Tarih boyunca insan gururuna başlıca üç büyük darbe indirilmiştir. Bunlar, evrenin merkezi, tanrıların gözdesi ve kaderinin efendisi olduğu düşünceleriydi. İlk darbe Copernicus’dan geldi. Dünya dediğimiz gezegenin evren içinde sadece bir nokta olduğunu ve güneşin çevresinde döndüğünü ispatladı. İkinci darbe, insanın üstün bir varlık değil de, hayvanlardan inme bir yaratık olduğu o dönemlerde ispatlayan Darwin’dendi. Üçüncü darbe de, -belki en ağırı- Sigmund Freud’den patladı (1856-1938). 19. yüzyılın başında yayınladığı bir dizi kitapla, insan benliğinin, yani egonun kendi evinin efendisi olmadığını, fakat günlük hayatında farkına bile varmadığı bilinçaltı içgüdülerin kontrol ve yönetiminde bulunduğunu açıklıyordu.
Bu gerçek şimdi dünyaca kabul edilmiştir ve insan kişiliği üstünde bildiklerimizde bir devrim olarak adlandırılıyor. Freud öncesinde, düşünen beyin eşsiz üstünlükte sayıldığı halde, o bizlere bunun aksinin doğru olduğunu gösterdi. Bir zamanlar sadece gözlenen ve mimlenen insan davranışı, şimdi büyük ölçüde tanımlanabiliyor. Freud’den beri, sadece ne yaptığımız değil, bir bakıma neden yaptığımızı da bilir olduk. Freud, çağdaş psikiyatriyi ve insan kişiliğini anlama bilgisini getirdi. Aynı zamanda, bu çalışmaların bilimsel bir alana yöneltilebileceğini bizlere o gösterdi. Çalışmalarını önemli kılan bir neden daha var. İnsan davranışı önceden bilinmez gibi görülür. Yani, bilinmeyen nedenlerin esintisi önünde, bir böceğin uçmaları kadar amaçsız bir hava taşır. Ama Freud, kişilerin konuşmalarını, düşüncelerini ve duygularını yöneten kanunların açıklığa kavuşabileceğini ve göze göründüğü gibi ulu orta davranmadıklarını, aksine kendi iç dinamizmlerine uygun bir davranış taşıdıklarını göstermiş oldu. Başka bir deyimle, bilim anahtarının insan denen yaratığın bilinmeyen kapılarını açabileceğini bizlere gösterdi.
Freud’un tuttuğu yol inanılmayacak kadar basitti. 19. Yüzyılın son yirmi yılında nöropatolojist ve psikiyatrist olarak Viyana’da mesleğini sürdürüyordu. Bu nedenle de pek çok isterik hastayla, yani iradeleri dışında benliklerini saran ileri endişe ve depresyon semptomları göstermeleri dolayısıyla normal bir hayat sürme yetenekleri büyük ölçüde zedelenmiş bir takım kişilerle ilişki kurmak zorunda kalıyordu. Onları iyileştirmek için gündelik konuşmalardan yardım beklemek faydasızdı. Bilinçleri dışında kalan bazı duygusal güçlerin etkisi altında bulunuyorlardı. Böylece Freud, şimdi pek iyi bilinen psiko-analiz tekniğini geliştirdi. Hasta, bir divana uzanıyor, psikiyatr da onun ardında oturuyordu. Hastaya, sıkıntısı ile ilgili konuda, ne kadar da saçma olsa, aklına ilk gelen düşünce ve duyguları açıklaması söylenirdi. Freud, bu devrede hastanın anlattıklarını ona gerisingeri yorumlamaktan sıkı sıkıya kaçınırdı. Fakat sadece bir yerde takıldığı ya da bilinçaltı dirençle karşılaştığında, ki pek sık olurdu, hastasına yardım etmeye çalışırdı.
