1. bundan bir hayli uzun zaman önce, ekşi öyküler kitabında yer alması için yazmıştım. yer alacağı söylense de yer almadı. kitabı var elimde, açıkçası benim editör yüzü görmemiş bu hikayemden daha kötülerini de barındırıyor bana göre. ama tabi miş.

    "Ilık bir ağustos akşamıydı. Tatlı bir esinti, bu hoş akşama eşlik ediyordu. Uzun, çok uzun bir geceydi. O balkonda oturmuş, çatıların üstünden denizin tenini okşayan ay ışıklarını izliyordu. Sigarasının dumanı geceye karışırken manzara bir an bulanıklaşsa da, yine de çok güzeldi.

    Radyoda çalan eski şarkıların eşliğinde elindeki kadehten bir yudum aldı. Yükseklik korkusu aklında olsa asla oturamayacağı balkon duvarından sarkan ayaklarına baktı. Dört katlı bir binanın teras katında yaşıyor olsa da, karanlıklar içinde görülmez olmuş zemin kot farkı nedeniyle çok daha alçaktaydı. Şimdi başım dönmeli diye düşünerek sigarasından bir nefes daha aldı. Sonra izmariti boşluğa bıraktı. Düşerken parlaklığı artan izmarit hafifçe süzülerek karanlık vadide kayboldu.

    Şehir uyumuştu. Küçük bir şehrin uyumamış nadir sakinlerinden biriydi. Genelde her salı gecesi yaptığı gibi o da şehrin geleneklerine uygun bir şekilde uyuyor olmalıydı. Ancak bu gece, uyumak gereksizdi. Ne de olsa yarın işe gitmeyecekti. Yoksa yarın aslında bugün müydü? Omuzlarını silkerek bir yudum daha aldı elindeki kadehten. Bitmek üzereydi. Hemen solunda, sigara paketiyle çakmağın arkasında duran şişeye baktı, onun da sonu gelmişti. Elindeki bardağı yanına koyup paketten bir sigara daha aldı. Çakmağın aleviyle birkaç saniyeliğine aydınlanan yüzündeki keder, tek kelimeyle, ürkütücüydü.

    Uzaklardan bir vapur sesi geldi. Yada bir tren düdüğüydü o çalan. Bu şehirde tren yolu olsa belki tren olabilirdi dedi içinden bir ses. Evet o bir vapur olmalıydı. Vapurun sesi onun kalbi gibi yorgundu.

    Sabah erken kalkmıştı. aslında hiç yatmamış bir insan için erken kalktı demek doğru değildi. O gittiğinden beri uyumamıştı hiç. Sızdığı anlar olmuştu, ama uyumamıştı. İçmeyi unuttuğu bir sigara daha elinde kendi kendini tüketti. Biten izmariti daha önce yaptığı gibi sonsuzluğa bıraktı. Sonsuzluk. Gerçekten var mıydı? İnsanların ruhları gerçekten sonsuza kadar yaşayacak mıydı?

    Şişeye uzanıp dibinde kalanları kafasına dikti. Bir kısmı içten, bir kısmı dıştan akıp gittiler. Üzerinde hala cenazeye katılırken giydiği takım elbiseden kalan gömlek vardı. Cin lekesi çıkar mıydı acaba? Çıkmasa da ne önemi vardı. O gittikten sonra neyin önemi kalmıştı?

    Tam üç yıl. Dolu dolu geçen üç yıl. Onunla ilk tanıştığı zamanı hatırladı. Cep telefonuna kontur almaya gelmişti. Üzerinde lise üniforması vardı. Siyah gözlerinin içi gülüyordu. Henüz onbeş yaşındaydı o zaman. Onunla çıkmaya başladığında aralarında sadece beş yaş fark olsa bile bu arkadaşları arasında alay konusu olmasına sebep olmuştu. Ne de olsa o bir lise öğrencisiydi.

    Despot bir babası vardı. Ama cenazede hiç de öyle görünmüyordu. Yine de onun yarattığı gerilim yüzünden ilişkileri hep gizli kalmıştı. Kazandığı üniversiteyi bitirmeden de ilişkilerinin su yüzüne çıkması beklenemezdi. Küçük bir şehirde, paranoyak bir babaya yakalanmadan birlikte vakit geçirilebilecek çok fazla yer bulunması düşünülemezdi. O yüzden sık sık bu balkona gelir, birbirlerine sarılıp yıldızları izlerlerdi. İlk kez seviştikleri yer de yine bu balkon olmuştu. Çatıları mesken edinmiş güvercinler onların aşkına şahit olmuştu.

    Bu uzun gecede balkon sevgiden uzaklaşmış, sadece ölüm kokuyordu.

    Mezuniyet töreni ağustos ayına bırakılmıştı. Sonunda lise üniformasından kurtulmuş olacaktı. Yakışmadığından değil. Çok güzeldi onun içinde. Bu birlikte olmaları gereken bir geceydi ve önceden her şeyi planlamışlardı. Babasını hesaba katmamışlardı. Babası kızının mezuniyetini gece boyunca kutlamaya devam etmek istemişti. O gece ayrı kalmak zorundaydılar. Plansız ayrılık içini burkmuştu. Yada o bunun bir iç burkulması olduğunu sanmıştı. Çünkü henüz o defnedilirken uzaktan izlemek zorunda kalmanın ve güneş gözlüklerinin altından gözyaşlarını akıtmanın nasıl bir şey olacağını bilmiyordu.

    Gözyaşları aniden bastıran yağmur gibi boşalmaya başladı. “Allahım neden!” , “neden?” diye haykırdı. Elindeki şişeyi karşıdaki binanın çatısına doğru fırlatarak bir kez daha bağırdı. “Neden! Neden aldın onu benden?”

    Kimse cevap vermedi. Ölümün karanlığına doğru yanağından süzülen gözyaşları akıp gidiyordu. Titreyen elleriyle bir sigara daha yakmak için pakete uzandı. İlk denemesinde almaya çalıştığı sigara parçalandı. İkinci denemede pakette kalan son sigarayı parçalamadan ağzına götürmeyi başardı. Günlerdir döktüğü gözyaşlarına rağmen bir türlü kurumayan göz pınarlarına hayret ederek son sigarasını yaktı. Çakmağın aleviyle bir kez daha aydınlanan yüzünde kederin yerini acınası bir hüzün almıştı.

    Fırlattığı şişenin sesiyle açılıp kapanan komşu evlerinin ışıklarını izledi. İçindeki mutlu aileleri hayal etti. Onlar da bir aile kuracaklardı. Hatta çocuklarının isimlerini bile seçmişlerdi. Bunun için önlerinde çok uzun yıllar olsa da bunları planlamak onları mutlu ediyordu. Ama artık o gitmişti. Artık her şey anlamını yitirmişti.

    Sigarasından derin bir nefes daha aldı. Son sigarasını rüzgara içirmeye niyeti yoktu. Gözünü yakan dumana aldırış etmeden ağlamayı sürdürdü.

    Onun yüzünü hayal etti. Siyah gözlerini, siyah saçlarını, uzun kirpiklerini, gülünce yanağında oluşan gamzeleri. Nasıl güzel kokuyordu teni. Nasıl sevgiyle bakıyordu gülen gözleri. Daha üç gün önce kollarında olan sevdiğinin yüzü şimdiden yavaş yavaş silinmeye başlamıştı bile hafızasından. Beyin nankör bir organdı. Keşke kalbi de o kadar nankör olabilseydi.

    Uyumak istiyordu. Günlerdir uyumamış bedeni artık iflas etmişti. Sigarası tükenmek üzereydi. Son bir nefes alıp, onun da izmaritini karanlığın kollarına bıraktı. Birkaç saniye önce hayal ettiği sevgilisinin yüzünü görür gibi oldu. Titrek bir sesle karanlığın koynundaki sevgilisine seslendi. Karanlık cevap vermedi.

    Ellerini balkonun beton duvarının iki yanına koydu. Kafasını gökyüzüne kaldırdı. O ana kadar boşluğa akan gözyaşları ayın solgun ışığıyla parlayarak boynundan süzülüp içine aktı. Kısık sesle bir kez daha sordu gökyüzüne. “Neden?”

    Cevap yoktu. Çünkü bu sorunun bir cevabı yoktu. Adil değildi evren. Hiç bir zaman olmamıştı. Hiç bir zaman olmayacaktı. Yıllar önce kimsesiz kaldığı dünyada başına gelen en güzel şeyi hiç düşünmeden elinden almıştı. Zalimdi.

    Kendini karanlığın koynuna bıraktığında sarhoş değildi. Sarhoş olmak isterdi ama değildi. Yaşadığı gece kadar uzun gelen bir süzülmenin ardından, geriye kalan tek şey, boğuk bir çarpma sesiydi."
    #54558 larden loughness | 8 yıl önce
    0anket 
  2. Adı koyulamayan duygu

    Bazı duygular vardır, dünyanın hiçbir lisanında karşılığı olmadığı için kelimelere dökülemeyen, tarif etmek için hayal gücünün yetersiz kaldığı. Şarkılar ve hatta resimler ile anlatmak bile imkansızdır. Bir rivayete göre bu duyguları sadece hayatın anlamını bulmuş olanlar kelimelere dökebilir lakin bundan kimseye bahsetmezlermiş. Çünkü başkasına söylendiği anda bütün değerini kaybedeceğini düşünürlermiş. Klasik bir mantık biçimi, bir şeyden ne kadar fazla varsa değeri o kadar az olur. Belki de hayatın anlamını bulmak bu duyguları kelimelere dökmektir.

    Bu duygu hakkında ne biliyoruz peki? Mutluluk yahut aşk olmadığını biliyoruz. Üzüntü ya da kederin ise alakası bile olmadığını da biliyoruz. 1984 yılının, 12 Haziran gününde bir Türk Dil Kurumu çalışanı olan 37 yaşındaki dil bilimci Yrd. Doçent Cengiz Gültepe bu duyguyu tecrübe etmiş ve sözlükleri karıştırmış, onlarca makale okumuş ve hatta kendisini yetiştiren profesörlere danışmış fakat bir sonuca ulaşamamış. Araştırmalarından bir sonuç alamayan Cengiz Gültepe bu duyguyu anlatabilmek için kolları sıvamış. İlk önce TDK’ da ki üstlerine durumu anlatmış ve araştırma için izin ve kaynak istemiş fakat reddedilmiş. O zamanlar hem de Hacettepe edebiyat fakültesinde öğretim görevlisi olan Gültepe bir araştırma dosyası hazırlayarak bölümüne sunmuş, biraz ödenek ve stajyer öğrenci istemiş. Hacettepe Üniversitesi Dil Bilim Bölümü araştırmayı ilginç bularak bir miktar para ve 3 stajyer öğrenci tahsis etmiş. İlk olarak böyle bir duygu yaşayan ama tanımlayamayan kişileri araştırmışlar. Aradıkları duruma uygun tamı tamına 10 bin 968 kişi buluşlar Ankara da. Bu kadar fazla kişi ile mülakat yapamayacakları için sadece yüksek okul veya daha üst eğitim almış kişiler ile mülakat yapmaya karar vermişler ve bu da 202 kişiye tekabül etmiş. Bu kişiler ile yaklaşık yarım saat kadar bir mülakat yapılmış ve bu duygunun ne olduğuna dair bir sonuca ulaşılamamış. Bir sonuca ulaşamayan Gültepe ve “ekibi ne olmadığını bulursak eğer ne olduğunu bulabiliriz” diyerek bu kişiler ile bu duygunun ne olmadığı hakkında mülakat yapmış ve bu duygunun mutluluk , aşk , keder , üzüntü , heyecan , stres , korku , veyahut bu duyguların bir karışımı olmadığı sonucuna ulaşmışlar. Fakat bu sonuca ulaşmak yine de bir anlam ifade etmemiş. Bunun üzerine Gültepe , ülkenin ve dünyanın sayılı dil bilimcileri ile irtibata geçmiş ve durumu anlatmış ve tartışmış. Bütün bu önde gelen dil bilimciler Gültepe’ye yeni bir kelime türetmesini ve bu duyguya adını vermesini tavsiye etmiş. Gültepe bazı kelimeler türetmiş olmasına rağmen tatmin olmamış ve başka bir yola koyulmuş.

    Tıp biliminin yardımı olmadan bu işin içinden çıkamayacağı kanaatine varan Gültepe, yine Hacettepe Tıp fakültesi bölümü başkanı Prof. Dr. Ali Çetin ile görüşmüş ve durumunu anlatmış. Ali Çetin , Gültepe’ye seve seve yardımcı olacağını söylemiş ve birlikte çalışmaya koyulmuşlar. Prof. Çetin , insan vücudunda olan bütün hormonların ve bu hormonların bir biri olan reaksiyona girmesi sonucu oluşan bütün duyguların bir listesini Gültepe’ye vermiş ve insan vücudunda bu duyguların haricinde bir duygu olmasının bilimsel olarak imkansız olduğunu belirtmiş. Fakat bu listede olan bütün duyguların haliyle bir adının olması yüzünden, Gültepe yine aradığını bulamamış.

    Bilimsel yollar bir sonuç vermediğinden Gültepe bu sefer de Felsefe’nin kapsını çalmış. Babasının , kuzeninin bir arkadaşı olan İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümü başkanı ve aynı zamanda Türk Felsefeciler Birliği başkanı olan Ord. Prof. Dr. Ülkü Taşyürek ile görüşmüş. Gültepe’yi dinleyen Ord. Prof. Dr. Taşyürek bu arayışın hayatın anlamını aramak ile eş değer olduğunu anlatmış ve bu arayışın çözümünü bir tek hayatın anlamını bulan birilerinin bilebileceğini kesin olmamak ile birlikte söylemiştir. Bir ekleme yapmıştır Ord.Prof. Dr. Taşyürek “ hayatın anlamını bulan kişilerin bu buluşlarını kimse ile paylaşmadığını çünkü bu buluşlarının adeta cennetten düşen bir hazine olduğunu ve paylaşıldığı zaman değerini yitirmesinden korktuklarını “ söylemiştir. Bunun üzerine araştırmasını sonlandıran Cengiz Gültepe üniversite ve TDK’daki işinden istifa edip bir sahaf dükkanı açmış ve orada kitapların arasında hayatın ve adını koyamadığı duyguyu bulmaya çalışmıştır.

    Cengiz Gültepe ömrünün geri kalanında sadece sahaf ile geçimini sağlamış ve bir evlilik yapmıştır. 2004 yılının 12 haziran gününde , 57 yaşındayken kanser yüzünden hayata gözünü yummuştur. Giderken arkasında gözü yaşlı 1 eş ve 2 kız çocuğu bırakmıştır. Son sözleri ise “ En büyük hazinemi yanımda götürüyorum “ olmuştur.
    #62268 biri beni silksin | 7 yıl önce
    0anket 
  3. bir metro yolculuğu sırasında yazdığım bir tanesi:

    Uzun​ ​ zamandır​ ​ yalnızım...​ ​ Babam,​ ​ ben​ ​ 5 ​ ​ yaşındayken,​ ​ evi​ ​ terk​ ​ etti.​ ​ O ​ ​ günlere​ ​ dair​ ​ tek
    hatırladığım​ ​ şey,​ ​ ben​ ​ dışarıda​ ​ oynarken​ ​ camdan​ ​ aşağı​ ​ düşen​ ​ bir​ ​ bavuldu.​ ​ Eve​ ​ döndüğümde,
    annem​ ​ yüzükoyun​ ​ bir​ ​ şekilde​ ​ kanepede​ ​ uyuyordu.​ ​ Büyük​ ​ ihtimalle​ ​ ağlarken​ ​ uyuyakalmıştı.
    Yaşadığı​ ​ travmadan​ ​ olsa​ ​ gerek,​ ​ o ​ ​ günden​ ​ itibaren​ ​ aşırı​ ​ dindar​ ​ bir​ ​ yaşam​ ​ sürmeye​ ​ başladı​ ​ ve
    beni​ ​ de​ ​ bu​ ​ şekilde​ ​ yetiştirdi.​ ​ Tabii​ ​ ben​ ​ bu​ ​ durumdan​ ​ hiç​ ​ memnun​ ​ değildim.​ ​ “Bir​ ​ mucize​ ​ olsa
    da​ ​ bu​ ​ cehennemden​ ​ kurtulabilsem”​ ​ diyordum​ ​ içimden​ ​ hep...

    Antika​ ​ eşyalar​ ​ satan​ ​ bir​ ​ dükkanımız​ ​ vardı.​ ​ Bu​ ​ da​ ​ bizim​ ​ birilerine​ ​ muhtaç​ ​ olmamamızı
    sağlıyordu.​ ​ Sanırım​ ​ yaşadığım​ ​ hayatın​ ​ tek​ ​ güzel​ ​ yanı​ ​ da​ ​ buydu.​ ​ Kimsenin​ ​ desteğine
    ihtiyacım​ ​ yoktu​ ​ annemden​ ​ başka.​ ​ Benim​ ​ durumumdaki​ ​ çocukların​ ​ büyük​ ​ çoğunluğu
    akrabalarının​ ​ yanında​ ​ kalmak​ ​ zorunda​ ​ kalıyor​ ​ ve​ ​ benimkinden​ ​ daha​ ​ beter​ ​ bir​ ​ hayata
    katlanmak​ ​ zorunda​ ​ kalıyorlardı.​ ​ Benim​ ​ tek​ ​ sıkıntım​ ​ annemin​ ​ aşırı​ ​ dindar​ ​ olmasıydı.​ ​ Bunun
    aslında​ ​ o ​ ​ kadar​ ​ da​ ​ büyütülecek​ ​ bir​ ​ sıkıntı​ ​ olmadığını​ ​ benim​ ​ gibi​ ​ daha​ ​ çok​ ​ babasız​ ​ çocuk
    tanıyınca​ ​ anlayacaktım.​ ​ Ama​ ​ çocukluk​ ​ yıllarında​ ​ bazı​ ​ şeylerin​ ​ pek​ ​ farkında​ ​ olmuyorsunuz.
    18​ ​ yaşımdayken​ ​ annem​ ​ vefat​ ​ etti.​ ​ Artık​ ​ tamamen​ ​ tek​ ​ başımaydım.​ ​ Dükkanın​ ​ sorumluluğu
    tamamen​ ​ bana​ ​ kalmıştı.​ ​ “Keşke​ ​ annem​ ​ biraz​ ​ daha​ ​ uzun​ ​ yaşasaydı​ ​ da​ ​ üniversite
    okuyabilseydim”​ ​ diye​ ​ düşünüyordum...​ ​ Geçimimi​ ​ sağlayabilmek​ ​ amacıyla​ ​ bütün​ ​ günüm
    dükkanda​ ​ geçiyordu​ ​ ve​ ​ eleman​ ​ çalıştıracak​ ​ kadar​ ​ da​ ​ gelirim​ ​ yoktu.

