ara güler'in kendisiyle ilgili bir anısını anlattığı şair-yazar,
– Adın? – Sait. – Ne? – Sait… Faik. Sait Faik. – Soyadın? – Abasıyanık. – İşin, mesleğin? Bir şey bulamadı söyleyecek. Fransa’ya gitmek için pasaport alacaktı. – Yazarım, dedi. Öteki baktı, düşündü. – Yazar olduğuna dair bir yazı getir, dedi. İşte Sait Faik o yazıyı bir türlü bulamadı. Kimse bir iş yaptığına, bırak yazarlığı, bir iş yaptığına dair bir belge vermedi eline. Bir derneğe üye olduğuna dair ödediği aidat makbuzlarını buldu evde, aldı onları götürdü, olmadı. Meslek hanesine, “Yok” yazıldı.
Kırklı yılların sonlarında olmalıydı. Beyoğlu’nda, Cağaloğlu yokuşunda önemsiz bakışlı, yakaları her zaman kalkık açık bej pardösülü, uzun boylu, sakin görünüşlü bir adam dolaşırdı. Gündüzleri Cağaloğlu’nda, akşamları da Beyoğlu’nda onu sık sık görür, “İşte bu da buradaki aşina yüzlerden,” diye düşünürdüm. Pek bilmezdim önceleri kimin kim olduğunu, hem neden bilmeliydim ki?.. Sait Faik’i bilirdim, okumuştum, okuyordum ama, ben kitaplardaki Sait’i biliyordum; beyaz kâğıdın üzerinde kara satırlardaki Sait’i. Hiç kuşku yok, bu da en önemli Sait’ti.
Sanırım, Sait’in kendisini ilk kez Agop Arad’ın yazıhanesinde tanıdım. Sait Faik Abasıyanık. Koskocaman bir ad. Sait işte oydu: Akşamları Beyoğlu’nda, gündüzleri Cağaloğlu’nun ara sokaklarında hep karşıma çıkan o önemsiz bakışlı, yakaları kalkık, açık bej pardösülü adam.
1952’de yayımlanan son kuşlar adlı hikaye kitabında beni benden alan şu satırları yazmıştır.
“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.“
Ayrıca sait faik sevenlere Ankara devlet tiyatrosu‘nun oynadığı meraklısı için öyle bir hikaye Adlı oyunu tavsiye ederim. İki perdelik, tek kişilik bir oyun. Sanırım iki sezonda 7-8 defa izledim. Şimdi olsa yine izlerim.
18 kasım 1906 yılında adapazarında doğan, durum hikayeciliğinin edebiyatımızdaki en büyük temsilcisi.
1925'te istanbul erkek lisesine girdi fakat aldığı disiplin cezası nedeniyle eğitimini bursa erkek lisesinde tamamladı. İstanbul üniversitesinde (o zaman darülfünun) türkoloji okudu. Babasının isteğiyle iktisat eğitimi almaya isviçre'ye, buradan fransa'ya gitti ve bir süre orada yaşadı. Türkiye'ye dönünce türkçe öğretmenliği yaptı. Ardından yine babasının ısrarıyla açtıkları tahıl dükkanını işletmeye başladı, ancak bu girişimin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine sadece yazı yazarak geçinmeye karar verdi.
1939' babasını kaybetmesinin ardından annesi makbule hanım ile birlikte burgazada'da bulunan evlerine taşındı ve burada yaşamaya başladı. 2. Dünya savaşı sırasında bir süre adliye muhabirliği yaptı.Modern edebiyata hizmetlerinden dolayı, 1953 yılında mark twain derneğine onur üyesi seçildi. 11 mayıs 1954 tarihinde uzun zamandır mücadele ettiği siroz hastalığına yenik düştü ve hayatını kaybetti. 1955'te annesi tarafından, hala süren "sait faik hikaye armağanı" başlatıldı. Annesinin 1963 yılındaki ölümünün ardından evleri sait faik müzesine dönüştürüldü. Vasiyeti gereği kitaplarından elde edilen gelir darüşşafaka cemiyetine bağışlandı.