İşte Freud’ün maymuncuklarından biri buydu. Bilinçaltı psikologlar için yeni bir şey değildi. Varlığı çoktandır biliniyordu. Ama artık ilgi uyandırmayan bir takım eski anıların ölmek üzere atıldıkları bir tür çöp sepeti niteliğinde değerlendiriliyordu. Ama, Freud’ün hastaları yoluyla öğrendiği bilinçaltı hiç de böyle değildi. İçine atılı duygular bütün canlılığını koruyordu ve kişinin bilinçli davranışları üzerinde büyük etkileri vardı. Analiz süresince isterinin kökleri eşeleniyor ve ortaya çıkıyordu. İşte bu da onun başka bir buluşuydu. Eşelenen bu köklerin bebeklik ya da çocukluk dönemlerinde geçirilmiş gerçek olayların derinliğinde yattığı görülüyordu. Gerçekten çocuk adamın babasıydı. Bu geçiştirilen olay ve analizleri burada anlatacak yerim ne yazık ki yok. Yalnız, çocuğun seks kavramını kendi ilkel duygularınca değerlendirme çabalarının bu konuda büyük rol oynadığını söyleyebiliriz ki, Freud de bu bakımdan, 'her şey sekse bağlıdır' demiştir. Hasta, bu geçmiş olayların anılarını oltasına takıp da bilinçaltından su üstüne çıkardıkça, heyecanı gitgide artacaktır. Zira çocukluk deneyleri bütünüyle duygusaldır. İşte ateşi küllenmiş soğuk anılar değil, içini dökerken dirilen bu duygular ya da öfkenin de katıldığı suçluluk, ezginlik, düş kırıklıkları ve ihmal edilmiş olma duyguları bilinçaltından doğru yükselerek bilinci basınca hasta coşar. İşte Freud bu döneme (olumsuz aktarma) adını vermiştir. Zira tedavinin en kritik anı olma niteliğini taşır. Psikiyatristi önce karşısında bir dert ortağı gibi gören hasta, tedaviye hoşnut bir hava içinde başlar. Ama işte o sıra bu duygular tam tersine dönüşebilir –nefret, kuşku, pişmanlık gibi-. Freud o andan tezi yok, bir yardımcı gibi değil de, hastanın sıkıntılarının tek sorumlu kişisi durumuna girebilir. Ama hasta yavaş yavaş bir rahatlık duymaya başlayacak ve bu geçmiş duyguların şimdiki hayatında rolü olmadığı düşüncesine varacaktır. Ancak o zaman hastayı Freud’e getirmiş olan semptomlar gözden silinmeye yüz tutar.
Bu neyi gösteriyordu? Çok eskilerden beri akıl hastaları ya da garip davranışlı kişiler, şeytanca zaptedilmiş sayılırlardı. Yani, hastalıkları tanrısal bir ceza olarak yorumlanırdı. Ama Freud’ün hastaları için aynı şey söylenemezdi. Çünkü tedavileri sonunda hepsi de sağlığa kavuşmaktaydı. Görünüşe bakılırsa bu semptomları (aralarında uzuvca sakat olanlar da vardı), bütün kişiliğin çerçevesi içinde bir amaca hizmet etmişe benziyordu. Bu amaç neydi? Çocuğun tatsız ve rahatsızlık verici duyguları, sürüne gönderilircesine, bilinçaltına tıkılmışlardı. Bundan böyle semptomlar şişenin mantarı görevini görmüşlerdi. Yani, kişiliği tehdit eden bu duyguları baskı altında tutmuşlardı. Bütün bunlar bilinç dışı yollardan olageldiği için, bilinçaltının kendine özgü bir dinamizm taşıdığını ve davranışlarını düşünen beyine danışmadan, başına buyruk yürüttüğünü gösteriyordu. Ve seks güdülerinin normal gelişiminin engellenmesi yüzünden de bu kişiler akıl hastası durumuna gelmişlerdi. Sinir hastaları üzerinde yaptığı çalışmalarla denenmişlik kazanan Freud, insan kişiliği konusunda bütünleyici bir teori kurma başarısını gösterdi. Onca yaşayışımıza bilinçaltı duygularımızın içgüdüleri yön vermekteydi. Yani, kişisel davranışlarımızın sorumlusu onlardır. Bu güdüler aslında seks ile ilgilidir ve güçlerini libido adını verdiği bir kaynaktan sağlarlar.