    İşte​ ​ o ​ ​ günlerde​ ​ Sevinç​ ​ Yayoğlu​ ​ isimli​ ​ bir​ ​ iş​ ​ kadını​ ​ hayatıma​ ​ girdi.​ ​ Hayatıma​ ​ girdi​ ​ dediysem
    elbette​ ​ duygusal​ ​ bir​ ​ birliktelik​ ​ değildi.​ ​ Onunla​ ​ tanışana​ ​ kadar​ ​ dükkanım​ ​ bir​ ​ eskici
    dükkanından​ ​ farksızdı.​ ​ İnsanların​ ​ genelde​ ​ kullanmadıkları​ ​ için​ ​ sattıkları​ ​ veya​ ​ sadece
    meraklıları​ ​ tarafından​ ​ alıcı​ ​ bulan​ ​ ürünler​ ​ satıyordum.​ ​ Ama​ ​ onun​ ​ sayesinde​ ​ artık​ ​ pahalı​ ​ sanat
    eserleri​ ​ de​ ​ satmaya​ ​ başladım.​ ​ Neler​ ​ neler​ ​ getirmiyordu​ ​ ki​ ​ bana...​ ​ Dünyanın​ ​ dört​ ​ bir
    yanından​ ​ değerli​ ​ eşyalar,​ ​ hediyelik​ ​ eşyalar,​ ​ nadir​ ​ bulunan​ ​ eşyalar...​ ​ Bu​ ​ sayede​ ​ müşteri
    portföyüm​ ​ de​ ​ sıradan​ ​ halkın​ ​ ötesine​ ​ geçmeye​ ​ başladı.​ ​ Elbette​ ​ zaman​ ​ zaman​ ​ bu​ ​ kadın
    hakkında​ ​ düşüncelere​ ​ dalıyordum.

    “Neden​ ​ ben?”

    “Neden​ ​ beni​ ​ seçti?”

    “Bu​ ​ eşyaları​ ​ nereden​ ​ buluyor?”

    Yine​ ​ de​ ​ bir​ ​ türlü​ ​ bu​ ​ soruları​ ​ ona​ ​ sormaya​ ​ cesaret​ ​ edemiyordum.​ ​ Sanırım​ ​ alacağım
    yanıtlardan​ ​ korkuyordum.​ ​ Ayrıca​ ​ işlerim​ ​ iyi​ ​ gidiyordu.​ ​ Bu​ ​ sorulara​ ​ şimdilik​ ​ cevap​ ​ almasam​ ​ da
    olurdu.

    19​ ​ yaşımdayken​ ​ üniversite​ ​ okumaya​ ​ karar​ ​ verdim.​ ​ Artık​ ​ eleman​ ​ tutacak​ ​ kadar​ ​ gelirim​ ​ vardı.
    İşimle​ ​ ilgili​ ​ olduğundan​ ​ dolayı​ ​ sanat​ ​ tarihi​ ​ okumaya​ ​ karar​ ​ verdim.​ ​ Üniversiteye​ ​ başladıktan
    sonra​ ​ dükkana​ ​ sadece​ ​ derslerden​ ​ sonra​ ​ uğrardım​ ​ ve​ ​ genelde​ ​ yaptığım​ ​ iş​ ​ de​ ​ hesapları
    kontrol​ ​ etmek​ ​ oluyordu.​ ​ Elemanlarımı​ ​ da​ ​ Sevinç​ ​ hanımdan​ ​ aldığım​ ​ için​ ​ gözüm​ ​ arkadakalmıyordu​ ​ pek.​ ​ Aslında​ ​ bir​ ​ nevi​ ​ Sevinç​ ​ hanımın​ ​ antika​ ​ eserler​ ​ ofisi​ ​ müdürü​ ​ gibi​ ​ bir​ ​ şey
    olmuştum.​ ​ Ama​ ​ dediğim​ ​ gibi​ ​ işler​ ​ yolunda​ ​ gittiği​ ​ için​ ​ pek​ ​ de​ ​ sorun​ ​ etmiyordum​ ​ bu​ ​ tür​ ​ şeyleri.
    Gelirim,​ ​ diğer​ ​ öğrencilere​ ​ göre​ ​ hayli​ ​ hayli​ ​ fazla​ ​ olduğu​ ​ için​ ​ öğrencilik​ ​ yıllarımda​ ​ bol​ ​ bol
    seyahat​ ​ etme​ ​ imkanım​ ​ oldu.​ ​ Avrupa’yı,​ ​ Asya’yı,​ ​ Amerika’yı​ ​ karış​ ​ karış​ ​ gezmeye​ ​ çalıştım.
    Üstelik​ ​ tek​ ​ amacım​ ​ gezmek​ ​ de​ ​ değildi,​ ​ Türkiye’de​ ​ karla​ ​ satacağım​ ​ ürünler​ ​ de​ ​ almaya
    çalışıyordum​ ​ gezmeye​ ​ gittiğim​ ​ yerlerde.​ ​ Bu​ ​ sayede​ ​ epey​ ​ partner​ ​ edinme​ ​ imkanım​ ​ da​ ​ oldu.
    Zaman​ ​ zaman​ ​ “Elimizde​ ​ şöyle​ ​ bir​ ​ şey​ ​ var,​ ​ belki​ ​ almak​ ​ istersiniz​ ​ diye​ ​ ilk​ ​ olarak​ ​ sizi
    bilgilendirmek​ ​ istedik.”​ ​ tarzı​ ​ cevaplar​ ​ alıyordum.​ ​ Zaman​ ​ zaman​ ​ gümrük​ ​ problemleriyle
    karşılaşsam​ ​ da,​ ​ onlar​ ​ da​ ​ Sevinç​ ​ hanım​ ​ sayesinde​ ​ çözülüyordu.​ ​ Sanırım​ ​ her​ ​ güçlü​ ​ iş
    adamının​ ​ bir​ ​ şekilde​ ​ siyasilerle​ ​ bağı​ ​ oluyor.​ ​ Elbette​ ​ kendisinin​ ​ mafyatik​ ​ bağlantıları​ ​ olduğunu
    da​ ​ düşünmüyor​ ​ değildim.​ ​ Ama​ ​ huzurumu​ ​ bozmamak​ ​ adına​ ​ pek​ ​ meraklı​ ​ davranmıyordum.
    İlk​ ​ zamanlarda​ ​ gezilerimden​ ​ pek​ ​ kar​ ​ elde​ ​ edemiyordum.​ ​ Hatta​ ​ ilk​ ​ gezim​ ​ bir​ ​ felaketti.
    Nedense​ ​ çocukken​ ​ hep​ ​ Japonya’ya​ ​ gitmek​ ​ istemiştim.​ ​ Bu​ ​ nedenle​ ​ yurt​ ​ dışına​ ​ açılma​ ​ imkanı
    bulunca​ ​ ilk​ ​ olarak​ ​ oraya​ ​ seyahat​ ​ etmek​ ​ istedim.​ ​ Osaka’da​ ​ bir​ ​ çay​ ​ evinde​ ​ dinlenirken,​ ​ bir
    kedinin​ ​ çok​ ​ değerli​ ​ bir​ ​ porselen​ ​ tabaktan​ ​ mama​ ​ yediğini​ ​ gördüm.​ ​ “İhtiyar​ ​ çaycı​ ​ ya​ ​ deli​ ​ ya​ ​ da
    bu​ ​ porselenin​ ​ değerini​ ​ bilmiyor​ ​ herhalde.​ ​ En​ ​ az​ ​ 20000​ ​ dolara​ ​ satılır​ ​ bu​ ​ porselen”​ ​ dedim
    içimden.​ ​ İhtiyar​ ​ çaycı​ ​ masamın​ ​ yanından​ ​ geçerken​ ​ bileğini​ ​ kavradım​ ​ ve​ ​ “Kedi​ ​ ve​ ​ mama​ ​ kabı
    için​ ​ sadece​ ​ 2000​ ​ dolar​ ​ veririm.”​ ​ dedim.​ ​ İhtiyar​ ​ teklifi​ ​ kabul​ ​ etti.​ ​ Kediyi​ ​ ve​ ​ mama​ ​ kabını​ ​ bana
    getirdi​ ​ ama​ ​ ortada​ ​ bir​ ​ sorun​ ​ vardı.​ ​ Porselen​ ​ tabak​ ​ yerine​ ​ tahtadan​ ​ adi​ ​ bir​ ​ kap​ ​ getirmişti
    ihtiyar.​ ​ “Neden​ ​ porselen​ ​ tabağı​ ​ değil​ ​ de​ ​ bunu​ ​ verdin?”​ ​ diye​ ​ sorduğumda​ ​ “Kedinin​ ​ asıl​ ​ yemek
    tabağı​ ​ bu​ ​ tahta​ ​ tabak​ ​ ama​ ​ kendini​ ​ açıkgöz​ ​ zanneden​ ​ turistleri​ ​ avlamak​ ​ için​ ​ b ​ ​ porseleni
    kullanıyorum.​ ​ Sen​ ​ benden​ ​ ‘kedinin​ ​ tabağı”nı​ ​ istedin,​ ​ ‘kedinin​ ​ yemek​ ​ yediği​ ​ porselen​ ​ tabağı’
    istemedin.​ ​ Nereye​ ​ şikayet​ ​ edersen​ ​ et,​ ​ beni​ ​ haklı​ ​ bulacaklardır”​ ​ dedi.​ ​ “Peki​ ​ bugün​ ​ kaç​ ​ tane
    turist​ ​ avladın?”​ ​ diye​ ​ sordum.​ ​ “En​ ​ az​ ​ 10​ ​ kedi​ ​ satmışımdır”​ ​ dedi.

    Bu​ ​ durum​ ​ ciddi​ ​ anlamda​ ​ moralimi​ ​ bozdu.​ ​ 2000​ ​ dolara​ ​ sadece​ ​ bir​ ​ kedi​ ​ almıştım.​ ​ Kediyi
    Türkiye’ye​ ​ dönerken​ ​ almak​ ​ üzere​ ​ bir​ ​ kedi​ ​ oteline​ ​ yerleştirdim.​ ​ Moral​ ​ bozukluğumu​ ​ gidermek
    amacıyla​ ​ bir​ ​ bara​ ​ gitmek​ ​ istedim.​ ​ Bir​ ​ caz​ ​ bar​ ​ gözüme​ ​ kestirip​ ​ içeri​ ​ girdim.​ ​ İçeride​ ​ turistlerin
    sayısı,​ ​ Japonların​ ​ sayısından​ ​ daha​ ​ fazlaydı.​ ​ Çiftler​ ​ seyahatlerinin​ ​ yorgunluğunu​ ​ az​ ​ da​ ​ olsa
    atabilmeye​ ​ çalışıyor,​ ​ bekar​ ​ erkekler​ ​ otantik​ ​ bir​ ​ sevgili​ ​ edinme​ ​ peşinde,​ ​ sahnede​ ​ çalan​ ​ grup
    ise​ ​ “Umarım​ ​ müziğimizi​ ​ ciddiye​ ​ alıyorlardır”​ ​ diye​ ​ düşünmekte...​ ​ İnsanları​ ​ incelerken​ ​ iki​ ​ tane
    ela​ ​ gözün​ ​ beni​ ​ incelediğini​ ​ fark​ ​ ettim.​ ​ Gözlerin​ ​ sahibinin​ ​ davetkar​ ​ olduğunu​ ​ anlayınca​ ​ da
    masasına​ ​ yöneldim​ ​ ve​ ​ “Merhaba!​ ​ Oturabilir​ ​ miyim?”​ ​ dedim.​ ​ Türkçe​ ​ konuştuğumda​ ​ şaşırdı​ ​ ve
    “Türk​ ​ müsün?​ ​ Peki​ ​ benim​ ​ Türk​ ​ olduğumu​ ​ nasıl​ ​ anladın?”​ ​ diye​ ​ sordu.​ ​ Ona​ ​ ailemin​ ​ Tatar
    kökenli​ ​ olduğunu​ ​ ve​ ​ bu​ ​ nedenle​ ​ herkesin​ ​ beni​ ​ uzakdoğulu​ ​ zannettiğini​ ​ anlattım.​ ​ “Türk
    olduğunu​ ​ bilmiyordum,​ ​ sadece​ ​ şansımı​ ​ denemek​ ​ istedim”​ ​ dedim.​ ​ Güldü​ ​ ve​ ​ “Çok​ ​ şanslısın​ ​ o
    zaman”​ ​ dedi.

    O​ ​ gün​ ​ sabaha​ ​ kadar​ ​ dışarıda​ ​ dolaştık.​ ​ O ​ ​ da​ ​ benim​ ​ gibi​ ​ sanat​ ​ tarihi​ ​ okuduğu​ ​ için​ ​ konuşacak
    konu​ ​ bulmakta​ ​ pek​ ​ zorlanmadık.​ ​ Hayallerimizden,​ ​ gelecek​ ​ planlarımızdan​ ​ da​ ​ bahsettik.
    Daha​ ​ sonra​ ​ uzun​ ​ bir​ ​ sessizlik​ ​ oldu.​ ​ Bir​ ​ saat​ ​ hiç​ ​ konuşmadan​ ​ oturduk.​ ​ Birdenbire​ ​ dudaklarını
    dudaklarımda​ ​ hissettim​ ​ ama​ ​ pek​ ​ uzun​ ​ soluklu​ ​ bir​ ​ öpücük​ ​ olmadı​ ​ bu.​ ​ Dizlerimin​ ​ üstünde
    uykuya​ ​ daldı.​ ​ Ben​ ​ de​ ​ oturduğumuz​ ​ bankın​ ​ üzerinde​ ​ uyuyakalmıştım.​ ​ Sanırım​ ​ gün
    doğumundan​ ​ öğle​ ​ saatlerine​ ​ kadar​ ​ uyumuşuz.​ ​ O ​ ​ hala​ ​ uyurken​ ​ saçlarını​ ​ okşadım​ ​ veparmaklarımı​ ​ yüzünün​ ​ kıvrımlarında​ ​ gezdirdim.​ ​ Daha​ ​ önce​ ​ hoşlandığım​ ​ çok​ ​ kadın​ ​ olsa​ ​ da
    sanırım​ ​ ilk​ ​ defa​ ​ aşık​ ​ oluyordum.​ ​ Bu​ ​ düşünceler​ ​ aklımdan​ ​ geçerken​ ​ uyandı​ ​ ve​ ​ uyku
    mahmurluğuyla​ ​ “Neredeyiz​ ​ biz?​ ​ Saat​ ​ kaç?​ ​ Amma​ ​ uyumuşum...​ ​ Hadi​ ​ bize​ ​ gidelim.”​ ​ dedi.
    Ona​ ​ bugün​ ​ Japonya’daki​ ​ son​ ​ günüm​ ​ olduğunu​ ​ ve​ ​ akşam​ ​ kalkacak​ ​ olan​ ​ uçağım​ ​ için
    hazırlanmam​ ​ gerektiğini,​ ​ eğer​ ​ isterse​ ​ bana​ ​ yardım​ ​ etmek​ ​ için​ ​ gelebileceğini​ ​ söyledim.
    Dışarıda​ ​ öğle​ ​ yemeği​ ​ yedikten​ ​ sonra​ ​ otele​ ​ geçtik​ ​ ve​ ​ birlikte​ ​ eşyalarımı​ ​ düzenledik.​ ​ Otelden
    ayrıldık​ ​ ve​ ​ havaalanına​ ​ gitmek​ ​ için​ ​ taksiye​ ​ bindik.​ ​ Giderken​ ​ hiç​ ​ konuşmadı​ ​ ve​ ​ başını
    omzumdan​ ​ hiç​ ​ çekmedi.​ ​ Havaalanında​ ​ beklerken​ ​ “Seni​ ​ seviyorum”​ ​ dedim​ ​ “Bu​ ​ ilişki​ ​ burada
    bitmesin”.​ ​ Bana​ ​ sıkıca​ ​ sarıldı​ ​ ve​ ​ “Seni​ ​ hep​ ​ bekleyeceğim”​ ​ dedi.​ ​ İletişim​ ​ adreslerimizi
    birbirimize​ ​ verdik​ ​ ve​ ​ son​ ​ bir​ ​ sarılma​ ​ ve​ ​ öpücükten​ ​ sonra​ ​ yollarımıza​ ​ ayrıldık.
    Artık​ ​ 3 ​ ​ ayda​ ​ bir​ ​ Japonya’ya​ ​ gidiyordum.​ ​ İlişkimizin​ ​ üçüncü​ ​ yılında​ ​ evlenme​ ​ teklif​ ​ ettim​ ​ ve
    kabul​ ​ etti.​ ​ Ama​ ​ gelecek​ ​ planlarımızla​ ​ ilgili​ ​ ufak​ ​ bir​ ​ sıkıntı​ ​ vardı.​ ​ O,​ ​ staj​ ​ yaptığı​ ​ müzede
    çalışmak​ ​ istiyor;​ ​ ben​ ​ ise​ ​ Türkiye’deki​ ​ işimi​ ​ devam​ ​ ettirmek​ ​ istiyordum.​ ​ En​ ​ sonunda​ ​ mezun
    olunca​ ​ Türkiye’deki​ ​ işimi​ ​ tamamen​ ​ Sevinç​ ​ hanıma​ ​ devretmeye​ ​ karar​ ​ verdim.​ ​ Birikmiş
    paramla​ ​ da​ ​ Japonya’da​ ​ bir​ ​ iş​ ​ kuracaktım.​ ​ Durumu​ ​ Sevinç​ ​ hanıma​ ​ anlattım​ ​ ve​ ​ kabul​ ​ etti.
    “Seninle​ ​ çalışmak​ ​ güzeldi,​ ​ bir​ ​ daha​ ​ nasıl​ ​ bulacağım​ ​ ki​ ​ senin​ ​ gibi​ ​ birisini?”​ ​ diyerek​ ​ de
    üzüntüsünü​ ​ belirtti.​ ​ Mezun​ ​ olana​ ​ kadar​ ​ burada​ ​ kalacağımı​ ​ söyleyip​ ​ içini​ ​ ferahlattım.
    Mezun​ ​ olduktan​ ​ sonra​ ​ işleri​ ​ toparlamak​ ​ ve​ ​ Japonya’daki​ ​ yeni​ ​ hayatımı​ ​ finanse​ ​ etmek​ ​ için​ ​ bir
    süre​ ​ daha​ ​ Türkiye’de​ ​ kaldım.

