1999’da yayınlanan ‘Californication’ albümü 15 milyondan fazla sattı. Albüme adını veren şarkıya çektikleri klipte, John ilk defa kollarındaki yaraları gösterdi. O günleri hatırlamak zor geldiği için, o zamana kadar hiçbir videoda kollarını açıkta bırakmamıştı. Ama bu yeni başlangıç, korkularının önüne geçti. John’un birliktelikleri hakkında söyledikleri, o eşsiz kimyayı anlatıyordu; “Benim gitarım, Flea’nın basıyla parlıyor. Ve Flea, sadece Anthony’nin okuyabileceği şarkılar yazıyor. Biz birbirimize bağlıyız” diyordu John, haklıydı da…
    ‘Californication’ albümünde yer alan ‘Road Trippin’in nasıl ortaya çıktığını anlatırken,4 grup içindeki ‘birbirine bağlılık’ hakkında ipuçlarını veriyordu aslında. Bir gün sörften dönüyor ve gitarıyla bir riff çalmaya başlıyor. Daha sonra Anthony geliyor, “Bu ne?” diye soruyor, John “Bu mu? Hiçbir şey” diyor. Ardından Flea, John’un çaldığının üzerine bir şeyler ekliyor; “Hadi” diyorlar, “Bir de geçiş koyalım” ve ortaya ‘Road Trippin’ çıkıyor. Mükemmel bir şey yaratıyorsunuz; düşünmeden, aniden, emprovize, içgüdüsel. Ne derseniz deyin… Dünya adaletli bir yer değil, eyvallah. Ama bazılarına bahşedilen yetenek de biraz fazla kaçıyor işte. Bir dönem Milla Jovovich’le birlikte olmasını, yakın arkadaşları arasında Vincent Gallo ve Johnny Depp gibi isimler bulunmasını hesaba katmıyorum bile. Flea, “Dave (Navarro) ile çalışmak zordu ama John’la her şey çok kolay. Tartışma yok, konuşma yok. Sadece çalıyoruz” diye özetliyor durumu ve ekliyor; “Nasıl oluyor bilmiyorum. Belki anlamsız ama… Nasıl desem? Aşık olmak gibi…”

    Flea’nın bahsettiği bu aşk, 2002 çıkışlı ‘By The Way’ albümünün de en büyük ilham kaynağı oldu. Bu aynı zamanda, John’un kendi performansından yüzde 100 tatmin olduğu tek albümdü. Bir röportajında,5 kayıtlar sırasında beyninin gitar çalmasına yardımcı olan bölümü dışında hiçbir noktasını kullanmadığını anlatmıştı; “Algılarınızı tamamen kapatırsanız, müziğin beş duyunuzla algılayabileceğiniz şeylerin dışında bir yerlerden geldiğini anlarsınız. Nasıl oluştuğunu bilmezsiniz ya da size nasıl ulaştığını. Ama bir şekilde ulaşır işte. Kayıtlar sırasında algılarımı tamamen kapatıp dış dünyayla bağlantımı sıfırladım. Ve ‘daha çok’ müziğin geldiği yere ulaşmayı başardım. Meditasyon, müzikal çalışmalarınıza enerji ve odaklanma yönünden katkıda bulunur. Aynı şekilde müziği dinleme, duyma şeklinize de. Bunu ancak marijuana içmeye başladığım zamanlarla kıyaslayabilirim. O zaman da müzik, sanki ete kemiğe bürünmüş gibi gelirdi. Her şeyi daha keskin hatlarla duyardım. Bir soloyu daha çabuk çıkarırdım” diyor ve ekliyordu:

    “Brahms, Beethoven, Bach ve Mozart’ın nasıl müzik yaptıklarını, kafalarındaki kurguyu ve düşünceleri keşfetmek beni çok heyecanlandırıyor. Bazen eserlerinden küçük parçalar dinliyor ve yapılarını keşfetmeye çalışıyorum, ‘Hey, or’da neler oluyor? Bu çok güzel, nasıl böyle duygular yaratabiliyorlar?’ gibi tepkiler veriyorum. Jimi Hendrix’in sololarını dinliyorum. Küçükken Hendrix’in sololarını çalışırdım; ya solonun iskeletini çıkarabilirdim ya da çalardım ama bazı zorlu bölümleri es geçerdim. Meditasyon, onu anlamamı sağladı. ‘Tanrım! Ne yaptığını açıkça anlıyorum’ dedim ve anlamakla da kalmadım; onun bu soloyu kurgularkenki duygularının aynılarını hissetmeyi başardım.”

    John Frusciante’nin ‘normal’ bir insan olmadığı konusunda şu ana kadar hemfikir olamadıysak, belki Anthony Kiedis’in şu sözleri yardımcı olur:

    “O, daima derin bir disiplin içinde çalıştı. Kendini, gece-gündüz müziğini duymaya ve yaşamaya adadı. Ve bu, bir hastalık gibi bize de bulaştı.”
    #60815 the crow | 7 yıl önce
    0müzisyen 
  2. rhcp'ye tekrar katılmış olan gitarist.

    0müzisyen 
  3. Bu adamın gitaristliği zaten kalburüstüdür ama görmezden gelinemeyecek diğer bir müzikal yeteneği de armoni yeteneği. Kendisinin geri vokal yaptığı rhcp şarkılarından geri vokali çıkardığınız anda şarkılar çırılçıplak kalıyor, 'in vokali, arkasında john olmadan inanılmaz tekdüze oluyor.
    #218246 taro | 4 yıl önce
    0müzisyen 
  4. kendisinin çok büyük bir "duygusal bagajı" varmış, ben de yeni öğrendim, hemen sözlüğe aktarmaya geldim. kendisi, 'in ağabeyi 'in ölümünde istemeden de olsa bir rol oynamış. ve john, river phoenix'in arkadaşlarıymış; o dönemde her biri uyuşturucu bağımlılığı ile cebelleşmekteymiş ve river phoenix'in öldüğü gün kullandıkları uyuşturucu dozunu herkese john dağıtmış.

    kendisinden önce yine aşırı dozdan ölen rhcp gitaristi 'ın yerine gelişi, grubun, john'un yer aldığı ilk albümde bolca hillel slovak'ı anan şarkılar yazmış olması, bu durumda kendini yeterince kabul edilmemiş hissedişi, bizzat kendi bağımlılığı ve arkadaşlarının hepsinin bağımlılıkla mücadeleleri yanında, john'un belki de uyuşturucu ile ilgili en büyük duygusal yükü bu olsa gerek.

    ayrıca bundan çok ilgisiz bir bilgi daha, kendisi zamanında 'in esas vokali ve gitaristi ile uzun süre sevgili olarak kaldı ve bu nedenle çoğu rhcp konserinde solo olarak bir klasiği olan 'i çalıp söyledi. bu da hayatımda gördüğüm en romantik şeylerden biriydi.
    #222506 taro | 4 yıl önce (  4 yıl önce)
    0müzisyen