i.hizliresim.com/... Oscar Nemon 1931 yılında Viyana’da Sigmund Freud’ün heykelini yaparken
Fakat Freud’ce, bu seks deyimi yetişkinlerin bildiği anlamda bir şehvet duygusundan ayrı, bir bakıma isteklerin doyurulması karşılığında kullanılıyordu. Yani; bedenin değişik bölgelerden zevk alma güdüsü. Bebekliğinde çocuk bu zevkini ağız yoluyla doyurur ve buna ağız dönemi denir. Bunu da makat dönemi izler. Bu dönemde çocuk bağırsaklarının çalışmasından zevk alır. Derken ilgi üreme uzuvlarına kayar. Bütün bunlar beş yaşından önce meydana gelir. Bu sıra çocuğun seksle ilgili duygularında bir duraklama baş gösterir. Ama bu uyuşukluk sırasında, kız ve erkek çocuklarda yeni bir takım karışık duygular filizlenir, erkek çocuk annesine sahip olmak istediğinden, babasına karşı içinde büyük bir kıskançlık beslemeye başlar. Ama bu kıskançlıkla birlikte, babaya karşı artan bir hayranlık ve onun gücüne sahip olma isteği gelişir. İşte Freud’ün, Yunan Mitolojisi’nde babasını öldürüp, annesiyle evlenen Oedipus’dan esinlenerek adlandırdığı, Oedipus Kompleksi böyle doğar. Kız çocukta bunun paraleli duyguya Elektra Kompleksi denir. Bunda kız, babasına karşı büyük bir yakınlık duyarak, annesini kıskanır ve yerini almaya çalışır. Bu iki kompleks de güçlü bir suçluluk duygusu ile dizginlenir. İşte sevgi, nefret, saldırganlık gibi aşırı duygular; yan güdülerle birlikte, kılık değiştirerek, başka amaçlara yöneltilir. Çocuklar ancak yetişkin seks çağına geldiğinde bu güdüler karşıt cinslerin birbirlerine karşı besledikleri duygusal bağlar ortaya çıkar. İşte yine, kılık değiştiremeyen ve başka yönlere kanalize edilemeyen sivri duyguların bilinçaltına hapsedilmeleri bu süreye rastlar. Yine bu sıra seksle ilgili duygular değişik yollara dağıtılıp hafifletildiğinden, kişi doğrudan seksle hiçbir ilgisi olmayan eylem ve uğraşlara girişir. Ama ister sanatçı olacak biçimde yaratıcı yetenekleri gelişsin, ister mühendis, muhasebeci, ya da bahçıvan olsun, Freud’ce bütün bu eylemlere güç sağlayan kaynağın köklerinde seks yatmaktadır. Bizler, arabamıza takılı bir takım azgın beygirleri dizgin altında tutmaya çalışan kişilerden başkaları değiliz ve aslına bakılırsa, bu atlar bizi bir yönde götürmekten de çok uzaktırlar.
Freud böylece bir gerçek daha, içgüdülerin iki yönlü kişiliğini de ortaya çıkarmış oluyordu. Söz gelişi, çocuk kafasında, tahterevalli oynarcasına, annesine karşı hem sevgi, hem düşmanlık besler. Bu denge, ihtiyaçlarının yerine getirilip getirilmemesine göre, bir yan lehine bozulur. Gerçekte, sevgi ile nefret aynı paranın değişik yüzleridir ve çocuk bunları yerine göre ana-babasına karşı kullanır. Bunlara benzer bir takım karşıt çiftler daha vardır: Saldırganlık ve uysallık, bizi yapıcılığa ve sevmeye götüren yaşama içgüdüsü ile bizleri yıkıcı, yok edici kılan ölüm içgüdüsü. Şuraya kadar sözünü ettiklerimi özetleyecek olursam; Freud, insanın itici gücünün bilinçaltından geldiğini göstermiştir. Bilinçaltı ise, birbirleriyle boğuşan dinamik duygularla kaynaşmaktadır. Bu duygular da biyoloji ve moral bakımlarından tarafsız bir kişilik taşımaktadırlar. Normal olarak, bu duygular araştırmamıza açık değildir ve beyinde bir işler durumdadır. İşte bu sansür, bilinçaltı duyguların bilince çıkmalarını önler. Fakat bu duygular çok kuvvetlidir ve çocukluk dönemlerinin ilkel seks ile ilgili konularından varolmuşlardır. Baskı altında tutulmalarına rağmen, bütünüyle yok edilemezler ve sağlıklı bir biçimde gelişecek olurlarsa, etkin bir güç durumuna gelerek, kişinin yaşamını süsler ve doyururlar. Aksi olursa, şiddetli sinir bunalımları ile kişiyi yıkıntıya götürürler. Fakat bütün bu tanımlamalar tecrit yollu ve kafanın içinde geçerlidir. Kişi bir de sosyal çevresinin, benimsenmiş adetlerin moral ve davranış etkisi altındadır. Bizi dünyaya getirenler sadece ana ve baba olmakla kalmazlar. İçinde bulundukları toplumun birer üyesi olarak, ana-babalarından devraldıkları bir takım ölçüleri bize de geçirmeye uğraşırlar. Böylece, Freud’e göre, bilinçli kişiliğimizin temsilcisi EGO, neylerine dayanarak önce ana-babamızın bize öğretmeye koyulduğu şunu yap, bunu yapma gibi, toplumun ölçüsüne göre biçilmiş bir takım yanlışlar ve doğrular kalıplarıyla da şartlanır, biçime girer. Beşikten dışarı adımımızı atar atmaz, uygarlığın bütün ağırlığı, -yapay bir düzendir- sırtımıza biner. Böylelikle çok erken bir yaşta, sadece kendi isteklerimizi yerine getirmek için doğmadığımızı anlarız.