    Bir​ ​ gün​ ​ Sevinç​ ​ hanım​ ​ beni​ ​ deposuna​ ​ çağırdı.​ ​ Asya​ ​ pazarında​ ​ satmak​ ​ istediği​ ​ bir​ ​ oda​ ​ dolusu
    antika​ ​ eşya​ ​ vardı.​ ​ “Bunları​ ​ sattıktan​ ​ sonra​ ​ geri​ ​ dönmek​ ​ zorunda​ ​ değilsin.​ ​ Ama​ ​ arada​ ​ sırada
    aramayı​ ​ unutma.​ ​ Bir​ ​ kalemde​ ​ silip​ ​ atma​ ​ hemen​ ​ eski​ ​ ortağını.”​ ​ dedi.​ ​ O ​ ​ gün​ ​ vedalaştıktan
    sonra​ ​ eşyaları​ ​ götürecek​ ​ olan​ ​ gemiye​ ​ bindim​ ​ ve​ ​ Japonya’ya​ ​ doğru​ ​ ilk​ ​ gemi​ ​ yolculuğuma
    başladım.

    Gemi,​ ​ Osaka​ ​ limanında​ ​ yüklerini​ ​ boşalttı.​ ​ Limanda​ ​ beni​ ​ nişanlım​ ​ ve​ ​ eşyaları​ ​ teslim​ ​ almaya
    gelen​ ​ aracı​ ​ kurum​ ​ vardı.​ ​ Bürokratik​ ​ işlemleri​ ​ ve​ ​ ödeme​ ​ işlemleri​ ​ halledildikten​ ​ sonra
    tamamen​ ​ özgür​ ​ kaldım​ ​ ve​ ​ nişanlımın​ ​ evine​ ​ doğru​ ​ yola​ ​ çıktım.​ ​ Eve​ ​ girer​ ​ girmez​ ​ yorgunluktan
    uyuyakaldım.​ ​ Bu​ ​ duruma​ ​ nişanlım​ ​ çok​ ​ üzülmüş,​ ​ çünkü​ ​ bana​ ​ yaptığı​ ​ yemekleri​ ​ yiyememişim.
    Bana​ ​ öyle​ ​ söyledi.​ ​ Çalan​ ​ telefon​ ​ beni​ ​ uyandırdı.​ ​ Arayan​ ​ Sevinç​ ​ hanımdı.​ ​ “Merhaba​ ​ Sevinç
    hanım,​ ​ nasılsınız?​ ​ Bir​ ​ sorun​ ​ yoktur​ ​ umarım?”​ ​ diye​ ​ cevapladım​ ​ telefonu.​ ​ “Ah​ ​ yok,​ ​ Giray​ ​ bey.
    Her​ ​ şey​ ​ yolunda.​ ​ Ama​ ​ eşyaların​ ​ arasına​ ​ benim​ ​ pelesenk​ ​ ağacından​ ​ yapılmış​ ​ bir​ ​ kutum
    vardı,​ ​ o ​ ​ da​ ​ karışmış.​ ​ Kutu​ ​ benim​ ​ için​ ​ önemli​ ​ değil​ ​ ama​ ​ içinde​ ​ benim​ ​ günlüğüm​ ​ vardı.​ ​ Manevi
    önemi​ ​ olan​ ​ bir​ ​ şey​ ​ sonuçta.​ ​ Acaba​ ​ rica​ ​ etsem,​ ​ günlüğümü​ ​ bulabilme​ ​ imkanınız​ ​ var​ ​ mı?”
    dedi.​ ​ “Merak​ ​ etmeyin​ ​ Sevinç​ ​ hanım​ ​ elimden​ ​ geleni​ ​ yapacağım.”​ ​ deyip​ ​ telefonu​ ​ kapattım.
    Nişanlım​ ​ bana​ ​ sarılıp​ ​ “Artık​ ​ sadece​ ​ benim​ ​ ol,​ ​ lütfen...”​ ​ dedi.​ ​ Sarılıp​ ​ uyuduk.​ ​ Ertesi​ ​ gün
    nişanlım​ ​ ve​ ​ arkadaşları​ ​ benim​ ​ için​ ​ bir​ ​ parti​ ​ düzenlediler.​ ​ Ancak​ ​ Sevinç​ ​ hanımın​ ​ telefon​ ​ ettiği
    günden​ ​ bir​ ​ hafta​ ​ sonra​ ​ kutu​ ​ ile​ ​ ilgilenme​ ​ imkanım​ ​ oldu.​ ​ Ama​ ​ ne​ ​ yazık​ ​ ki​ ​ eşyaların​ ​ hepsi
    satılmıştı​ ​ ve​ ​ kutu​ ​ da​ ​ ortalarda​ ​ yoktu.​ ​ Sevinç​ ​ hanıma​ ​ durumu​ ​ izah​ ​ ettim​ ​ ve​ ​ kutunun​ ​ izini
    sürmemi​ ​ isteyip​ ​ istemediğini​ ​ sordum.​ ​ O ​ ​ da​ ​ gerek​ ​ olmadığını​ ​ ama​ ​ düğün​ ​ günümde​ ​ benimle
    bir​ ​ şey​ ​ konuşmak​ ​ istediğini,​ ​ bu​ ​ konunun​ ​ da​ ​ günlükle​ ​ ilgili​ ​ olduğunu​ ​ söyledi.​ ​ Ben​ ​ de​ ​ bunun
    üzerine​ ​ olayı​ ​ unutmaya​ ​ ve​ ​ düğün​ ​ planlarıma​ ​ odaklanmaya​ ​ karar​ ​ verdim.​ ​ Nişanlımın​ ​ ısrarlarıüzerine​ ​ hem​ ​ Batı​ ​ tarzı​ ​ hem​ ​ de​ ​ Japon​ ​ tarzı​ ​ bir​ ​ düğün​ ​ yapmaya​ ​ karar​ ​ verdik.​ ​ Sevinç​ ​ hanımın
    gelişi​ ​ de​ ​ çeşitli​ ​ sebeplerden​ ​ ötürü​ ​ düğünümüzden​ ​ bir​ ​ hafta​ ​ sonraya​ ​ ertelendi.​ ​ Ama​ ​ biz​ ​ de
    balayı​ ​ hazırlıklarına​ ​ başladığımız​ ​ için​ ​ görüşmemiz​ ​ çok​ ​ daha​ ​ sonraki​ ​ bir​ ​ tarihe​ ​ ertelendi.
    Balayımızı​ ​ Okinawa’da​ ​ geçirmeye​ ​ karar​ ​ vermiştik.​ ​ Uçağa​ ​ bineceğimiz​ ​ gün​ ​ Sevinç​ ​ hanımdan
    bir​ ​ e-posta​ ​ geldi.

    “Sevgili​ ​ Giray,

    Senin​ ​ bir​ ​ aile​ ​ kurduğunu​ ​ görmek​ ​ beni​ ​ çok​ ​ mutlu​ ​ etti.​ ​ Umarım​ ​ bu​ ​ mutluluğu​ ​ bu​ ​ mail​ ​ ile​ ​ sabote
    etmiş​ ​ olmam.​ ​ Ama​ ​ madem​ ​ günlüğüm​ ​ kayboldu​ ​ ve​ ​ sırrımın​ ​ açığa​ ​ çıkma​ ​ tehlikesi​ ​ var;​ ​ ben​ ​ de,
    sen​ ​ başkalarından​ ​ öğrenmeden​ ​ önce​ ​ benden​ ​ öğren​ ​ diye​ ​ sana​ ​ yazmaya​ ​ karar​ ​ verdim.
    Her​ ​ ne​ ​ kadar​ ​ erkek​ ​ olarak​ ​ doğsam​ ​ da,​ ​ ben​ ​ kendimi​ ​ bir​ ​ kadın​ ​ gibi​ ​ görüyordum​ ​ ve​ ​ erkek
    bedenine​ ​ hapsedilmiş​ ​ gibiydim.​ ​ Toplum​ ​ beni​ ​ erkek​ ​ gibi​ ​ yaşamaya​ ​ zorladı.​ ​ Sanırım​ ​ yaptığım
    en​ ​ büyük​ ​ hata​ ​ evlenip​ ​ çocuk​ ​ yapmaktı.​ ​ Ama​ ​ bu​ ​ gerçekten​ ​ çok​ ​ zordu​ ​ benim​ ​ için.​ ​ Ne​ ​ zorluklar
    çektiğimi​ ​ bir​ ​ bilsen​ ​ hayatta...​ ​ Sen​ ​ beni​ ​ Sevinç​ ​ hanım​ ​ olarak​ ​ tanısan​ ​ da​ ​ aslında​ ​ ben​ ​ senin
    babandım.​ ​ Sana​ ​ destek​ ​ çıkabilmek​ ​ için​ ​ annenin​ ​ vefatını​ ​ bekledim.​ ​ Belki​ ​ yanlış​ ​ bir​ ​ davranıştı
    ama​ ​ annenin​ ​ karşısına​ ​ çıkacak​ ​ cesaretim​ ​ yoktu...

    Seni​ ​ ve​ ​ anneni​ ​ terk​ ​ ettikten​ ​ sonra​ ​ kendime​ ​ yeni​ ​ bir​ ​ hayat​ ​ kurdum​ ​ ve​ ​ cinsiyetimi​ ​ değiştirdim.
    Çok​ ​ çalıştım​ ​ kendimi​ ​ insanlara​ ​ kabul​ ​ ettirebilmek​ ​ için​ ​ ve​ ​ bu​ ​ sayede​ ​ d ​ ​ epey​ ​ zengin​ ​ oldum.
    Neyse​ ​ ki​ ​ geç​ ​ de​ ​ olsa​ ​ sana​ ​ destek​ ​ olabildim​ ​ hayatta​ ​ ve​ ​ evlenip​ ​ bir​ ​ aile​ ​ kurmuş​ ​ olman​ ​ beni
    gerçekten​ ​ mutlu​ ​ etti.​ ​ Seni​ ​ ve​ ​ eşini​ ​ rahatsız​ ​ etmek​ ​ istemiyorum.​ ​ Benden​ ​ bağımsız​ ​ bir​ ​ şekilde
    hayatınızı​ ​ yaşayın.​ ​ Çünkü​ ​ ben​ ​ hayatınızda​ ​ olursam​ ​ yaşanmış​ ​ trajedilerin​ ​ bir​ ​ hayalet​ ​ gibi​ ​ sizi
    takip​ ​ etmesinden​ ​ korkuyorum.​ ​ Umarım​ ​ mutlu​ ​ bir​ ​ aileniz​ ​ olur​ ​ ve​ ​ ölünceye​ ​ kadar​ ​ mutlu​ ​ bir​ ​ çift
    olursunuz.

    Her​ ​ şey​ ​ için​ ​ teşekkürker.”
    #74440 touma seguchi | 7 yıl önce
    0anket 
  4. “Ekin bey... Ekin bey...”

    Hostesin omzumu defalarca dürtmesi üzerine irkildim.

    “Özür dilerim Ekin bey ama birazdan inişe geçeceğiz, lütfen kemerinizi bağlayın”

    “Teşekkür ederim” dedim kemerimi bağladım.

    Uçak Narita Havaalanına indi ve girişte yine o tanıdık ifadeyi gördüm:

    おかえりなさい (Hoşgeldiniz)

    Kelimedeki “かえる” (geri dönmek) ifadesi bana hep “geri döndüm ve umarım ayrılmam” dedirtiyordu. Ama her seferinde kendimi farklı bir yerde buluyordum. Zaten Sibel’in beni reddetmesi de uzun süre Japonya’da kalıcı bir düzenim olmayacağına işaret ediyordu.

    Sibel’le seneler önce okuduğum üniversitenin düzenlediği bir panel sayesinde tanışmıştık. O zamanlar ben mezun olmayı dört gözle bekleyen bir Japonoloji öğrencisi, o ise çoktan akademik dünyanın kapılarını aralamış bir araştırmacıydı. Alanı ise sanat tarihiydi. Panele ara verildiğinde kimse yanından ayrılmadı; herkes ona sürekli sorular soruyor, ya ondan bir şeyler öğrenmeye çalışıyor ya da bir şekilde onu etkilemeye çalışıyorlardı. Ben de uzaktan şamatayı tüm eğlencesiyle izliyordum. Yalnız bir şekilde onu izlemiş olmam dikkatini çekmiş olmalı ki tuvalete gitme bahanesiyle yanıma geldi.

    “Senin bana soracak soruların yok mu?” dedi.

    Aslında böyle bir şeyi beklemiyordum, bu nedenle ne cevap vereceğimi bilemedim.

    “Japonya’daki Kripto-Hristiyanların sanat eserlerini hiç araştırdınız mı?” diye o an aklımdan uydurduğum bir soruyla karşılık verdim kendisine.

    “Cevabını gelecek hafta alacaksın” dedi ve kartını verip panele devam etmek üzere salona girdi. Ardından da ben girdim.

    Aslında Sibel’in bana döneceğini hiç zannetmiyordum ama yazdığı bir makaleyi bana ithaf edince çok şaşırdım. Tabii dedikoduyu çok seven insanlar arasında hemen yayıldı bu durum. Bana düşmanlık edenler de, beni şanslı sayanlar da vardı. Ben ise bir an önce okulu bitirip yazarlık kariyerime başlamanın derdindeydim.

    İngilizce yazdığım bir kaç kitap ABD’de epey başarılı olunca akademik kariyerime ABD’de devam etme kararı aldım. Bir yandan çeşitli gazetelerde muhabirlik yapıyor, bir yandan da Japonoloji araştırmalarına devam ediyordum. Sibel ise Tokyo’da bir müzede çalışmaya başlamıştı. California’da yaşadığım için sık sık Japonya’ya gidip gelme imkanım oluyordu.

    Sibel’in bana yakınlaştığını hissediyordum çoğu zaman. Ama sanki kendini gerçide tutuyor gibiydi. Nihayet alkolü fazla kaçırdığı bir gün bana olan aşkını itiraf etmişti ama daha sonra ettiğim evlenme teklifini geri çevirdi. “Kendimi senin için yaşlı hissediyorum” diyordu.

    Ben de Japonya’yı ve Sibel’i daha az ziyaret etmeye başladım. Kendimi araştırmalarıma ve romanlarıma odaklamış bir şekilde yarı-münzevi bir hayat sürdürüyordum.

    Ama bir gün ummadığım bir şekilde Japonya Elçiliği’nden çağırıldım. Bir açıklama beklerken sadece bir tane mektup verip gönderdiler.

    Tokyo Metropolitan Polisi bir hırsızlık olayı hakkında beni bilirkişi olarak Japonya’ya çağırıyordu. Hırsızlık, Sibel’in çalıştığı müzede yapılmıştı. En kısa sürede Japonya’da olmam bekleniyordu.

    Ben de bulabildiğim ilk uçağa atladım ve şimdi Japonya’daydım.

    Pasaport kontrolü için görevli memura pasaportumu uzattım. Sanırım ABD’den gelmem ama Türk pasaportu göstermem, üstüne bir de soyadımın “Hanazawa” olması kendisinin kafasını karıştırmıştı. “Ne için buradasınız Hanazawa-san?” dedi Japonca olarak. Metropolitan Polisi’nden gelen mektubu uzattım. Telsizden bir anons geçti ve “Lütfen biraz bekleyin” dedi. Bir köşeye geçip bekledim.

    Beş dakika sonra birisi geldi.

    “Hanazawa-san? Ben Tokyo Metropolitan Polisi’nden Dedektif Nakatsu. Sizi buradan almaya gelmiştim.”

    “Bu güzel oldu, ben de terör zanlısı olarak alıkonulduğumu düşünmeye başalyacaktım.” dedim. Klasik Japon davranışı olarak başını eğdi ve gülümseyerek “Özür dileriz böyle bir durum başınıza geldiği için” dedi.

    “Siz Japon musunuz?” diye sordu sonradan da.

    “Kısmen. Babam Türkiye’ye yerleşmiş bir matematikçi.”

    “Olağanüstü” dedi.

    Müzeye geldiğimizde her tarafta polis kaynıyordu. “Sizi Sibel hanım önerdi. Belki bize yardım edersiniz diye düşündük. Müze bir süre ziyaretçilere kapalı olacak. Bu sebeple çok hızlı bir biçimde çözülmesi gerekiyor bu işin. Sonuçta müzeler ziyaretçiler sayesinde ayakta kalıyor” dedi. Ben de “Umarım öyle olur.” dedim. Benim de niyetim en kısa sürede yarım bıraktığım işlerime geri dönmekti.

    Olay yerinde Sibel de vardı. “Ekin!” diye bağırdı. Ama sonra içinde bulunduğu ortamın farkına varınca hafif utangaç bir edayla “Hoşgeldin!” dedi.

    “Ne oldu burada?” diye sordum.

    “Tuhaf bir hırsızlık vakası. Ama hırsızlık olduğundan bile emin değiliz. Vandalizm daha çok ama sadece belirli eserlerde. Belki sen anlarsın diye müze müdürünü seni getirtme konusunda ikna ettim.”

    “Hangi eserler?” diye sordum.

    “Japonya’daki Kripto Hristiyanların dini eserleri” dedi. “Ama aralarında dokunulmamış olanlar da var.”

    İşaret parmağını bir heykel yıkıntısına uzatıp “Bak” dedi, “Bu heykelin ne olduğunu biliyorsun değil mi?”

    Heykel Buda heykeli biçiminde bir İsa Mesih heykeliydi.
    “Sadece kırmışlar” dedi “Oysa çalsalar çok zengin olurlardı.”

    “Demek ki amaçları zengin olmak değil. Ayrıca buraya bir şey çalmak için değil, bir şey bulmak için gelmişler. Yoksa buradaki hazineleri yanlarında götürürlerdi hazır gelmişlerken.” dedim.

    Dedektif Nakatsu “Aslında ilk olarak Hristiyanları kışkırtma amaçlı bir eylem yapıldığını düşünmüştüm” dedi. “Ama sadece belirli eserlere zarar vermişler. Bence kışkırtma amaçlı olsa buraya daha fazla zarar verirlerdi”

    “Haklısınız” dedim.

    Peki ne arıyorlardı buraya girenler? Heykeli kırdıklarına göre içinden bir şey alıp kaçmış olmalılardı. Yoksa heykeli de yanlarına götürürlerdi. Kırık parçalar bile eminim ki epey para ederdi piyasada.

    “Herhangi bir iz bırakmışlar mı?” diye sordum Nakatsu’ya.

    “Hayır” dedi. “Biz de belki siz bir iz bulursunuz diye düşünmüştük.”

    Elimle heykeli gösterip “İz orada” dedim. Ama bundan başka hiçbir şey yoktu elimde.