İstanbul'un çeşitli yerlerinde dolaşan yazar, buralarda karşılaştığı insanların kaygılarını, endişelerini, sevinç ve üzüntülerini kısacası yaşama bakan yönlerini anlatmıştır. "her şey bir insanı sevmekle başlar" diyen sait faik, hikayelerinde insanlara ve hayatlarına daha önce bakılmadık pencereler açmayı başarabilmiştir.
"yazmasam deli olacaktım" diyen hikaye yazarımız. iyi ki yazmıştır.
"söz vermiştim kendi kendime: yazı bile yazmayacaktım. yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? yapamadım. koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım. oturdum. adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. yazmasam deli olacaktım."
******
"küçük şeyleri unutamayanlar, en geri hatıraları da unutamayanlardır. hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşısında hiçbir memleket, hiçbir vatan tutamadan her yeri, her şeyi severek öleceklerdir."
“… ben said’i sevdim. (…) ve ben onu on yıllık bir acayip merhabalar ve gecelerden sonra tokatladım. haydar’a da söyledim, şimdi de söylüyorum, pişman değilim. onu bundan sonra da seveceğim. ve onu, bence malûm bazı taraflarından ötürü bundan sonra da gayrı insanî bulacağım.''
''Sana nasıl bulsam, nasıl bilsem Nasıl etsem, nasıl yapsam da Meydanlarda bağırsam Sokak başlarında sazımı çalsam Anlatsam şu kiraz mevsiminin Para kazanmak mevsimi değil Sevişme vakti olduğunu...''
ahmet arif'in yazdığı bazı mektuplarında tokat attığını iddia ettiği ancak bunun doğru olmadığı yazar.
ne ahmet arif'in yaşamındaki olayların gelişimi, hapse girişi ve çıkışı, ne de sait faik'in hayattan ayrılmadan önceki son zamanları bunu doğrulamıyor. hatta şahitlerin söyledikleriyle incelendiğinde olayın yalan olduğu anlaşılıyor.
ahmet arif leyla erbil'e yazdığı mektuplarda böyle söylemiş. amcam leyla erbil'e yanıkmış, ona yakınlığını arttırabilmek için biraz sallamış anlaşılan.
yaa işte böyle biz erkekler böyleyiz. bilinen şairlerden biri bile olsak, kadınlar için akan sular duruyor. :))
nazım hikmet tarafından "yazıcı olmak cesaretini ve inancını gösteren gençlere, cesaret ve inancın, hatta okumuş olmanın bile kâfi gelmediğini, iyi bir yazıcı olmak için biraz da memleketi bilmek, edebiyatı ciddiye almak icap ettiğini şöylece söylemek istiyorum." cümlesiyle uyarılmış olan durum hikayecisi.
Aslen adapazarlıdır. Liseyi bursada okumuş, sonra İstanbula atmıştır kapağı. Genç erkeklerden hoşlanırmış rahmetli. Öykücülüğündeki sembolizm ve kapalılık oradan geliyor sanki. Ve asabiymiş biraz. Kavgacıymış. Bir gün şapkasını kafasına geçirip, bir lokantanın camına kafa atarak içeri girmiş. Bir tokatlama olacaksa, Ahmet Arif i o tokatlardı bence.
Edit: madem bir sevap işledik, bari tam olsun. bana yukarıdaki kanaati veren parçayı aradım buldum. cihat burak'ın yakutiler kitabı, sayfa 56. biraz aktarayım da damaklarımız dil lezzeti alsın.