İşte bu ağır bir yüktür ve kimi ömrü boyunca o yükün altından kalkamaz, ezilir. Fakat rahata kaçma güdüsü çok kuvvetlidir ve Freud’e bakılırsa, beyinde yarı bilinçli, yarı bilinçsiz bir mekanizma bulunmaktadır. Bu mekanizma toplumun yasaklarını emer ve her birimizin içinde bir tür bağımsız bilinç yaratır. Böylece, yetişkin çağımızda, ana-babamızdan öğrendiğimiz kuralları, kendimiz yaratmışcasına sürdürdüğümüz yaşama uygularız. Freud, bu mekanizmaya Süper-Ego ya da İdeal Ego adını vermişti. Çünkü o bizim toplum içinde olmak ya da benzemek istediğimiz bireysel kişiliğin portresidir. Yalnız, tabiatça çekingen huylu rahatseverlerde Süper-Ego, bir bakıma çağrısız konuk, yani bir yabancı gibidir. Hele sinirli kişilerde öyle bir tiran kılığına bürünür ki, bunlar bütün güçlerini onu başlarından devirme ve kendi kendileriyle yenişme savaşlarında tüketirler. İnsan kişiliğini yeni bir ışık altında gören Freud’ün psiko-analiz anlayışı işte buydu. Elimize bir anahtar verdi ve hiç değilse, kilidi açık kapının ardında yatan bazı gerçekleri gösterdi. Kişi kalıplandırılabilir ve çevresine uyması sağlanabilir. Zaten kendi de, kendine bu yolda yardımcı olur. Fakat içgüdüsel davranışlar asla yok edilemez ve eğer beşikten bu yana, çevresi onun tabii gelişimine ve uyma çabalarına düşmanca karşı koyarsa, yetişkin çağında o hem kendiyle, hem de toplumla uyuşmazlığa düşecektir. Fakat içinde yaşadığımız bugünün toplum çevresinde bu yolu tıkayan pek çok engel var: Çoğu işlerin tekdüzenliliği, sürdüğümüz yaşamın değişmezliği, bireyi önemsiz kılan kitle uygarlığı, savaş sonrası çöküntü, bir ekonomik oyunda kişileri piyon gibi kullanan katı ideolojilerin varlığı.
Freud’ün bu konularda bizlere yardımı ne olabilir? Ama hiç değilse her kişi için yönelecek, değeri büyük bir amaç öğrenmiş bulunuyoruz: Gerek fikir ve gerekse fizik dünyamızda bağımsızlığımızı koruyacak kadar kuvvetli olabilmek. Böylece son noktaya gelmiş bulunuyoruz. Evet, Freud bir iz sürücüydü, ama teorileri insan beyni üstüne söylenmiş ve varılmış en son bilgiler asla değildir. Bugün pek çok psikiyatrist, anlayışın kapısını açan bir anahtar olarak değerini kabul etmekle birlikte, onun psiko-analiz tekniğine sırt çevirmiş durumdadırlar. Şimdi bilinçaltında seksle ilgili olanlardan ayrı güdülerin de bulunduğu biliniyor.
Ama yeniden Freud’ün ilk kaşifi olduğu dinamik bilinçaltına dönersek, yüzyılımız çılgınlık ve felaketlerinin, geçmiş çağın yapmacık adetlerine karşı bilinçaltının ayaklanması sonucu patlak verdiği söylenebilir. Acaba bu devrim bize kendi kendimizden kurtulma yolunda ışık tutamaz mı?
kokain kullanımını destekleyen psikolog. hatta morfin bağımlılığını tedavi etmenin yolunun kokainden geçtiğini savunmuş.
ikinci dünya savaşı öncesi amerika kapıları kendisine açılsa da gitmeyi kabul etmemiş. abd'yi sevmiyormuş. sonra napoleon bonaparte'nin torunu aracılığıyla londra'ya gitmiş.
avusturya'yı terk ederken naziler kendisine "naziler bana iyi davrandı" şeklinde bir metin imzalatmak istemiş. o da metne "herkese gestapo'yu tavsiye ederim" diye not ekleyip imzalamış.*