    “Sibel, bu heykel nereye ait?” diye sordum.

    “Kayıtlara göre Nagasaki ama başka bir yerden Nagasaki’ye getirilmiş olabilir” dedi.

    “O halde aradıkları şey de Nagasaki’de” dedi Nakatsu.

    “Kesin değil” dedim. “Ama Nagasaki her zaman Kripto-Hristiyanların toplanma noktası olmuştur. Bence bu hırsızlar çok daha büyük bir şeyin peşinde. Muhtemelen o heykelin içinde bir yerlerde de gizli bir doküman vardı.”

    “Fakat bu imkansız” dedi Sibel. “O heykellerin çoğunun röntgen görüntüsü var, içine bir şey gizlendiyse mutlaka belli olurdu” dedi.

    “Eğer harç malzemesinin içine gizlendiyse röntgende çıkmamış olabilir” dedim. “Haklısın” dedi.

    Nakatsu’ya dönüp “Sanırım benim işim burada bitiyor değil mi dedektif?” dedim. O da “Evet, sanırım artık olayı biz devralabiliriz, yardımınız için teşekkür ederiz” dedi.

    Yorgun olduğumdan 1-2 günü Japonya’da geçirmeye karar verdim. Dedektife bir sorun olduğunda tekrar ulaşabileceğini, bir süre Japonya’da olacağımı söyledim.
    #75414 touma seguchi | 7 yıl önce
    0anket 
  5. “ Bir ömre sığmayacak hayallerimiz vardı, asırlara meydan okuyan sevdalarımız. Karnımız aç, gözümüz toktu. İhtiyacımız olan sadece sevgi ve mutluluktu. Dağları deldik, çölleri ve denizleri aştık hatta ve hatta ölümü bile alt ettik. Arkadaşımıza sırtımızı dayadık mı dünyaya meydan okurduk. Kendi kendimize yenileceğimizi nereden bilebilirdik “ yaşlı adam sustu derin bir iç çekti ve gün batımına dikti gözlerini. Gün batımına daha dikkatli baktıkça gözünün önüne yitip giden hayalleri cesaret edipte yapamadığı pişmanlıkları geliyordu. Yaptığı şeylerden ise pişmanlık duymuyordu yine olsa yine yapardı. 68 yıllık hayatında tek bir amacı vardı o da sadece iyi bir insan olmaktı. Şimdiye kadar yaptıklarını yine olsa yine yapardı çünkü iyi bir insan olmak bunu gerektiriyordu. Aşık olduğu kadına bir arkadaşı aşık olunca onu sevdiğini söyleyememişti mesela. Ne zaman dış hep beraber dışarı çıksalar onlar el ele gezerken yaşlı adam 2 adım gerilerinden onları takip ediyordu. Her kavgalarına her mutluluklarına şahit oluyordu. Her kavga ettiklerinde kendine “ acaba benimle birlikte olsaydı bu kavgayı edermiydik “ diye soruyordu. Her mutlu anlarında “ acaba benimle daha mutlu olur muydu“ diye soruyordu. Yaşlı adam seçimini yapmıştı bir kere iyi bir insan olmak istiyordu ve kendi mutsuzluğunun üzerine başkalarının mutluluğunu inşa ediyordu. İyi bir insan olmak bunu gerektirirdi çünkü. İnsanlara yardım etmeyi severdi gönüllü olarak çalışmadığı başvuru yapmadığı sosyal yardım kuruluşu kalmamıştı. Lakin istisnasız her kurumda yozlaşmışlık görmüştü ve bu yüzden hiçbir kurumda uzun süre çalışmamıştı. Kendi imkanları ile sokak hayvanlarına yardıma muhtaç kim varsa genç, yaşlı, kadın, erkek demeden yardım etmişti. Kocasından dayak yiyen bir kadını kurtarmıştı mesela daha sonra kadının kocası onu bıçaklamıştı. Bir ay hastahane de yatmak zorunda kalmıştı ve hastahane de yatarken aklına gelen şey sokağında yaşayan köpekler aç kalıp kalmadığıydı. Komşunun oğlunun okul için bir şeye ihtiyacı olup olmadığıydı.

    Hastahanede yatarken bir gece oda arkadaşı hayatını kaybetmişti. Bir insanın hayatının nasıl da sönüp gittiğine ilk elden şahit olmuştu. O olayın etkisiyle melankolik bir havaya girmişti. O zamana kadar yapmış olduğu iyilikleri düşündü. Ansızın bir şey fark etti. Çoğunlukla, birisine yardım ettiği zaman o yardımın acısı bir şekilde kendisinden çıkıyordu. Mesela bir sokak çocuğunu kurtarmaya çalışıyordu o çocuğu yağmurlu bir gecede evine almıştı ona sıcak bir yemek ve yatak vermişti. Sabah olduğunda ise çocuk evde yoktu bir okula kitap almak için biriktirdiği para da ortada yoktu. Bunun gibi birçok şey yaşamıştı ama adamın hala umudu vardı ve insanlara yardım etmekten vazgeçmemişti. Bu gecenin üstünden yıllar sonra canından çok sevdiği bir arkadaşının intiharına engel olamadıktan sonra adam tükenmişti artık. Bir arpa tanesi kadar yol alabilmiş olsa tükenmeyecekti. Dahası insanlığa karşı umudunu kaybetmemiş olacaktı.

    O an yaşlı adamın yanında genç bir kız vardı. Genç kız da yaşlı adam gibi sadece iyi bir insan olmak istiyordu. Bir şekilde yaşlı adam ile yolları kesişmişti ve kız yaşlı adama hayran kalmıştı. Hayran kaldığı adamın ağzından böyle sözleri duymak kızı üzmüştü. O an yaşlı adamın hayatında neler yaşamış olabileceğini hayal etmeye çalışmıştı ama başaramamıştı. Yaşlı adamın hemen yanında o da oturuyordu. adamın bembeyaz saçlarına baktı saçlarının yaşlılıktan mı yoksa yaşadıkları yüzünden mi beyazladığını sordu kendine. Adamın yüzüne daha önce hiç olmadığı kadar dikkat emişti. Yaşlı adamın yüzü kırış kırıştı. Sigara içmekten bıyıkları sararmıştı. Gözlerinde sanki yaşamak istemiyormuş gibi bir bakış vardı. Yaşlı adamı biraz da olsa yüreklendirmek için “ benim hala umudum var, inanıyorum ki hep beraber bu gemiyi kurtarıp doğru limana demir atacağız “ dedi. Bu söylediğine gerçekten inanıyordu. Yaşlı adam genç kıza döndü gözlerinin büyüdüğünü fark etti. Yüzünde inancı gördü, büyümüş gözlerinde parıldayan bir şeyler vardı sanki. Yaşlı adam kızın bu sözlerinden etkilenmemişti onu etkileyen şey kızın inancıydı. Lakin hiçbir şey belli etmedi. Tekrar derin bir iç çekti genç kızın büyümüş gözlerine bakarak “ zaten bir umuttu insanı yaşatan, insan ekmek olmadan on gün, su olmadan 3 gün yaşayabilir ama umut olmadan 1 dakika yaşayamaz. Lakin gel gör ki içinde yaşadığımız gemi çoktan dibi görmüş. Bu gemide öyle büyük bir delik var ki Nuh’un gemisi olsa yine de batardı. “ dedi. Sustuktan sonra tekrar gün batımını izlemeye başladı yaşlı adam. Genç kız yaşlı adamın bu sözleri karşısında ne diyeceğini bilemedi. Sanki bildiği bütün kelimeleri unutmuştu. Kelimeler ile anlamlı bir söz kuramıyordu. İç güdüsel olarak soru sordu “ nedir o delik? “ adam cevap verdi “ aç gözlülük “ yaşlı adamın bu cevabından sonra kız da gün batımını izlemeye başladı. Beraber sessizce gün batımının tadını çıkardılar.
    #94430 biri beni silksin | 7 yıl önce
    0anket 
  6. Mayıs 17, 2017
    İVAN'IN RÜYASI
    I

    İvan’ın o kış babası ölmüştü, hayata karşı çok fazla hazırlıksızdı ve eski püskü, kırmızı bir Moskvich 412’si vardı. Bu külüstür araba da, sahip olduğu her şey gibi babası Nikolay’dan kalmıştı. Buralarda böyle olurdu, her şey babadan kalırdı. Bazen çocuklar bu kalıntıları reddederlerdi ancak yufka yürekli İvan, daha yeni ölmüş babasına saygı duyması gerektiğini şiddetle hissediyordu, ondan kalan her şeye tıpkı babası gibi bağlanmalıydı. O öldüğünden beri ne vodka ne de bir kadeh şampanya içmişti. Kendince büyük bir Hristiyan olan Nikolay’ın da ‘büyük perhizlere’ başlayıp da asla layıkıyla yerine getirememesi gibi çocukça, İvan da babasına bir saygı gösterisiyle yaşamına devam etme kararı almıştı; bunu, babası Kudüs’e doğru gömüldükten sonra, rahibin biri mezarın başında dualar okurken kararlaştırmıştı, tabii uzun sürmeyecekti bu ‘saygılı hayat’, babasının oğluydu çünkü İvan.
    Baba Nikolay hiç kuşku yoktur ki büyük bir dindardı. İvan böyle düşünüyordu, çünkü saygı yalan söylemeyi gerektirirdi. Tanrıtanımazın biriydi genç İvan, biliyordu ki çoktan ölmüş olan babası artık kaybolmuştu, biliyordu ki ne görebilir ne de duyabilirdi. Yine de sakınıyordu sözlerini yüksek sesle düşünmekten. Bunun sebebi sadece saygı mı olabilirdi? İvan, onun elini hiç bırakmayan babası Nikolay’a olan sevgisinden, nadiren insanların aslında gerçekten ölmeyeceklerini düşünüyordu. “Hatıramın başlangıcından bu yana ‘küçük Vanya’sı’ olduğum bu adam, böyle kolay ölebilir mi?” diye soruyordu kendine. Biraz daha kaybetse kendini, ellerini gökyüzüne kaldırıp Tanrı’ya bile sorabilirdi. Sadece şuna inanıyordu: Bazı mezarlar hala duyabilirdi. Bu yüzden babasıyla konuşmayı kesmemişti, neredeyse bir hafta geçmişti ve soğuk havaya rağmen her gün onu ziyaret etmişti. Bir süre sonra bu saygının, bu merhametin de son bulacağını biliyordu İvan Nikolayeviç. Yine de kaybetmemeye çalışıyordu sorumluluklarını. Vücudundaki izleri, babasının izlerini şimdiye kadar taşımıştı, tam otuz beş sene! Şimdi de yine babasının mirası olan kırmızı Moskvich’e, yaşlı köpek Pavlov’a ve bin beş yüz rubleye sahip çıkacaktı. Bir de babasının tuhaf dindarlığına…
    Neredeyse iki yıldır haftada iki kere, babası İvan’ı kendisiyle bir yere götürmek için zorluyordu. Nikolay ‘o’ yerden pek söz etmese de, “Tanrı için gelmelisin İvan!” demişti bir kere, niyetini belli etmişti, İvan şiddetle sakınıyordu bu ısrardan bu sebeple. Artık buna da kızamıyor, karşı çıkamıyordu İvan. Ölülerle kısır tartışmalara girilmezdi. Ölülerin istekleri de yapılmazdı asıl düşüncelerine göre, ama gözünü kör eden bu sevgi ve saygı, onu olağanüstü şeylere inanmaya mecbur bırakıyordu. Pek de yabancı sayılmazdı bu ‘ölülerin anısına bir şeyler yapmak’ olayının, bu sebepten kolay ısınmıştı bu kutsal görevlere.
    İvan Nikolayeviç, yamalarla dolu paltosunu giymiş, babasının aylardır hasta yattığı yatağı kaldırırken içinde bulduğu bir nota bakıyordu. Yaşlı Nikolay, mektubunda “asalak bir sülük gibi Vanya’sının paçasında ölmek bilmeden çırpınmaktan bıktığını, bir gün kendini bir taksici çağırıp Neva ırmağına götürtüp oradan kendini suya bırakacağını” yazmıştı. Mektubu yazdığı akşam korkunç bir rezillik içinde öldü. Hayal ettiği gibi ölememişti fakat sonuç olarak amacına ulaşmıştı, inandığı gibi ‘öteki dünya’ var olsaydı kesinlikle orada bu ölümden memnun olduğunu söylerdi. Nasıl olsa zavallı oğlu İvan’a pek masraf çıkarmamıştı, kendini Neva’ya atsaydı oğlu onu bulmak için uğraşacaktı. Oysa şimdi onu yataktan kaldırıp gömmüştü oğlu Vanya. Ne bir kan vardı ne de her zaman olduğu gibi altında bir poşet bok. Şerefli bir ölümdü bu yaşlı Nikolay için. Öyle bir şerefti ki, oğlu İvan’ın aklında rezil bir yatalak değil, çocukluğunda gördüğü yakışıklı bir teğmen olarak kaldı.
    Soba yanmayan soğuk odanın köşesinde ağlar gibi sızlanan yaşlı Pavlov’a bakmaktaydı, gözlerini ondan ayırıp mektubun devamını okudu. Babası ondan, iki yıldır beraber gitmeleri için zorladığı yere gitmesini istiyordu. Nikolay’dan sonra orada Nikolay’ın adını taşıyan biri, İvan Nikolayeviç olmalıydı. İvan içinden “Deli saçması!” diye bağırdı, sonra da ağzını kapattı eliyle, etrafına bakındı; neyse ki babası duymamıştı. Yatağına yıkıldı elindeki mektupla, Pavlov yaşlı gözlerle onu izliyordu.

    II

    Motoru bir troyka gibi ses çıkaran kırmızı Moskvich yollandı, yoldan küçükçe toz bulutları yarattı. Babası, İvan’a saat kaçta gideceğini söylememişti pek tabii, gün dahi belli değildi. Çok erken gitmiş ya da geç kalmış olabilirdi. Erken gitmiş olsaydı, daha yeni gelmiş gibi davranabilirdi fakat geç kalsaydı ne yapacaktı? Hiçbir şey bilmeden mektupta bahsedilen yere doğru ilerliyordu. Upuzun bir yol vardı önünde. Yolun kenarında bembeyaz kara bulanmış tarlalar, gözün görebildiği en uzak yerde de ayın aydınlattığı sis bulutu vardı. Kırmızı Moskvich ilerledikçe yolun kenarında ışıklar görünmeye başlıyordu. Babamın görüştüğü insanlar burada olmalı, diye düşünüyordu İvan. Yanındaki yaşlı köpek Pavlovsa hala ağlamaklıydı. İvan onun Nikolay için ağladığını düşünmüyordu, “yaşlı sümsük köpek, zaten sürekli yüzü ıslaktır,” diyordu Pavlov’un yüzüne baka baka. İçinde cansız bir insanın olduğu mezara karşı söz söylemeyi bırakın, düşünmekten bile çekinen İvan; karşısında canlı bir köpek varken, söylediklerini asla anlamayacağını düşünerek ağzına geleni söylüyordu. Yaşlı köpek Pavlov, kafasını cama çevirdi, ıslak gözleriyle dışarıdaki ışıkları takip etti.
    İvan yaşlı Moskvich’i nereye çekeceğini, hangi ışığa doğru gideceğini bilmiyordu. Işıklar öyle uzaktı ki, “sanki bu binalar kimse gelip rahatsız etmesin diye yapılmış gibiydi.” İvan, cılız Pavlov ve Moskvich ilerledikçe, ışıkların da bir bir yok olmaya başladıklarını fark ediyorlardı. Bir dakika sonra, hemen yolun kenarında bir ev olduğunu fark etti İvan, Moskvich’i kenara çekip ışıkları yanan eve girdi. Kapıyı tıklattı, açan yaşlı ve korkunç bir herif oldu. İvan’ın gözüne hemen duvardaki silahlar ilişti. Silah koleksiyonu gibi değil de, bir silah satıcısının duvarı gibi, dedi İvan içinden. Bir anlık tehevvürle “Bir silah almak istiyorum,” diye atıldı İvan, şaşkınlık verici bir heyecanla. Silah satıcısı adam sanki lütfediyormuş gibi büyük bir sıkkınlıkla “Hangisi?” diye sordu. İvan’ın gözlerinin birden soluklaştığını fark edince müşterisine biraz önem verirmiş gibi “Sana bir Kalaşnikov ayarlayacağım,” dedi. İvan aynı soluk gözlerle evden girdiği gibi çıkarken, satıcı “Hazırlıyorum, gelip al!” diye bağırdı. İvan duymamış gibi arkasını bile dönmeden direkt çıktı evden. Yola indiğinde arabasına binmeden yaşlı Pavlov’la ters yöne biraz yürüdüler. “Kalaşnikov, AK-47, 1946’da Mihail Timofeyeviç Kalaşnikov tarafından icat edildi, 40 milyon insanı öldürdü.” Yüzü bembeyaz olmuş, bu cümleyi defalarca söylüyordu. Koşarak aynen eve döndü ve satıcının kapısını çaldı. Daha kapı açılmadan, “Silah falan almayacağım sizden, aşağılık katiller!” diye bağırdı. Satıcı adam, elinde Kalaşnikov kapıyı açarken şaşkınlık ve kızgınlık arasında bir yüz ifadesine sahipti. Ne İvan’a bağırdı, ne de başka bir Kalaşnikov çekip onu vurdu, sadece tehditkâr bir sesle, “Sen yenisin burada, kimsen yok,” dedi. İvan arabasına koşarken satıcı hala bağırıyordu, “Kimsen yok, kim sahip çıkacak sana burada!”
    İvan korkuyla titredi, işte şimdi Pavlov’dan hiçbir farkı yoktu. Moskvich’i çalıştırdı, hızla geldiği yöne geri dönmeye koyuldu. Tarlalarda hiçbir ışık kalmamış, silah satıcısının evindeki ışıklar bile hemen İvan oradan ayrılırken sönmüştü. İvan’ın kalbi korkuyla dolmuştu, satıcının söyledikleri gerçekten korkutmuştu onu. Eski Moskvich’in farları sanki hiç çalışmıyormuş gibi, bir metre ötesini bile aydınlatamıyordu. Kapkara bir sonsuzluk vardı önünde. O korkunç yerden uzaklaştıkça korkusu bir o kadar artıyordu. Bir an, öyle bir şey göründü ki yolun üstünde, İvan sertçe bastı yaşlı arabanın frenine. Moskvich viyakladı, Pavlov’un bile ıslak gözleri sonuna kadar açılmıştı. Yolun üstünde, tam da Moskvich’in yüz metre kadar önünde tüm yolu kaplayan büyük bir ışık gözükmüştü. İvan gözlerini kıstı daha net görmek için, bu büyük ışık bir şeyin farları olmalıydı. Biraz sonra fark etti ki, bu tekerlekleri olan ve tüm yolu kaplayacak büyüklükte bir şeydi, onlara doğru geliyordu. Şaşkınlıktan bir santim bile yerini değiştiremedi arabanın İvan. Karşıdaki ışık yaklaşıyordu, otuz metre kadar kalmıştı ki, İvan bu ışığın tam olarak ne olduğunu fark etti. Farların hemen altında önüne geleni parçalamak için kocaman bıçaklar vardı. Kendi kendine ‘öğütücü’ ismini verdi İvan buna. Bir anlık sakinlikle arabayı çalıştırıp yolun kenarına sürdü İvan. Öğütücü uzaklaşana kadar olabildiğince ilerledi tarlanın içinde. Moskvich 412’nin farları belki de son kez tüm gücüyle çalışarak hemen karşısındaki ağaçları gösterdi. Dört beş kadar ağaç küçük bir alanı çevrelemişti. İvan arabayı oraya soktu. Pavlov’la aynı anda kafasını arkaya çevirdi ve artık öğütücünün uzaklaşan ışıklarının beyazdan kırmızıya döndüğünü fark etti. İvan derin bir nefes verdi, cılız köpeği Pavlov’a sarılıp uykuya daldı.
    Uyandığında sobasız odasında, kendi yatağındaydı, babası onu yanına çağırmaktaydı.
    #94597 supradin | 7 yıl önce
    0anket 
  7. hastane bahçesinde oturuyorum. ılık ve rüzgarlı bir gün. yeşil yapraklar arada savruluyor, açık renkli gölgeler altındayım. elimde küçük bir kağıt, üzerinde birkaç harf ve rakam. pek bir şeyim yokmuş. strese bağlı bozukluklar. iyiyim görünüşte. fakat içimde bir endişe var. içimdeki endişe, kendini banklara zor atan yaşlıların, içeride bir sürü umut ve mutluluk bırakarak çıkmış yıkık orta yaşlıların haliyle de geçecek gibi değil. bir şeyden korkuyorum. aklıma babam ve dedem geliyor. dedem, ölene değin hastane ve hastalık yüzü görmedi. çöktüğünde, öyle hızlı yol aldı ki, sanki o güne dek hep içerden çürümüştü. babamı düşünüyorum, arada grip olması dışında, hastane yüzü görmedi o da. bir gün aynı sonun onu da beklemesinden korkuyorum. oysa dayılarım öyle değildirler. şekerle, tansiyonla boğuşan, sızlanan, yataklara düşen, fakat hayata babamın ve dedemin toplamından daha hırsla sarılı, doymaz insanlardılar. bir şey attıkları yoktu içlerine. ruhları doymasa bile, çalışkan olsalar bile, bir tarafları sürünürken dişleri yaşamın etine dibine kadar geçmiş halde oldular hep.