"1946 yılı belki de yıldızın parladığı son anlardı; İstanbul yavaş yavaş rahat yaşanan bir yer olmaktan çıkıyordu, şehre bir taşralı, köylü akını başlamıştı, hem de bu gelenler Cumhuriyetin onuncu yılında köyle kenti yaklaştırmak için getirilerek gelen cinsten değildi! Yalovalı bir karı kocayı anımsıyorum, kadının en hoşuna giden, kibrit çakılınca yanıveren havagazı ocağı olmuştu, gazın havagazı saatinden geldiğini öğrenince bir tane alıp köyüne götürmek istemişti... Şehre yeni başlıyan bu taşralı akını Anadolu'dan işsizlik, fakirlik, harbin getirdiği sıkıntılardan kopup gelmiş bir kalabalıktı; bugünkü gibi istila ve işgal eder gibi değil, ayakkabılarının ucuna basa basa havayı koklıyarak giriyordu bu kalabalık, hiçbir zaman burjuvazisi olmıyan, olmamış olan bu toplumda bu olay, kırk yaşında kızamık çıkarmaya benziyordu, ilerinin burjuvazisi olacak bu toplum tabana yerleşmiye başlıyor, köprü başlarını tutuyordu... Seçimlerin yaklaştığı yıldı, Halk Partisinin sinirlerinin adamakıllı gergin olduğu sıralardı; çiçek pasajında Haçik'in birasını yudumlarken Orhan Veli, Sait Faik ve daha başka yazar çizerlerle tanışmıştım, bazen pasajda bazen de Cumhuriyet'te buluşurduk; ara sıra paysage dönüşü resim takımlarım elimde gittiğim oluyordu; Sait Faik palete tablet diyordu. Bir akşam Haçik'te Orhan Veli bana Galata Köprüsü adlı şiirini ithaf etmek istediğini söylemişti, bu pek büyük şerefi hak edecek birisi olmadığımı söyleyip kabul etmedimdi, Orhan Veli her zamanki nezaketiyle bir şey söylemedi, belki de içinden kırıldı, insanın sevgiye her zaman gönlü açık olmalı, şimdi pişmanım doğrusu... Bir gün Sait Faik bana hikayelerini, kitaplarını okuyup okumadığımı sormuştu, bir iki hikayesinden başka bir şey okumadığımı söyleyince katıla katıla güldü, ha işte demişti, doğru dürüst dost olunacak bir adam bulduk nihayet! Çok büyüğümüz olduğundan yanında ben oldukça çekingendim, ayrıca ne yapacağı da belli olmuyordu bazen, bir akşam Orhan Veli, ben, Sait Faik daha bir kaç kişi Opera Sineması'nın girişindeki Paskal dediğimiz yerde içiyorduk, tezgahta yüksek iskemlelerine tünemiş bir kaç kişi vardı, elektrikler sönmüş masalara mumlar dikilmişti; koskoca bira fıçısı geldi o sıra, garsonlar oflıya poflıya döşemede açılan kapaktan indirdiler fıçıyı güçlükle, o sıra Sait Faik yerinden kalkıp tezgahta yemeğini yiyen birisine bir tos vurmasıyla adamcağız teker meker iskemlesinden deliğe yuvarlandı kayboldu; ne yapacağımızı şaşırmıştık, adam meğerse aşağıda uğraşan garsonların arasına düşmüş, ötesi berisi morarmış çizilmiş; güç halle çıktı geldi, güç halle yatıştırıldı; barıştılar... sonra sordk Sait Faik'e, adamı tanımıyormuş bile, makarna yiyişi sinirine dokunmuş:
-Ulan insan öyle mi makarna yer, çatalına dolar da yer, yemesini bilmiyorsan yeme bari! diyip çıktıydı işin içinden gözleri çakmak çakmak..."
(sonra cahit bey sait faik'e ilk yazılarından birini okurken polislerin kimlik sormasını, asker kaçağı olduğu için korkmasını, sait faik'in "ben size hüviyet göstermem" diyerek kalkmasını, hep birlikte karakola gidişlerini, komiserin Sait Faik'in bir hayranı çıkarak bunları kapıdan yolcu etmesini anlatıyor. özet geçiyorum. Sonra Sait Faik içelim diye tutturuyor. bir yere gidiyorlar, kapalı, cama vuruyor sait faik, içerden biri çıkıp kapalıyız işareti yapıyor.)
"O zaman garip bir şey oldu Sait Faik zaten soğuktan kaldırdığı pardesüsünün yakalarını biraz daha kaldırdı, şapkasını başına söyle bir bastırdı ve cama bir tos vurup duvar geçen gibi öte tarafa geçti büyük bir şangırtı içinde; arkasından bir turna katarı gibi geçip kendimizi dükkanın içinde şaşkınlıktan, hiddetten donmuş kalmış bir kalabalığın ortasında bulduk bekçi düdükleri feryatlar arasında; bu sefer patron, garsonlar, bekçi, bir kaç şahit müşteri, biz yine o geldiğimiz yoldan ters yüzüne karakolun yolunu tuttuk..."