"
varoluşçuluk "
ben"le "
varoluş"un ayrılmazlığı düşüncesinden yola çıkar. bunu yaparken de gizemci bir filozof olan
kierkegard'ı temel alır. bu düşünüre göre insan, tanrı ve ne etse önleyemeyeceği
ölümsel hiçlik karşısında tirtir titreyen zavallı bir yalnız yaratıktır. tanrı korkusu veya ölüm korkusu ile titreyen bu insan ne olduğunu bilmiyor, sadece var olduğunu biliyor. demek ki ben'le varoluş özdeştir.
öyleyse bu bensel varoluş sorunu ölümsel hiçlik karşısında nasıl konulmalıdır?
varoluşçuların (özellikle 1905-1980 yılları arasında yaşayan 68 kuşağının fikir babası jean-paul sartre'ın) bu soruya yanıtı özetle şöyledir: insan özünü kendi yaratır, özünü kendi yaratan tek nesne insandır. insandan başka her nesnede yapış varoluştan önce gelir. önce varolup sonra kendini yaratan sadece insandır. yalnız insandır ki önce varlaşır, sonra özünü yaratır; nasıl olacağını, neye yarayacağını kendisi çizer. insan varolmadan önce tanımlanamaz, çünkü varolmadan önce hiçbir şey değildir. ancak varolduktan sonra bir şey olacaktır, hem de kendisini nasıl yaparsa öyle olacaktır. yani insan insanlığını kendi yapar. demek ki bu yapış keyfe bağlı bir yapıştır. öyleyse bu keyifsel özgürlük de ölümün ötesindeki hiçlik karşısında boşuna bir çabalamadan ibarettir. ama varoluşçular böyle demiyorlar elbet.
descartes'ın
düşünüyorum, öyleyse varım denilen
cogito'sundan yola çıktıklarını söylüyorlar. onlara göre bilincin kendiliğinden ulaştığı mutlak gerçek sadece budur. herhangi bir gerçeğin olabilmesi içinse ortada mutlak bir gerçeğin bulunması gerekir. bu gerçek, insanın bir aracıya başvurmaksızın kendini anlaması, özünü bilmesi gerçeğidir. insan, bu gerçekle, kendinden başkalarına da varmaktadır. insan, kendi gerçeklerine varabilmek için başkalarının içinden geçecektir. başkaları, insanın hem varolması, hem de kendini bilmesi için gereklidir. oysa gene de kendini yapan sadece insanın kendisidir. başkalarının içinden geçmesi yaptığını değerlendirmek içindir.
yani insan geleceğe doğru bir atılıştır, bir gelecek bilincine varıştır, kendini yaşayan bir tasarıdır. insan özünü kendi yaratır: dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak… insan sorumludur. varlık özden önce geldiğine göre, insan ne olduğundan veya olmadığından sorumludur. özünü kendisi tasarladığına göre sorumluluğunu da omuzlarına yüklenmesi gerekir. hem, bu sorumluluğu sadece kendisine karşı değildir, bütün insanlara karşıdır. çünkü insan kendisini seçerken bütün insanları da seçmiş olur, olmak istediğini yaratırken herkesin nasıl olması gerektiğini de tasarlar. yeşil güzeldir derken yeşilin bütün sorumluluğunu da yüklenir. insanın sorumluluğu bütün çağına yayılır, bütün evreni kucaklar. bu sorumluluk korkunç bir sorumluluktur, uçsuz bucaksızdır. insan bu sorumluluğun bütün yükünü omuzlarında taşımakla insanlaşır. insan kendini seçerken bütün insanları seçtiği gibi, bütün insanları seçerken de kendini seçer, kendine karşı sorumlu olunca bütün insanlara karşı da sorumlu olur. bunaltı sorumluluğunu duymaktır. öyleyse insan bunaltıdır. sorumluluklarını maskeleyen bu bunaltıyı azaltabilirler, gene de içleri rahat değildir. çoğu kimseler yaptıklarının yalnız kendilerini bağladığına, yalnız kendilerini sorumlu kıldığına kendilerini inandırmaya çalışırlar, gene de bir türlü rahat edemezler. çünkü sorumluluk da, bunaltı da insanın insanlığından gelmektedir, edimlerinin sonucudur. bunaltı insanı eylemden ayırmaz, tersine eyleme götürür, eyleme zorlar.
insan özgürdür. hem sadece özgür de değildir, özgür olmak zorundadır. çünkü yaratılmamıştır, kendi kendisini yaratmıştır. çünkü bütün yaptıklarından, tutkularından bile sorumludur. tutkular kötü edimler için bir özür değildir. çünkü yeryüzünde insana yol gösterecek kendisinden başka hiçbir şey yoktur. çünkü her insan kendisinden öncekileri istediği gibi yorumlayabilir. insan yardımsızdır, desteksizdir, bir başınadır, bırakılmışlık içindedir. insanın yapacağı el değmemiş bir gelecek vardır, insan insanın geleceğidir. bunun içindir ki, insan insanı bulur. insan değerlerini kendi yaratır. insan yaşamaya başlamadan önce hayat yoktur, hayata anlam veren yaşayan insandır. değer denilen şey insanın seçtiği bu anlamdan başka bir şey değildir. yorumlar farklı olduğu için genel bir ahlâk yoktur, zira anlamı seçen sonuçta gene bizleriz. çünkü öğüt alacağı kimseyi seçmekle insan kendini seçer. yapacağınız şeye sonuçta ancak kendiniz karar verirsiniz.
gerçekte insan kendi hayatından başka hiçbir şey değildir. insan erdemlerini kendi yaratır. korkak ya da kahraman olmak insanın kendi elindedir. insan ancak elinden geleni yapabilir ama, yapmayı tasarladığı her şey de elinden gelir. herşey bir seçiş meselesidir ve her seçişin bir sebebi vardır. peki bu sebep duygularımızdan mı doğmaktadır ? hayır diyor varoluşçular. zira harekete geçmemiş duygu hiçbir şey değildir. duygu insana doğru yolu göstermez. varoluşçuluk "özgürsünüz, yolunuzu kendiniz seçin" demektedir. bir insan için toplumda değişmeyen bir zorunluluk varsa o da şudur: dünyada yaşamak, bir iş görmek, başkaları arasından bulunmak, ölümlü olmak…
bu düşünce sistemine yöneltilen birçok eleştiri bulunmaktadır. benim kişisel görüşüme göre insan toplumsal bir varlıktır ve toplumdan koparılırsa ölüm korkusuyla titremekten başka yapacağı hiçbir şey kalmaz. insan kendisini nasıl isterse öyle yapamaz, insanın gelişimi ve konumu karmaşık dış ve iç koşulların dayattığı zorunluluklara bağlıdır. varoluşçuluğun ayırıcı niteliği kişisel tedirginliği, bu tedirginliğin nedenlerini çözümlemeye çalışacağı yerde, topluma karşı çıkmaya yönelterek gidermek istemesidir. bu istekse toplumsal anarşi doğurarak kişisel tedirginliği büsbütün artırmaktan başka sonuç sağlayamaz. önemli olan tüm olumsuzluklar ve dalgalanmalara rağmen geminin rotasının huzur ve barış limanına yönelik olmasıdır. en kutsal değerin insan olduğu her insanın gönlünde yatan limana…"
kaynak:
düşünce tarihi,
orhan hançerlioğlu,
remzi kitabevi, 6.basım-s.425-430.
--
spoiler --