    bir korku, mavi gökyüzünü önce beyazla, sonra gri ve siyahla kapatan bulutlar gibi, uzaktan kendini belli ediyor. korkuyu getiren rüzgarı da, yönünü de biliyorum. babam ve dedem gibi olmaktan korkuyorum. hastalıklardan şikayet etmedim bunca zaman. ben onlardan önce, genç yaşımda, içimi çürüten ve adına stres dediğimiz sanki elimizi yıkasak geçecekmiş gibi kendimize yakıştırmadığım o eğreti yükün, endişenin altında omuzlarım yerinde ama içim çürüyerek ölüme erken varmaktan korkuyorum. tek bir hastalık, tek bir düşüş. ölüm veya, ölüden farksız bir hayat. gittikçe derine inen bir denizaltı gibi, basınca dayanamayan civataların ve vidaların patlak vereceği yeri düşünürken acaba ömrümün hangi erken zamanında olacak bu düşüncesi.

    simit ve çay alıyorum, gölgede bir masada tek başıma ziyafet çekiyorum böylece. aklıma o adam geliyor, " babam 52 yaşında kalp krizinden öldü, bir amcam 50 de kalp krizinden, diğeri 50 nin başında ve bir kriz geçirdi bile, biliyorum ne kadar yaşayacağımı, 50 den sonra hangi gün olduğuna bakar, nasıl öleceğim belli" yüzü gülüyordu bunları söylerken. dalga geçiyordu kaderle ve ölümle, bir trajediden ibaretti yaşamak, acelesi yoktu. ne zaman öleceğini bilmenin hayata verdiği anlamsız tat. 25 yıl sonrası için olsa bile. oysa üzülüyordu, korkuyordu. parıldayan ve gülen gözlerinin ardındaki hayal kırıklığını, kabul etmemişliği görebiliyordum. saklıyordu, başı dikti ve çözümlemişti işte her şeyi. acıyacak, yargılayacak gözlerden kaçmak için çekilmiş bir perde.

    bir saat sonra evimdeyim. arkadaşımdan haber alıyorum, çocuğu hastaymış bir haftadır, ateşler içinde yanmış yavrucak. başında beklemişler, şimdi iyiymiş. çocuk yetiştiren insanların, hayatın bütün gereksiz angaryasının arasında asıl meseleyi bulmuş ve kavramışlık mesudiyeti, aynı zamanda ciddiyeti içinde, her sözlerine ve hareketlerine sinmiş çocuk sevgisi. sanki o çocuk ve bebek kaldıkça onlar da ölümsüz kalacak gibi. ve çocuklar yetişip olgunlaştığında, anne babaların kendilerini ölüme daha rahat bırakması, sadece görevini yerine getirmişlikten mi yoksa o ölümsüzlük hissinin, o küçücük ve taze filiz gibi çocuğun hepi topu yüzü ölüme bakar kırışık bir genç sonrasına dönüşmesinden mi bilmiyorum.

    ertesi sabah, yapacak hiçbir şeyim yok ama yapılacak en güzel şey eyüp sultan kabristanına gitmek oluyor benim için. serviler altında oturuyorum. mezarlıklardan bile para kazanılabilen bir çağda, sanki ölmemiş gibi ölülerin temiz bakımlı ve mermer mezarlarının altında, fiziken yokluğa yakın bir şeylerin olduğunu düşünüyorum.huzur buluyorum, ne kadar da yoklar, benim varlığım karşısında. pierre loti ye gidip kahvaltı yapacağım, bütün haliç bir mezarlık sırtı gibi görünüyor gözüme. içimdeki mezarlıkları ziyaret etmeye korkan ben, başkalarının ölümüyle avunacak kadar çiğim daha.
    #101548 passageoflord | 7 yıl önce
    0anket 
  8. Ulusal Muhalefet Partisi

    Saygı değer vatandaşlarımız! Güzel ülkemiz tarihi boyunca çeşitli zorluklardan geçmiş ve bu günlere gelmiştir hala daha da zorlu günler geçirmekteyiz. Ne yazık ki ilerleyen zamanlarda da böyle günlerimiz olacaktır.

    Ülke olarak çektiğimiz zorluklar, bu topraklar üzerinde yüz yıllardır emelleri olan büyük devletler, herşeyin en iyisini ben bilirim diyen ama hiçbir işten anlamayan devlet adamları, satılmış devlet adamları ve sürekli kendimize mazeret uydurup “ alın yazımız böyle imiş “ diyerek pes eden bizlerin eseridir.

    Unutulmamalıdır ki güzel ülkemiz ve ulusumuzun bugüne kadar gelmesinin nedeni karşısına çıkan bütün olumsuzluklara rağmen mazeret üretmeden çalışan şanlı tarihimizdeki büyük kahramanlarımız sayesindedir! Lakin ne yazık ki bu coğrafya insanı mazeret üretmeye, kendisini ezik görmeye ve umutsuzluğa itilmiş ve kendisine dayatılan, istemedikleri hayatları yaşamak zorunda bırakılmıştır.

    İşte partimizin kuruluş amacı bütün bunlara karşı dur demek içindir! Biz Ulusal muhalefet partisi olarak bütün bunlarla savaşmanın en iyi yolunun ülkeyi yönetenleri denetlemek, yönettikleri halka karşı hesap vermeleri ve ülkede yolunda gitmeyen, bütün yozlaşmışlıkları halka anlatmaktan geçtiğine can-ı yürekten inanıyoruz.

    İlk olarak amacımız 81 ilde örgütlenip kendimizi ve amaçlarımızı tanıtmak olacaktır. Bunun için de siz değerli vatandaşlarımızın desteğini bekliyoruz. Bu amacımızı gerçekleştirmek için bu toprakları gerçekten seven, mülkiyette ve makamda gözü olmayan tek istekleri mutlu ve huzurlu yaşamak olan, gencinden yaşlısına kadar kadın - erkek ayırt etmeden dinamik aynı sizler gibi olan yol arkadaşlarımız ile başaracağız.

    Bir diğer amacımız Türkiye büyük millet meclisinde koltuğu olan bütün partileri göz hapsinde tutup resmi olarak attıkları her adımdan haberdar olup o adımlarda gördüğümüz yanlışlara karşı muhalefet etmek ve siz değerli vatandaşlarımıza aktarmaktır. Bizleri temsil edenler bizlere hesap vermek zorundadır ve bunun aksi kabul edilemez!

    Son olarak adımızdan da anlışacağı gibi partimizin amacı iktadara gelmek değildir, en azından bu günlerde böyle bir şey söz konusu değildir. Çünkü iktidara gelecek olan partinin ülkemizi nasıl yöneteceğini bilmek zorundadır ve bunu kusursuza yakın bir biçimde yapmalıdır. Bizlerin şimdilik böyle bir iddiası bulunmamaktadır. Ülkeyi en iyi şekilde nasıl yöneteceğimizi bilmesek dahi nasıl yönetilmeyeceğine karşı fikirlerimiz elbette var ve bu yüzden şimdilik sadece muhalefet olarak kalmak istiyoruz.

    Şimdilik diyoruz çünkü ilerleyen zamanlarda siz değerli vatandaşlarımızın takdiri ve isteği olursa ve bizleri iktidara getirmeniz söz konusu olabilir lakin bizler bu göreve gelmeden önce bütün vatandaşlarımızı daha iyi tanıyıp, sorunlarını dinlemiş ve güvenlerini kazanmış olmak isteriz ancak bu sayede güzel ülkemizi en iyi nasıl yönetileceğine karşı bir fikrin ve becerinin oluşabileceğini düşünmekteyiz. Gün gelirde bizleri iktadara getirir iseniz parti üyelerimizin kendi içerisinde ve sizlerin de bizlere karşı muhalefet edeceğine inancımız tamdır bu nedenden ötürü eğer iktidara gelirsek adımız “ ulusal muhalefet partisi “ olarak kalmaya devam edecektir.

    Siz değerli vatandaşlarımızın huzurunda, ülkemizin ve vatandaşlarımızın haklarını ve çıkarlarını daima koruyacağımıza, herkesimden vatandaşlarımızı kucaklayacağımıza ve en önemlisi çocuklarımıza, geleceğimize en iyi şartları oluşturmak için canla başla çalışacağımıza, ulusal muhalefet paritisi olarak namusumuz ve şerefimiz üzerine and içeriz!



    12/10/2018
    Türkiye Cumhuriyeti
    Ulusal muhalefet partisi


    Edit : imla
    #113050 biri beni silksin | 6 yıl önce
    1anket 
  9. hep denedim, hep yenildim. yine denedim, yine yenildim. daha iyi yenildim.
    yenilmek işinde benden iyisi yok.
    yenilmek işini sizden öğrenecek değilim!
    kafamın içinde yaşadım, yaşattım her bir anını, öykülerimin. yeri geldi kalem yazmadı, yeri geldi kağıt kalmadı. teknoloji kullandım, tuşlar basmadı. yazdırmayacaklardı. yine de denedim. yine de yenildim.
    her bir kahramanım birbiriyle savaş halinde beynimde. her bir öykü kendi sınırlarını aşmış, başka öykülerden manita yapmış. düzeni de sağlayamadım.
    beceriksizliğimin öyküsünü yazmayı denedim.
    gördüğün gibi onu da beceremedim.
    -son-
    #113261 maraz1 | 6 yıl önce
    0anket 
  10. okuduğunda, kim olduğunu hatırladığı cümleler onun elinden çıkmıştı. hep elinin altındaydı anlamlı, duygu yüklü notu.

    her biri ince ince düşünülmüş, yürekten dökülmüş, hangi hislerle yazıldığını okuyana hissettiren kelimeler dizisiydi.

    en son okuduğunda, duygusuyla akan göz yaşlarının kurumuş izlerini gördü kağıdın kenarında... ve hüzünle karışık tebessüm etti.

    "bekle! geliyorum" dedi ve koyuldu yola. artık zamanı gelmişti.
    #132244 esinti | 6 yıl önce
    0anket 
  11. Zaten, bu şehirde, kim farkedilmişti de o farkedilsindi... İdealler ve tanrılar bile çarpık sokaklarda kuruyup fısıltılara dönüşürken, insanları kim hatırlardı ki? Ferit değil. Hemen karşısında dikilen garsonda, yirmi metre ilerdeki meyhaneci Ayhan'da. Sokağın başını tutan Mustafa'da hatırlamazdı, lokanta işleten Fehmi'de. İçlerinden biri ölse yirmi güne tatlı bir anı haline gelir, bir yıla o anılar da solup giderdi. Geriye bir oturuşta bütün bir fıçı şarabı içebilen Ayhan'la ilgili bir hikaye, on kez vurulmasına rağmen hep ölümden kurtulmuş Mustafa'yla ilgili anlık bir şaşkınlık kalırdı. Fehmi'nin yaptığı fava özlenirdi belki. Bardağın dibindeki tortular misali... Yaşarken değerliydi insan. Ne o ne de şehir ölülerle ya da yanında olmayanlarla pek zaman kaybetmezdi.

    Biri hariç. Ama onun da arkasından bütün İstanbul ağlamıştı, o yüzden yas sadece Ferit'in yas sayılmazdı. Kediler farelere sarılmıştı o gittiğinde. İlk ve son defa birilerine gitme diyecek kadar düşmüştü. Sözcüğün ne kadar anlamsız olduğunu da o gece, Haydarpaşa istasyonundayken öğrenmişti.

    Ondan sonrası bulanık. Bir yıl oluyordu galiba onu kaybedeli, on yıl da olmuş olabilirdi. Zamanla iyi değildi arası. Bir haftadan uzun, bir asırdan kısa süredir sol tarafında ağır bir boşluk hissediyordu. Acının zamanla geçeceğini söylemişlerdi. Tuhaf, çünkü her geçen gün arttığını hissediyordu Ferit. Sızlamaya dönüşüp, sonra da yok olması gerekirken ilk gece batan bıçaklar, gün geçtikte ısınıyordu sanki.

    #132249 raistlin | 6 yıl önce
    0anket 
  12. Derya gazetecilik bölümü son sınıf öğrencisiydi. Staj yaptığı gazete ondan bir haber yapmasını istedi. Derya'nın ilk haber deneyimi olacaktı ve bu nedenle etkileyici bir hikaye bulmalıydı. Annesi babasından şiddet görmüştü. Annesinin yaşadıklarına üzülse de kendinde güç bulup o adamdan ayrılmadığı için de içten içe kızıyordu.

    Çocukluğundan beri içinde yaşadığı bu acıları da dile getirmek ister gibi kadın sığınma evinde kalan kadınlarla röportaj yapmak istediğine karar verdi. Bir kadın sığınma evi yönetimi ile görüşüp röportaj izni aldı. Kadınlarla bir bir konuşmaya başladı. En çok da Elif'in hikâyesi etkilemişti onu.

    Elif, 13 yaşında kendi isteği dışında ailesi tarafından evlendirilmiş. Sokakta yaşıtları ile oynayacağı yaşlarda o, kadın olmaya zorlanmış. Aradan geçen yıllarda iki çocuk sahibi olmuş. Evlendiği adam eniştesinin erkek kardeşiymiş. Eşinin başka bir kadınla uzunca süredir devam eden ilişkisi olduğunu öğrenmiş. İki çocuğunu da alıp ailesinin evine gitmiş Elif. Boşanma davası açmış. Artık çalışıp çocuklarını büyütecekmiş. Tüm aile Elif'e karşı çıkmış. Hatta eniştesi çocukları kardeşine vermezse ablasını boşamakla tehdit etmiş. Elif ailesinin de baskısına dayanamayıp iki çocuğunun velayetini babalarına bırakmak zorunda kalmış. Eski eş çocuklarla birlikte başka şehre taşınmış. Çocukları Elif'e göstermemeye, iletişim kurmasına engel olmaya başlamışlar.

    Öyle naif, iyi kalpliymiş ki Elif, kendi çocuklarına olan hasretini dindirebilmek için annesi olmayan çocuklara annelik yapabileceği, bu şekilde de belki özlemini dindirebileceğini düşünmeye başlamış. Bu sebeple komşusu vesilesi ile 3 çocuğu olan bir adamla evlenmiş. İlk zamanlar herşey gayet güzelmiş. Yüreği sevgi dolu Elif çocukları koşulsuz sevmiş, çocuklar da onu anne kabul etmiş.

    Günler çocukların okulu, ev işleri ile geçip giderken yeni eş gerçek yüzünü göstermeye başlamış. Hem Elif'e hem de çocuklarına akıl almaz şiddet uygulamaya başlamış. Meğer eski eşi de bu sebeple evi terk etmiş. Çocuklar geçici olan o kısa sürede Elif' e "anne senin sayende artık kimse bizi dövemiyor" demişler. Elif eşine karşı çıkmaya çalıştıkça adam daha da öfkelenmiş. Hem çocuklarına hem Elif'e türlü türlü eziyetler etmeye başlamış. Elif ailesinin yanına da dönemezmiş çünkü bu evliliğe razı olmamışlar. Çareyi karakola gitmekte bulmuş. Eşinden şikayetçi olmuş ve kadın sığınma evine yerleştirilmiş. Sığınma evinde kaldığı süre içerisinde aklı hep o üç çocuktaymış. Hep ne yiyip ne içtiklerini, babalarının onlara da nasıl eziyet ettiğini düşünürmüş.

    Elif okuyamamış ama akıllı kadın. O yaşına kadar gördükleri ile çalışıp para y
    kazanması ve güçlenmesi gerektiğine inanmış. İş bulmuş çalışmaya başlamış. Ama güzel, naif, kibar ve talihsiz Elif'in sıkıntı burada da peşini bırakmamış. Patronu sahipsiz ve yaralı oluşunu fırsat bilip faydalanmak istemiş. Her gün kendisi ile birlikte olması için sıkıştırmaya başlamış. Bir gün iş yerinde adam bir eli ile saçlarından diğer eli ile de çenesinden tutup tehdit etmiş.

    Akşam iş yerinden döndüğünde sığınma evindeki yöneticilere yaşadıklarını anlatmış. Kurum yetkilileri Elif'e ertesi gün işe gitmemesi için bir kaç günlük rapor almış. Patron olacak karaktersiz kadının maaşını da vermiyormuş -ki işten ayrılıp gitmesin.

    Derya Elif'in hikayesini hemen haber yapar. Gazete yayımlandığı anda haber oldukça ilgi çeker ve herkes Derya'yı başarısından ötürü tebrik eder.

    Peki ya Elif? Elif sığınma evi yöneticileri tarafından farklı bir şehirdeki sığınma evine nakledilir. Eski patron da Elif'ten alınan şikayet dilekçesi ile cumhuriyet savcılığına şikayet edilir ve kalan maaşı alınıp Elif'e teslim edilir.

    34 yaşına kadar hep kötülük görmüş olan bu zarif kadın her zaman olduğu gibi yine hayata olumlu ve iyi niyetle bakmaya devam eder. Hiç bir zaman umudunu kaybetmez. Bütün düşüncesi "bir kadın, erkek olmadan tek başına varolmaz" anlayışında olan ailesine kendisini ispatlamak olur. Bundan sonraki hayatını, bu amaç uğruna şekillendirerek sürdürür. Çalışıp hayatını düzene koyarak hem kendi öz evlatlarına hem de ikinci eşinden olan o çocuklara kol kanat germeyi hayal eder.

    yaşanmış olaydan alıntılanmıştır...
    #133189 esinti | 6 yıl önce
    0anket 
  13. kısa bir öykü

    uyandım.
    öyle ani ve sarsılarak uyandım ki kalbime ağrı saplandı.sağ elimi kalbime bastırıp yatağın içinde kıvrıldım. kalbim yavaş yavaş kendine gelirken tekrar uyumaya çalıştım ama saat kaç acaba diye düşünmemle merakıma yenik düştüm ve uykumu kaçıracağını bilmeme rağmen elimi yatağın yanındaki komodinde rast gele oynatarak telefonumu bulmaya çalıştım. telefonu bulmaya çalışırken elim başka bir şeye çarptı, normalde orada olmaması gereken bir şeye.o an gözlerim fal taşı gibi açıldı, kalp atışlarım korku ile hızlanır ve vücudum deli gibi adrenalin salgılarken o bileğimi tuttu. o kadar sıkı tuttu ki kangren olabilirdim. karanlıkta boğazdan gelen hırıltı gibi bir kahkaha sesi duydum ardından o kahkahanın sahibi şöyle söyledi : "üzülme, bir daha hiçbir şey uykunu kaçıramayacak ."
    #145000 imnilaying | 6 yıl önce
    0anket 


  14. Şüphesiz ki, Versailles’da, hem yetenek hem de bilgelik konusunda çok az kişi Antoine d’Ailly ile yarışabilirdi. Kendisi de bunun farkında olsa da, o, her zaman bu yeteneklerini Tanrı’yı onurlandırmak adına kullanmaya çalışıyordu.

    Yeteneklilik ve bilgelik konusunda diğer insanlardan üstün olsa da, yakışıklılık konusunda diğer erkeklerde çok fazla yarışabildiği söylenemezdi. Yine de, az da olsa kilolu olmasına rağmen, hareketlerine her zaman bir zariflik hakimdi ki, sanatçı yönünün bu zerafeti etkilediği konusunda şüpheye pek yer yoktu.

    Zarifliği ise, dönemindeki çoğu soylunun aksine, ona bir kadınsılık değil; tam aksine, tam bir şövalye duruşu katıyordu. Bale yapmak ile kılıç kullanmak arasında onun için hiçbir fark yoktu. Hatta kılıç kullanımındaki ustalığını baledeki ustalığına bağlardı çoğu zaman. Bu zarifliği ve atikliği çoğu zaman savaşlarda XIV. Louis’nin hayatını kurtarmış ve Antoine’ın daha yüzünde kırışıklıklar meydana gelmeden maréchal de camp rütbesini almasını sağlamıştı. Elbette bu durum diğer mareşalleri rahatsız ediyordu. Bu kadar genç bir adamın kendileriyle aynı yaldızlı üniformalar içinde görmek, çok da hoşlandıkları bir durum değildi.

    Bilge bir kral olan XIV. Louis, bu sorunu Antoine’a özel üniforma hazırlatmakta buldu. Antoine’ın hem dindarlığını hem de cesaretini, omzundan kırmızı bir kuşak inen mavi fularlı beyaz bir üniforma ile yansıttı.

    Omuzlarındaki apoletlere ve göğsündeki dev yıldıza rağmen, nedense mareşaller kendilerinden farklı bir üniforma giyen Antoine’ı kıskanmayı bırakmış ve onu sıradan bir general gibi görmeye başlamışlardı. Ayrıca kral da Antoine’ı mümkün olduğunca bir başka mareşalin görev yeri yakınlarına göndermiyor, böylece Antoine’ın diğer subaylar arasındaki üstünlüğünü de koruyordu. Bir mareşalin subayların gözü önünde Antoine’ın rütbesini tanımaması emir-komuta zincirine verilebilecek en büyük hasarı verirdi ve ucu krala kadar dokunurdu.

    Tek sıkıntı balo zamanları yaşanıyordu. Altın yaldızlı beyaz üniforması, balolarda sanki devletin en üst kademesinde o varmış gibi bir algı bırakıyor bu da zaman zaman kendisinden daha üst seviyeli aristokratların ve hatta kralın canını sıkıyordu.

    Neyse ki Antoine’ın balolara çok merakı yoktu. Sadece verilen davete icabet etmek amacıyla baloya uğruyor, iki kadeh şarap içip, kendisiyle dans etmek için can atan kadınlardan birisiyle dans edip köşküne geri dönüyordu.

    Çok da yakışıklı olmasa da, bu tür özelliklerinden dolayı, soylu olsun ya da olmasın kadınların hayallerini her zaman süslüyordu. Ama o, henüz kendi hayalini süsleyen bir kadına denk gelmemişti. Kadınlarla flörtü, onların çok da bilgili olmadığını ve manevi yönlerinin eksik olduğunu anlayana kadar devam ediyordu. Bu sebeple çoğu zaman kadınlar onu eşcinsel zannetse de, yine de diğer kadınlarla olan rekabetlerinde kendi konumlarını korumak için Antoine ile ilgili fantezilerini anlatmak için hayal güçlerini olabildiğine zorluyorlardı.

    İstanbul’daki padişahın sabah kahvaltıda ne yediğini bile bilmesini sağlayan geniş bir casus ağına sahip olan Louis’nin, elbette tüm bu dedikoduları duymaması imkansızdı. Bir defasında bir kadının her perşembe gecesi saat 10 sularında Versailles’daki mağaralarda Antoine ile vakit geçirdiğini öğrenen Louis, meraklı kişiliği sebebiyle bütün gece mağaraları çevreleyen ağaçların ardında gizlenip mağara girişini gözlemiş ama gelen giden olmayınca bu dedikoduların çoğunun asılsız olduğunu anlamıştı.


    Her ne kadar Antoine, dindar olmayan bir kadından etkilenmeyeceğinden kesinlikle emin olsa da, sonuçta o da herkes gibi bir insandı ve elbette o da gönlünü en sonunda bir kadına kaptırdı.

    Bir balo dönüşünde, klavseninin başkası tarafından çalındığını duyan Antoine, koşa koşa müzik odasına girmiş ve hizmetçi kızların birini klavsenin başında görmüştü.

    Kapının önünde Antoine’ı gören kız, hemen toparlanmış ve verilecek cezaya razı olduğunu belirtmek için de başını öne eğip ellerini önünde kavuşturmuş ve Antoine’ın kendisine kızgınlığını göstereceği tokatlarını veya kırbaç darbelerini beklemeye başlamıştı. En kötüsü ise kendisine tecavüz edilmesiydi elbette. O dönemde aristokratlar, hizmetçilerinin hatalarına karşı çok acımasızlardı. Ama yine de Antoine gibi onları mülklerinin bir parçası olarak görenler de vardı.

    Antoine, genç hizmetçinin yanına yürüdü. Elini kaldırınca hizmetçi kız büzüştü ve gözlerini sıkı sıkı yumdu. Ama tokat yerine, Antoine’ın çenesindeki parmaklarını hissetti. İşaret parmağı çenesinin altındayken baş parmağı ile çenesini ve dudaklarını okşuyordu. Hizmetçi içinden, “Keşke tokat atsaydı... Kedinin fareyle oynaması gibi oynuyor benimle.” dedi. Tecavüzün kaçınılmaz olduğunu düşünüyordu.

    Antoine, genç hizmetçinin yüzünü kaldırdı ama hizmetçi kız tekrar başını eğdi. Bunun üzerine kızın saçlarını okşamaya başladı. Kızın titrediğini hissetti. Kızın elinden tuttu.

    Kızın elinden tutunca, kız neredeyse kalp krizinden ölecekti. “Şimdi beni yatak odasına götürecek.” dedi içinden. Korkudan ve heyecandan beti benzi atmış, gözleri faltaşı gibi açılmış ve zar zor nefes almaya başlamıştı. Antoine da kızın korktuğunu hissetmişti. Kalp atışlarını bile duyuyordu neredeyse. Yine de kızın elini bir süre tuttu ve onu çekerek bir koltuğun yanına getirdi. Dudaklarını kızın yanına yaklaştırdı. Kız, korkudan yere yığıldı. Antoine, tekrar kızın kulaklarına eğildi, sakin bir ses tonuyla “Otur lütfen.” dedi. Kız bir eliyle koltuktan destek alıp ayağa kalktı ve koltuğa oturdu.

    Klavsenin üzerindeki notalara baktı. Kız, bir klavsen metodunu çalışıyordu. “Bu kitabı nereden aldın?” diye sordu. Kız, “Kitaplıktan monsieur.” diye cevapladı.

    “Ne zamandır çalışıyorsun bu kitaba?”

    “3 aydır.”

    3 ayda bu kadar ilerleme göstermesine şaşırmıştı Antoine. Demek ki, her evden çıktığında, bu kız klavsenin başına oturuyordu.

    “İşlerini aksatıyorsun umarım.”

    “Hayır Monsieur, sadece siz akşamları yokken çalışabiliyorum.”

    Kızın kızıl saçları ve açık yeşil gözleri, Antoine’ı büyülemişti. Yine de “Ne saçmalıyorum ben? Alt tarafı sıradan bir hizmetçi. Bu insanlar da tıpkı aristokratlar gibi merkezinde Tanrı olmayan bir hayat yaşıyorlar.” dedi içinden.

    Düşüncelerini dağıtmak amacıyla klavsenin başına oturdu. Doğaçlama bir şeyler çalmaya başladı. Çalarken bir yandan da “Klavsen dersleri almak ister misin?” diye sordu kıza. Kız, Antoine’ın gözlerinin kendi gözlerine kilitlendiği halde hala tek bir yanlış notaya basmadan klavsen çalmasına epey şaşırsa da, efendisinin kendisine karşı olan yakın davranışlarından cesaret alarak “Monsieur, sizin de gördüğünü gibi, ben sizin hizmetkarınızım. Nasıl olur da ders alabilirim ki?” dedi.

    “Louis Marchand’ı hiç duydun mı?”

    “Ah, Monsieur, onu Paris’de kim duymaz ki?”

    “Yarın Versailles’da onunla konuşup sana ders vermesini sağlayacağım.”

    “Ama Monsieur, ben bir hizmetçiyim. Neden bana böylesine büyük bir iyilikte bulunuyorsunuz?”

    “Gözlerinin hatrı için...” dedi Antoine. “Şimdi git, işlerini hallet. Hala bana hizmet ediyorsun unutma. İşlerden kaytarırsan, ne sana ders aldırırım ne de burada barınabilirsin.” dedi. Antoine’ın o sevecen hali gitmiş, sanki karşısında bir askerle konuşmuyormuş gibi davranmaya başlamıştı. Hizmetçi kız da korkudan odadan hızlıca çıkıp gitmişti.

    Ertesi sabah, Antoine, Marchand’nın yanına gidip ona olanları anlattı. Marchand, Antoine’ın aşık olduğunu anlamıştı. Her ne kadar, Antoine, Marchand’ın dinsizliğinden ve davranışlarından çoğu zaman tiksinse de, bu iki zıt kutbu müzik bir araya getiriyordu. XIV. Louis’yi patavatsızlıklarıyla sinirlendiren Marchand’ı, çoğu zaman koruyan Antoine oluyordu. Marchand da her ne kadar narsizmin uçlarında gezse de, yaptıklarından ötürü Antoine’ı hiç kırmaz ve ona arkadaşlık ederdi. Elinden geldiğince de, bu soylu arkadaşını üzmemek için, Antoine’ın yanında ölçülü davranırdı.

    Ama bu sefer Marchand, Antoine’ı korumak zorundaydı. Antoine’ın hizmetçi bir kızla aşk yaşadığı dedikodusu eğer kralın kulağına giderse, Marchand, Antoine’ın himayesini kaybetmiş oalcaktı. Zira, bir hizmetçiyle bir soylunun aşk yaşaması olacak iş değildi.

    “Ateşle oynuyorsun Antoine. Ölümden korkmadığını, savaşta her zaman en önde olduğunu biliyorum ama bu kadar cesaret seni ölüme götürür.” dedi Marchand.

    “O halde seninle bir iddiaya girelim Marchand. Kumar oynamayı seviyorsun.”

    “Ne tür bir bahis bu?”

    “Bahse varım ki, Marchand, o kadar yetenekli bir müzisyen ki adeta müziğin Sokrates’i. Bu sebeple yine bahse varım ki, tıpkı Sokrates’in bir köleye geometri problemi çözdürebilmesi gibi sen de bir köleye klavsen öğretebilirsin. Ne kaybedersin ki? Aksine yetenekli öğrencin senin ününe daha da çok ün katacak.”

    Egosu okşanan Marchand, her ne kadar arkadaşının aldığı bu riskten korksa da ününü arttırabileceği için öneriyi kabul etti.

    “O halde, Marchand, benim sevgili dostum, yarınki baloda detayları görüşürüz.” dedi Antoine ve Marchand’ın odasından ayrıldı.


    not: devam edecek.

    not 2: word'den yapıştıdığım için harf sorunları olabilir.
    0anket 
  15. --neyse artık---

    “Bir iskemle çek otur Çetin” bu cümle kulaklara nüfus edene kadar geçen süre zarfında iki mektup vardı. Kimsenin açıp okuyamadığı. Karşı kaldırımda salınarak giden kızın etek boyuna bakan karşı tribün, benim kıza olan yoğun fanatik duygularımdan habersiz rüzgar duasına kalkıştılar. Ettikleri her dua gibi bu da havada kaldı. Ben iskemleye oturdum, sevgim yumru gibi içime.
    Çaylar geldi önce, sonra Fatih. Kasabanın tek ve işlek olmayan caddesindeki çay ocağında içilen çayların demi havaya ters orantılı. Hava açık, çaylar kangren olmuş tavşan. Muhabbet ise çaya paralel, koyu. Mahir abi istemeden tazeliyor çayları. Çocukluğumuzu da bilir, huylarımızı da. Salınarak giden kızın yüzündeki tebessüm, hafızaya kazınmış. Gökyüzünde iki güneş beliriyor sanki. Doğurganlık cinselliğe bağlı değil, umut doğuyor içimde. O gözlerin kapsama alanına girmiş olmak, bu da yetmezmiş gibi gönderilen o tatlı tebessüm. Tanrı’nın varlığına bir kez daha tanık oluyorum. Kötü durumlar olduğunda Allah’ım diye yalvaranlardan değilim. Varlığını, kızın yüzündeki gamzeleri teyit edercesine.
    Caddenin köşesinde tekrar beliriyor güneş. Efes tabelasına “n” harfi eklenmiş, logosu o kız. Enfes! Mahir abi göz hizamdan nereye baktığımı anlayarak “akşam için nevale al, birazdan kapatır çınar ağacına gideriz” diyerek artık hamle yapmam gerektiğini ima ediyor. Onların devrine yetişemedik, kasabada ne çeşme var ne de başı. Ki baş kısmıyla ilgilenenler, orada birikenler. Neyse. İskemleden kalkıp önce karşı kaldırıma oradan da seri adımlarla Köşe Tekel Bayii’ne doğru yol alıyorum. Alt sıralardan lige tutunan takım gibi yavaş yavaş yükseliyorum. Ben hedefe ulaşana kadar gözden kayboluyor kız. Kız Buse.
    O günden sonra görmüyorum Buse’yi. Taşındıklarını duyuyorum, o son gördüğüm günün ertesi. Başlamadan biten devir aşklarına yenisi ekleniyor. İstikrar sahibiyim, ben hala Mahir abinin çay ocağındayım. Ne gülüşü gitti aklımdan, ne de o son görüşüm. İsmine denk gülüşüyle hem hafızaya kazındı, hem gönüle. On parmağında, on marifet.
    Geç kaldım affet.
    Eyvallah.

    bir hikaye de benden 21 Nisan 2014
    #145690 sekertv | 6 yıl önce
    0anket 
  16. öncesi:



    Rosalie, bütün gün sabırsızlıkla Antoine’ın dönüşünü bekledi. Antoine sayesinde hem ilk defa aşk denen gizemli ülkeye adımını atmış, hem de bir hanımefendi olmaya ilk adımını atmıştı. Antoine’ın kendisine olan sevgisinin azalmaması için de işlerini aksatmamak için çaba harcamıştı. İlk başta sadece hizmet etmek zorunda olduğu için evin işlerine bakıyorken, şimdi sevdiği adam döndüğünde ona düzenli ve güzel görünen bir ev göstermek için çalışıyordu. Bu durum baş hizmetçi Carmen’in de dikkatini çekmiş ama efendisi gelene kadar sessiz kalmasının iyi olacağını düşündüğünden Rosalie’ye pek bir şey belli etmemişti.

    Nihayet akşam olduğunda tüm hizmetçi kadrosu arabasından inen Antoine’ı karşılamak için kapıya dizildi. Antoine içeri girerken Rosalie’nin önlüğünü gizlice çekti ve bıraktı. Rosalie mesajı almıştı. Akşam yemeğinden sonra müzik odasında buluşacaklardı. İçi içine sığmıyordu.

    Antoine akşam yemeği yerken, Rosalie, odasında dört dönüyordu. Nihayet hizmetçilerin masayı toplaması gerektiği anlamına gelen zili çaldı Antoine ve müzik odasına gitti. Rosalie de odasından çıkıp müzik odasına gitti.

    Rosalie, kapıyı açtığında Antoine yine doğaçlama bir şeyler çalıyordu. Antoine, Rosalie’nin geldiğini görünce “Güzel haberlerim var. Marchand, sana ders vermeyi kabul etti. Ama sırrımızı saklamak için epey bir oyun oynamam gerekecek.” dedi, klavseni çalmaya devam ederken. Rosalie sevinçten ne yapacağını bilmiyordu. Efendisinin yanına çömelip klavseni dinlemeye başladı.

    “Bu arada adın ne senin?”

    “Rosalie...”

    “Rosalie demek... Ne güzel bir isim...”

    Antoine klavseni çalmayı bıraktı ve odadaki kanepeye uzandı. Rosalie de yanına gidip yanına çömeldi ve kollarıyla Antoine’ı sardı. Uzun bir süre öyle kaldılar.

    Sonra, nedense, Rosalie içinde tuhaf bir şey hissetti. İlk defa böyle bir hisse kapılmıştı. Ayağa kalktı ve eğilerek dudaklarını Antoine’ın dudaklarına yapıştırdı. Uzun bir süre birbirlerini öpüp koklaştılar. Ta ki Rosalie’nin eli Antoine’ın vücudunun alt bölgelerine gidene kadar...

    “Ne yapıyorsun?!”

    “Yapmayacak mıyız?”

    “Hayır! Sen delirdin mi? Evli değiliz henüz.”

    “Ama evlenmeyecek miyiz?”

    “Bilmiyorum...”

    “Olsun... Yine de seninle bir olmak istiyorum.”

    “Olmaz! Evlenmediğim kişiyle tek vücut olmam ben! Hem sen Tanrı’ya inanmıyor musun? Böyle bir şey yapmamızın günah olduğunu bilmiyor musun?”

    “Ama soylular çok kafaya takmıyorlar böyle şeyleri.”

    “Ben Tanrı’yı seven ve Tanrı’dan korkan biriyim Rosalie. Keşke sen de öyle olsaydın. Şu an tiksindiğim Versailles kadınlarından çok da farkın kalmadı. Onlar da senin gibi evliliğe önem vermiyor. Zevklerinin ve arzularının peşinde koşuyorlar. Bugüne kadar neden evlenmedim zannediyorsun?”

    “Özür dilerim... Ben seni mutlu etmek istemiştim...”

    “Özür dilemesi gereken benim. Sadece güzel yüzünden ötürü seni aradığım aşk zannetmiştim. Ama soylu ya da serf arasında çok da fark yokmuş. Senin sayende anladım. Anlaşılan o ki, en başından beri ikimizi de bir hataya sürüklemişim.”

    Rosalie, ağlamaya başladı. Koşarak müzik odasından çıktı ve odasına gitti. Antoine da Tanrı’dan merhamet dilenmek için dua odasının yolunu tuttu.

    İkisi için de zor bir gece olacaktı. Antoine “Bir dahaki sefer aynı hatayı yapmam umarım” diye yatağının üzerinde düşünürken uyuyakaldı. Ama Rosalie’yi uyku tutmuyordu. Gündüz, belki de dünyadaki en mutlu insandı. Ama bu mutluluğu saman alevinden bile kısa sürmüştü. Artık bu evde kalamazdı. Ama başka hangi efendi ona Antoine kadar iyi davranacaktı ki? Buradaki herkes Antoine’ın aile üyesi gibiydi. Hizmetçiler Antoine’ı gerçekten sevdikleri için saygıda kusur etmiyorlardı. Ama diğer efendilerin hizmetçileri türlü işkenceler sebebiyle saygı duymak zorunda kalıyorlardı.

    Rosalie, bir yol bulamayacağına emin oldu. Geceliğini değiştirmeden ormana gitti ve kendisini gölün sularına bıraktı.

    Sabah olduğunda, hizmetçiler uyanan efendilerini karşılamak için sıraya girdiler. Ama Rosalie ne odasındaydı, ne de hizmetçilerin yanına gelmişti. Antoine odasından çıktı ve aşağı indi. Hizmetçilere bakarken Rosalie’nin aralarında olmadığını gördü.

    “Carmen, bir kaçağımız var galiba?”

    “Evet Monsieur... Rosalie’yi bu sabah bulamadık.”

    “Peki...”

    “Kaçıp gitti demek...” diye düşündü içinden. Kimse onun intihar ettiğinden şüphelenmediğinden onu aramak da kimsenin aklına gelmedi.



    _____________________________

    devam edecek.
    7anket 
  17. öncesi:



    Antoine, Versailles’a ulaştığında onu bir serf karşıladı.

    “Majesteleri kral hazretleri sizi bekliyor, mareşal.”

    Serfin öncülüğünde Versailles’ın koridorlarını dolanarak kralın odasına ulaştılar. Antoine, kralın karşısında diz çöküp onu selamladı.

    “Hoş geldin Antoine. Seninle konuşmak istediğim şeyler var.”

    “Dinliyorum majesteleri.”

    “Serflerinden Rosalie geçen gece intihar etti.”

    Antoine, şaşırdı. Söyleyecek söz bulamadı. Kendini toparladı ve “Ben de kaçtığını düşünmüştüm.” dedi.

    “Aranızda ne geçtiyse geçti. Artık önemli değil. Adamlarım halletti. Paris’te kimse dedikodusunu yapamayacak bu olayın merak etme.”

    “Siz nasıl bildiniz?”

    “Şimdilerde Konstantiniyye denilen şehirdeki padişahın sarayında bile casuslarım var.”

    “Beni neden izletme gereği duydunuz?”

    “Senin güvenliğin için elbette. Defalarca canımı kurtardın. Her ne kadar otoriter birisi olsam da ben de insanım. Hiç dostum olmasa da, arada sırada bazı insanları diğer insanlardan daha üstte tutuyorum. Elbette bana ihanet etmedikleri sürece.”

    “Size asla ihanet etmem majesteleri.”

    “Biliyorum, biliyorum.”

    “Bu arada, lütfen yanlış anlamayın ama, adamlarınız Rosalie’yi intihar ederken gördüyse neden müdahale etmediler?”

    “Onlar sadece izlerler. Sadece çok gerekliyse müdahale ederler. Şanslısın ki, dün gece uyku tutmamıştı beni. Bahçelerde gezinirken istihbarat subayı da olay hakkında beni bilgilendirdi. Ben de kızın cesedini gölden çıkarıp gömmelerine ve ailesine haber vermelerini istedim. Elbette ki tüm hizmetçilerinin bir listesi de istihbaratta olduğundan aile evini bulmak zor olmadı. Ama ailesi öleli 10 sene olmuş. Bu sebeple de kimsesizler mezarlığına gömdürdüm.”

    “Keşke evimin bahçesine gömebilseydim.”

    “Antoine, artık Rosalie’yi unut. Sen benim en iyi subaylarımdansın. Melankoliye kapılmamanı emrediyorum. Seni bir hizmetçi yüzünden kaybetmem acı olur.”

    “Emredersiniz!” diye bağırdı Antoine.

    “Güzel. Ama unutma ki ‘devlet benim’. Eğer olur da melankoliye kapıldığını hissedersem bir sonraki görüşmemiz daha sert bir havada geçer. Olan oldu. Artık bir şeyi değiştiremezsin. Güzel anılarınla Rosalie artık kalbinde yaşasın.”

    “Emredersiniz!”

    “Güzel. Çıkabilirsin, Antoine.”

    Antoine, XIV. Louis’nin emrettiği gibi melankoliye kapılmadı. Zaten Rosalie’nin de soylu kadınlardan bir farkı olmadığını görmek, ona olan sevgisini bir anda silmişti kalbinden. Sadece bir gün için de olsa aşkı tadabilmesi güzeldi. Bu da yeterdi ona.

    Antoine’ın günleri, eskisinden farksız geçiyordu. Arada sırada malikanesinin yakınlarındaki göle bakıp Rosalie’yi anması haricinde.



    Bir tatil günü, malikanesinin yakınlarındaki ormanda avlanırken bağırma sesleri duydu. Atını hızlıca seslerin geldiği yere doğru sürdü.

    Bir grup haydut, bir arabanın etrafını sarmıştı. Yerde de yaralanmış bir adam vardı. Adamın yanında bir kadın diz çökmüş ve ağlıyordu.

    Antoine hiç tereddüt etmeden atını adamlara doğru sürdü. Atına yaptırdığı çevik hamleler sayesinde haydutları kovmayı başardı.

    Kadın tuhaf aksanıyla “Monsieur! Bubamı vurdular! Lütfen iardım edin!” diye bağırdı. Adam omzundan vurulmuştu. Ama sıcak mermi, omzundan aşağı kayıp iç organlarını parçalayabilirdi. Bu sebeple sabit bir şekilde taşınıp arabaya yüklenmesi gerekiyordu.

    “Sakin olun madame. Önce arabaya taşıyalım. Buralarda doktor bulmak güç ama Versailles’dan çok uzakta değiliz. Subay olduğum için oradaki doktorlar babanızı tedavi ederler.”

    Endişeli olduğu için kadın söylenilen çoğu lafı anlamadıysa da babasını arabaya taşıası gerektiğini anlamıştı. Adamı dikkatlice arabaya taşıyıp hızlıca Versailles’a doğru yol almaya başladılar.

    Neyse ki mermi adamın omzunda takılı kalmış ve adamın hayatını tehlikeye sokmamış. Doktorlar Antoine’a ve Sofia’ya cerrahi müdahale yapılırken dışarıda beklmeleri gerektiğini söylediler.

    “Şanslısınız madame, kocanıza bir şey olmamış.”

    Bu cümle üzerine, Sofia’nın yüzü kızardı ve “O benim kocam değil! O benim bubam!” dedi.

    “Özür dilerim mademoiselle!" dedi. "Buba" kelimesini şimdi anlamıştı. "Babanız çok genç duruyordu.”

    “Evet, belki sizden 10 yaş büyüktür. Ama Rusya’da insanlar buradakinden çok daha genç evleniyor. Neyse ki çarımız Pyotr sayesinde Rusya da Fransa gibi olmaya başladı.”

    “Demek aksanınız ondan...”

    “Özür dilerim. Çok çabalasam da arada sırada yanlış telaffuz ettiğim kelimeler oluyor.”

    Antoine Sofia’nın yüzünü incelemeye başladı. Sarı saçları, mavi gözleri ve beyaz teniyle Fransa’daki herhangi kadından pek de bir farkı yoktu. Ama saçları adeta altından yapılmıştı. Daha önce bu kadar parlak sarı saçlı bir kadın görmemişti. Gözleri de daha önce hiç görmediği tonda bir maviydi. Bembeyaz teni, kadını sanki ölüymüş gibi gösteriyordu.

    “Monsieur?”

    “Özür dilerim. Daha önce hiç Rus görmemiştim. Avrupalılardan çok da farklı değilmişsiniz. Sizleri hep Moğollardan ve Türklerden farkınız yokmuş gibi bilirdim.”

    “Evet monsieur haklsınız. Bizi de eskiden Tatarlardan ayıran pek bir şey yoktu. Ama çarımız Sankt-Peterburg’u kurduğundan bu yana biz de Fransızlar gibiyiz.”

    Antoine “çar” kelimesinin ne olduğunu bilmese de kadının her “çar” dediğinde gözlerinin parlamasından “çar”ın onların kralı olduğunu anladı. Sofia, Pyotr’a büyük minnet duyuyor olmalıydı.

    --------

    devam edecek.
    2anket 
  18. öncesi:



    Hem Sofia, hem de Antoine düşünce okyanusunun uçsuz bucaksız denizlerinde yol almaya başladılar. Hem yaşanan olaylar, hem de yolculuk Sofia’yı yormuş olmalıydı ki, koltuğun üzerinde derin bir uykuya daldı. Antoine, pelerinini çıkarıp Sofia’nın üzerine örttü.

    İki saatlik bir bekleyişin ardından nihayet doktorlar odadan çıktı.

    Antoine Sofia’yı uyandırdı ve birlikte odaya girdiler. Sofia, koşarak yatakta yatan babasına sarıldı. Koşarken Antoine’ın pelerinini yere düşürmüştü ama farkında değildi. Antoine yere eğilip pelerini aldı.

    “Şanslısınız Monsieur” dedi Antoine. “Neyse ki haydutlar beceriksizmiş.”

    “Teşekkür ederim Monsieur. Ufak bir yara olsa da doktorlar uzun süre başımda durdu. Burada önemli birisi olmalısınız.”

    “Majesteleri Louis kadar değil.”

    “Ah, evet. Kendimi tanıtmalıydım. Kızımla birlikte Sankt-Peterburg’dan Paris’e gelmiştik. Kızım dışından da olsa Versailles’ı görmeyi çok isityordu. Bu sebeple bir arabacıyla anlaşmıştım. Ama anlaşılan arabacı da hırsızlarla beraber çalışıyormuş.

    “Baba, gerçekten çok özür dilerim. Keşke bu kadar ısrar etmeseydim...” dedi Sofia ağlayarak.

    “Önemli değil, kızım. Bak, işte Versailles’ın içindeyiz.”

    “Senin sağlığından önemli değil.”

    O sırada kapı açıldı. İçeri giren XIV. Louis’ydi. Antoine telaşla kralı selamladı. Sofia da heyecandan ne yapacağını bilemeyince yere kapaklandı ve kral bunun üzerine bir kahkaha patlattı.

    “Mareşalimin misafirlerini merak etmiştim.” dedi Louis.

    “Özür dilerim majesteleri. Size daha erken bildirmem gerekirdi ama benim de telaştan ötürü aklım başımdan gitmiş.”

    “Önemli değil, Antoine. Nasıl olsa bir şekilde haberim olurdu. Haydutlardan kaç tanesini yere serebildin?”

    “Özür dilerim, majesteleri. Ama saymak aklıma gelmedi.”

    Louis, güldü ve “Tam dört tane, ama hepsi de yaralı.” dedi.

    Antoine, Rosalie öldüğünden beri bu casusluk meselesi yüzünden rahatsızdı. Her yerde izlenildiği düşüncesi zaman zaman sinirlerini bozuyordu. Ama ne kadar dikkatli olsa da casusların yerini bir türlü belirleyemiyordu.

    “Majesteleri casus ağınıza hayranım. Ama bir yandan da korkuyorum.”

    “Havada uçan mermilerden, kılıçlardan korkmayan Mareşal Antoine d’Ailly, eğer kralına ihanet etmiyorsa benim casuslarımdan neden korksun?” dedi Louis, gözlerini Louis’nin gözleri üzerinde sabitleyerek.

    “Ben size asla ihanet etmedim majesteleri. Etmeyi de düşünmüyorum. Ama ya içlerinden birisi size ihanet ederse?” dedi Antoine, kendinden emin bir biçimde.

    Merak etme, bunun da önlemleri alındı.” dedi Louis. Ardından yatakta yatan yaralı adama baktı ve “Neden General Kotchoubeï’yi evinizde misafir etmiyorsunuz? Elbette ki askeri sırlarımızı açıklamamanız kaydıyla, siz iki askerin iyi vakit geçireceğini düşünüyorum.” dedi.

    İsminin geçtiğini öğrenince General Semion Kotchoubeï korktu. Gerçekten de, dedikodularda anlatıldığı gibi, XIV. Louis her şeyi biliyordu.

    Semion Kotchoubeï, Tatar kökenli bir Rus generaldi. Çar Pyotr’un başlattığı modernleşme hareketi sonrasında çoğu Rus asil gibi Fransa’ya gelmişti. Ama eşi yolculukta başına bir şey geleceğinden korktuğundan Sankt-Peterburg’u terk etmek istemedi. Kızı Sophia ise evdeki herkesten daha hevesliydi bu seyahate. Kitaplarda gördüğü her şeyi görmek istiyordu. Ama özellikle de Versailles’ı. Ne yazık ki, Rus general Versailles’a herhangi bir şekilde davet edilmemişti. Bu sebeple kızıyla sadece Versailles’ın çevresini dolaşmak istemişti. Ama başına gelenlerden sonra da pişman olmuştu.

    “Mareşal ekselansları, biz size yük oluruz. Zaten Paris’teki otel odamız bize yetiyor.” dedi Semion. Ama Louis onunla aynı fikirde değildi. Rusya, onun gözünde Fransa’ya taklit etmeye başlayan küçük bir çocuktu. Ağaç yaşken eğildiğinden, Louis de bu taklitçi minik çocuğu erkenden kafese almak istiyordu.

    Louis, sert bir üslupla,“Hayır general! Mareşalime çoktan emri verdim. Onun konuğu olacaksınız. Merak etmeyin, sizi öldürmek niyetinde değiliz.” dedi. Kapana giren kuşu kaçırmak istemiyordu.

    Louis, Antoine’a döndü ve “Konuğumuzu iyi ağırla, Rusya’ya güzel anılarla dönsün.” dedi ve odadan çıktı.

    Antoine, generale gülümseyerek “Artık benim esirimsiziniz general” dedi. Neyse ki general Antoine’ın şaka yaptığını anlamıştı da ortamdaki gergin hava yumuşamıştı.

    Semion, “Anlaşılan bu ülkede beni Paris’ten çok daha ötesi bekliyormuş. Bu kadar macera yaşayacağım hiç aklıma gelmezdi.” dedi. Babasının mutlu olduğunu gören Sofia da mutlu olmuştu.

    Antoine, “Ben gerekli emirleri vereceğim. En kısa sürede bu küçük odadan çıkacaksınız.” dedi ve odadan ayrıldı.

    “Bana, inanabiliyor musun? O adam senden daha genç ama bir mareşal!” dedi şaşkınlıkla. Semion da şaşkınlığını gizleyemiyordu. “Gerçekten de ilginç, daha neler göreceğiz bakalım. Bu arada baban bu kadar hızlı mı gözünden düştü?” dedi Semion. Sofia, Semion’un sorusuna, sarılarak yanıt verdi:

    “Benim emirlerini dinlediğim tek bir general var.”


    yazarın notu: yaz yaz bitmiyor, ne hikayeymiş böyle. ama güzel bir deneyin içindeyim.
    0anket 
  19. öncesi:



    Üzerinde d’Ailly ailesinin arması olan araba, d’Ailly konağına girdi. Bahçede Antoine ve hizmetçi ordusu yeni misafirlerini bekliyorlardı.

    d’Ailly ailesinin emektar uşağı Alain, arabanın kapısını açtı ve önce Sofia, ardından da Semion indi. sofia, Hayatında ilk defa bir Avrupalı soylunun evine misafir olacaktı. Bir yandan heyecanlı olsa da, bir yandan da korkuyordu. Ya gerçekten de bu soylular dinsiz ve ahlaksız kişilerse? Gerçi Antoine hala şövalyelik erdemlerini üzerinde taşıyor gibiydi ama yine de içinde bir korku vardı.

    “Hoş geldiniz, mademoiselle, monsieur.” dedi Andre, şapkasıyla selam vererek. Avdayken üniforması üstünde değildi, ama anlaşılan başka bir askeri evinde ağırlayacağı için olsa gerek, saygısından üniformasını giymişti. Sofia, beyaz üniforması içinde Antoine’ı görünce donup kaldı. Hayatında ilk defa bir erkeği böyle etkileyici bir üniforma içinde görüyordu. Şaşkınlık içinde olan sadece Sofia değildi, Semion da hayatında ilk defa böyle etkileyici bir üniformaya sahip bir subay görüyordu. Kendisinin koyu lacivert üniforması Antoine’ın üniformasının yanında çok sönük kalıyordu. Sanki bir mareşalin evine değil de, bir kralın evine konuk oluyor gibi hissediyordu.

    “Üniformanız olağanüstü, mareşal.” dedi Semion. Antoine gülümsedi ve “Bu üniformayı beni mareşal olarak görmek istemeyen yaşlı meslektaşlarıma borçluyum, general.” dedi. Semion’un şaşkınlığı daha da arttı.

    Sofia ise Antoine’ı üniformasıyla gördükten sonra, rahat edemedi. Üniformasıyla birlikte Antoine’ın şövalye imajı tamamlanmış gibi görünüyordu. Bir babasına bakıyor, bir Antoine’a bakıyor ve anlatamayacağı hislere kapılıyordu.

    Antoine, eliyle misafirlerini içeri buyur etti. Semion’un omzu hala ağrıdığı için biraz ağır adımlarla konağa girdi. Antoine bunu fark ederek “Eğer dinlenmek istiyorsanız general, şimdiden odanıza geçebilirsiniz. Odalarınızı, eğer sizin için sorun değilse, doğu kanadında ayarladım. Batı kanadındaki odalar çalışma odası ve kütüphane olarak kullanıldığı için rahat edemeyeceğinizi düşündüm. Eğer hizmetçilerle aynı bölümde uyumak sizin için sorun olacaksa hizmetçi odalarında bir düzenleme yaptırabilirim.” dedi.

    “Gerek yok mareşal. Kızım Peterburg çocuğu olduğu için pek bilmez ama benim büyüdüğüm evde biz serflerle birlikte tek bir odada yaşardık. Benim için sorun olmaz ama Sofia’ya bir sorsak iyi olur belki.” dedi Simeon. Sofia da başını aşağı indirerek “Hayır baba, sorun olmaz.” dedi. Üniformasının içindeyken Antoine’a bakma cesaretini gösteremiyordu. Hem Simeon, hem de Antoine, Sofia’nın bu davranışına şaşırsa da çok üzerinde durmadılar.

    Antoine, hizmetçilerini çağırıp misafirlerini odaya gönderdi. Carmen’e akşam yemeği için gerekli talimatları verdikten sonra müzik odasına çıktı.
    0anket 
  20. öncesi:



    Akşam yemeğinden sonra Antoine, Semion ve Sofia müzik odasına doğru yürümeye başladılar. Antoine, Semion’un koluna girmişti ve bu durum Sofia’nın daha önce hissetmediği bir şey hissetmesine sebep olmuştu. Babasının yerinde kendisinin olmasını mı istiyordu, yoksa birbirinden ayrı iki ülkenin iki generalinin birbirlerine bu kadar dostça davranması mı ilginç gelmişti bilemiyordu. Bir duygu karmaşası içindeydi. Antoine’ın konağına yerleşene kadar Paris onun için güzel kıyafetler, güzel yemekler, güzel evlerden oluşan bir şehirdi. Ama şimdi daha önce yaşamadığı ilginç duygularla iç içeydi. Bu duygu karmaşası kalbine oturuyor, ona ağır bir yük gibi geliyordu. Ama yine de elinden geldiğince hislerini belli etmemeye çalışıyordu.

    “İşte geldik general, biraz daha sabredin.” dedi Antoine müzik odasının kapısını açarken. Sofia, daha önce hiç görmediği bir manzarayla karşılaştı. Odanın bir ucunda klavsen duruyor, diğer ucunda ise bir yatak duruyordu. Odanın duvarlarının dörtte ikisini bir duvarlık kaplıyor ve bir duvarın hem üstünde hem de dibinde çeşit çeşit enstrümanlar duruyordu. Ayrıca konuklar için de üç koltuk ve bir kanepe yer almaktaydı. Antoine, Semion’un kanepeye uzanmasına yardım etti. Sofia da babasının yattığı kanepenin yanındaki koltuğa oturdu. Antoine bir dolaptan şarap şişesi çıkarttı ve doldurup konuklarına ikram etti. Ardından klavsenin başına oturup Louis Marchand’ın bestelerinden birisini çalmaya başladı. Hem müziğin hem de şarabın verdiği dinginlikle Semion uykuya daldı. Her ne kadar bir general olsa da, yabancı bir ülkede yaşadığı macera onu yormuştu.

    Sofia ise gözlerini Antoine’da alamıyordu. Sanki hayallerindeki erkek Antoine’dı. Ama bir yandan da ona karşı olan hislerini çok belli etmemeye çalışıyordu. Sonuçta er ya da geç babasıla birlike Rusya’ya dönecekti. Hem kalbi hem de aklı çok yorgun düştü. O da babası gibi oturduğu yerde uyuya kaldı. Antoine, Klavsen çalmayı bırakıp, sessizce odadan ayrıldı. Hizmetçilere misafirlerin üzerlerine bir şeyler örtmelerini ve onları uyandırmamalarını emretti.
    0anket 
  21. ilk gün
    "hoop müdür ne yapıoon?''
    hiç unutmuyorum, uzun yıllar evvel bana tanıştıktan sonra attığın ilk mesajdı. dünya başıma yıkılmıştı oradan hatırlıyorum çünkü. çok hoşlanmıştım o gece daha önce hiç gelmediğim o şehirde senden. bir kankanı öylesine merak etmiş gibi ''hoop müdür ne yapıoon'' mesajı dünyamı karartmıştı. bu kadar güzel ve dişi bir şeyin parmaklarından böyle bir hitap çıkması da şaşırtmıştı beni orası ayrı konu. açıklamasını, aşkın bize bir elbise hırsızı olduğunu ilk ispat ettiğinde yapmıştın. ''sen de benden hoşlanmış, ama sana o gözle bakmayacağımdan korkmuş aşkın da verdiği el ayak dolanmasıyla bunu yazmışsın'' içimden ve dışımdan sormuştum da laf kaynamış, dudaklar da diller konuşmuştu cevap verememiştin; ''hangi göz'' çünkü seni ilk gördüğümde o kadar çok gözle bakmıştım ki, gözlerim güzelleşmişti. gözlerim güzelleşmişti kızıl kıvırcık saçlarına bakmaktan. ürkek heyecanlı gözlerine bakmaktan. asi ve asil teninden, teslimiyetçi gözlerinden reformcu ve devrimci güzel kalbine kadar görmüştüm ben o ilk gün.

    vedamız
    vedalar elbette ki her bünyede ömürlük tahribatlar bırakır. fakat benim bünyem kadar duygusal bir metabolizmaya sahipseniz daha gerçek üstü hallerde tahribatlara hazırlıklı olmalısınız. hem vedaların hem de daha sonrasının.
    barış manço'nun arkadaşım eşek şarkısını dinleyip hüzünlenecek, hatta bazen ağlayacak kadar duygusal bir maddeden meydana gelen bünyenin tekinden bahsediyorum.
    yıllar yıllar evveli, rüyaların yapıldığı maddeden yapılmış bir insanla olan, yıllarca süren bir ikili yaşamın sonundaydım. şairin dediği gibi bir tel kopmuş bütün ahenk bozulmuştu. bitmesi gerekiyordu artık. benim bünye baya eşeksel bir metabolizma. sadece sevdiğim kadını değil, bütün şehri de terk ediyorum aşkların sonunda.
    o şehir ki nam-ı diğer ankara'dır. ankara'yı bilenler bilir, çiftlik kavşağında otururduk. dinozor manzaralı küçücük bir evimiz vardı yıllar boyu. vedadan sonra binlerce kez uzakta olacaktı binlerce kez dokunduğum ten.

    o erciyes'in en güzel kızını, her gün doğum günü kızı ilan ettiğime dair şahit gösterebileceğim dinozorun da söküleceği konuşuluyordu yakın zamanlarda.
    o dinozor ki, içerken efkarlanacak bir şey bulamaz, onun üşüdüğüne efkarlanırdık. hatta onun yalnızlığına üzülüp kar topu oynamışlığımız bile olmuştu.
    artık nam-ı diğer ankara'da onu dayanılmaz sinüs ağrılarına tek iyi gelen ilaç baş masajı ve kitap okuyarak uyuttuğum geceler olmayacaktı. gece yan yana uyuyan biz değilmişiz gibi sabah hasretle birbirini öpen biz olmayacaktı.
    arabayı kocatepe'ye park edip, selanik caddesine de yürüyemeyecektik. ben kesin gün içinde bir eşeklik etmiş olurdum. ama yolda surat asarsan, yolun ortasında barış manço taklidi yapmakla tehdit ederdim onu. veya ben ona kahirliysemve hemen barışmazsam, müjde ar filmindeki ayı kız dansı yapmakla tehdit ederdi beni. işte onlar bir daha hiç olmayacaktı nam-ı diğer ankara'da.
    selanik'ten kızılay, maltepe üzerinden, tandoğan'a el ele yürümelerimiz olmayacaktı.
    bahçeli'nin uzun çınarlı sokaklarının hafızasında bile eskiyecektik artık. o çınarlar ki, sohbet etmek isteyene hem deniz olur hem martı ankara'da. eğer gerçekten iyi bir aşıksanız, yakamoza bile dokunabilirsiniz kulaklarınıza yapraklarının hışırtılarında.
    sarhoş olunca diline dolanan ankara havaları olmayacaktı. ''ali dayı ali dayı, bi gecede yidin tarlayı dayı''

    akşamları odtü'de ki bitmek bilmeyen seminerleri kırıp, kah ormanda, kah çimenlerde, hazırlık bebeleri gibi, kırmızı şarap eşliğinde sevişmelerimiz olamayacaktı.
    yine şairin dediği gibi,
    içinde biriken zehir
    sadece kendini öldürecektir,
    bir hançer gibi çekersin sevgini,
    onu ancak öldürmeye yarar
    uçarı kuşu sevdanın, alıp başını gitmiştir
    düşlerinde bir çocuk hıçkırır
    gece camlara sürtünürken


    veda gününün öncesinde haftalarca konuşmadan neden bitmesi gerektiğini anlatmıştım. sonunda o da anladı. vedalar benim bünyemde nüklüeer patlama gibi bir tahribat yaratıyor. genelde vedalaşmamayı tercih ederim bu yüzden. lakin o aşk bir veda anısı ve bedelini hakketmekteydi.
    aşti'ye geldik. o gün ben mi aşti'nin üzerindeydim, yoksa, tonlarca demiri, betonu, insanıyla aşti'mi benim üzerimdeydi bilmiyorum. bendeki hiçbir izi sonsuza dek silinmeyecek güzel insan bir sürü şey söylüyordu. bense içimden bir attila ilhan ayeti okuyordum üst üste.

    açılmış sarmaşık gülleri
    kokularıyla baygın
    en görkemli saatinde yıldız alacasının
    gizli bir yılan gibi yuvalanmış
    içimde keder
    uzak bir telefonda ağlayan
    yağmurlu genç kadın

    rüzgâr
    uzak karanlıklara sürmüş yıldızları
    mor kıvılcımlar geçiyor
    dağınık yalnızlığımdan
    onu çok arıyorum onu çok arıyorum
    heryerinde vücudumun
    ağır yanık sızıları
    bir yerlere yıldırım düşüyorum
    ayrılığımızı hissettiğim an
    demirler eriyor hırsımdan

    ay ışığına batmış
    karabiber ağaçları
    gümüş tozu
    gecenin ırmağında yüzüyor zambaklar
    yaseminler unutulmuş
    tedirgin gülümser
    çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var
    çünkü ayrılık da sevdâya dahil
    çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili
    hiç bir anı tek başına yaşayamazlar
    her an ötekisiyle birlikte
    herşey onunla ilgili

    sanmıştık ki ikimiz
    yeryüzünde ancak
    birbirimiz için varız
    ikimiz sanmıştık ki
    tek kişilik bir yalnızlığa bile
    rahatça sığarız
    hiç yanılmamışız
    her an düşüp düşüp
    kristal bir bardak gibi
    tuz parça kırılsak da
    hâlâ içimizde o yanardağ ağzı
    hâlâ kıpkızıl gülümseyen
    -sanki ateşten bir tebessüm-
    zehir zemberek aşkımız

    en güzel birliktelikler bile yozlaşabilir. fakat hiçbir ayrılık ve de veda yozlaşıp dejenere olmamalıdır.

    bahar'a azıcık girilen günlerdeydik. güney'de bir kumsalda buldum kendimi. suriye'li çocuklar su satıyorlardı. onlarca israrlarına direndim almadım. aralarından bir tanesi ''allah seni sevdiğin ablaya kavuştursun'' demez mi? bütün sularını aldım. bir tanesi daha aynı taktiği kullandı yine direndim. en son cebimdeki bütün parayı verdim onlara. su da istemediğimi söyledim. sığdıracak yerim yoktu o suları. sığdıracak bir gezegenim yoktu kendimi. aralarından yağız bir erkek çocuğu, parayı suratıma fırlattı ağlayarak gitmeye başladı. bu bir film sahnesi değildi. bizzat yaşadım. koşa koşa gittim sarıldım ona. bir daha vatanını göremeyecek olanların öksüzlüğü, hiç bir öksüzlük ya da yetimliğe benzemez. fakat her vedadab, her göz yaşından, hatta her savaştan yaşam yeniden bir hakikatle patlar. yaşam inadına fışkırmaya devam edecek.
    #162069 memosh usta | 5 yıl önce
    5anket 
  22. 1916 yılı güneşli bir mayıs sabahıydı. Hemen üst tarafımızda oturan amcamların kapısında bulunan bahçedeki domateslere doğru yöneldim, bir tane dalından aldım. Sonra dedemlerle yan yana olan evime doğru domatesi ısıra ısıra koşarak gittim. Kapıdan içeri girmek üzereyken dedem tek katlı evin kapısının orda kendisi tabureye oturmuş, bana da tabure çekerek yanına çağırdı. “Gel, otur hasan.” dedi. Dedemin adı da Hasan’dı. Beni her gördüğünde askerlik anılarını anlatıp anlatıp dururdu. Zor şartlar altındaki mücadelesini sanki cephedeymişçesine anlatıyordu. Belli etmemeye çalışsam da dinliyor gibi yapıyorum ama sıkılıyordum. Bir müddet sonra “hasan!” diye bir ses duydum, çok mutlu oldum. Arkadaşım Turgay en tepedeki evinden bana doğru seslenerek koşuyordu. Turgay’la her gün görüşüyor, her gün ormanın içinde taştan yapılmış eski bir ahırda plan yapıyorduk.



    not: devamı gelecek.
    #163566 ooogooo | 5 yıl önce
    0anket 
  23. Bir varmış bir yokmuş... İnsanlardan çok çok uzaktaki bir adada huzur içinde yaşayan bir maymun topluluğu bulunurmuş. Bu maymunlar hayatlarından, düzenlerinden çok memnunmuş. Maymunlar günlük hayatlarında iş birliği için kendilerini üç gruba ayırmışlar ; a, b ve c demişler bu gruplara. A grubundaki maymunların görevi daha küçük topluluklar içerisinde refahı sağlamakmış. Nitekim yemekleri onlar hazırlar, ormanı onlar temizler, onların yerini dolduracak olan c gruplarının eğitimini sağlamakta b grubu maymunlarla iş birliği yaparlarmış . B grubu da hazırlanacak yemekleri topluluğa kazandırırlarmış, kış için odun keser ve yine c grubunun eğitiminde a grubuna destek olurlarmış.
    Hayat tıkır tıkır işliyor, her şey harika gidiyormuş. A grubu da b grubu da c grubu da hallerinden memnunmuş.
    Yalnız bir gün bir maymun meydana gelmiş; ne a grubu ne b grubu ne de c grubunun kabul göreceği gibi değilmiş. Bu maymunun hiçbir becerisi yokmuş bu düzene uyum sağlayabileceği ve bunun dışında farklı bir özelliği daha varmış; sabahtan akşama kadar boş boş oturup mavi gökyüzünü izleyebiliyormuş.
    Diğer maymunlar çok şaşırmışlar, bununla birlikte hiç anlamamışlar... Anlamak için hiç vakitleri de olmamış üzerine düşen vazifeleri yapmaktan. Bu maymuna "hasta" demişler arada da acıdıkları için önüne muz atmışlar, hayatlarına devam etmişler,. E hasta maymun da öyle yapmış. Diğer maymunlar sadece işi olanı yaparken o adada özgürce dolaşmış...
    Günlerden bir gün ,c grubundaki maymunlar oyun oynarken hasta maymuna laf atmışlar, onunla alay edip onu aşağılamışlar. Hasta maymunun da canının çok sıkıldığı bir günmüş o gün. Yapmaması gerektiğini bildiği halde onlara karşılık vermiş, onların düzeniyle alay etmiş.
    C grubu maymunlar aynı öğrendikleri gibi hemen gitmiş b grubuna şikayet etmiş hasta maymunu.
    Düzeni bozmaya yönelik laflar etti yargılansın, demişler.
    B grubu maymunlar haklı bulmuş c grubunu , demişler, " Tamam ama ona kendini savunma hakkı tanıyalım. " ve gururlu bir şekilde eklemişler "Medeniyetimiz bunu gerektirir. "

    Haftanın son günü toplanmış tüm maymunlar. Hasta maymunu önce yargılayacak sonra gereğini yapacaklarmış.
    B grubundan bir maymun demiş " Anlat bakalım hasta maymun, neden böyle yaptın?"
    Hasta maymun düşünmüş, taşınmış, kimsenin onu anlamayacağını biliyormuş ama son kez denemek istemiş şansını ve en etkili şekilde yapabilmek için bu işi, bir masala dönüştürmeye karar vermiş derdini.
    " Size anlatayım . Bir göl varmış. Bu gölde beyaz, bembeyaz kuğular yaşarmış. Bir gün aralarından beyaz bir kuğu siyaha dönüşmüş. Tüm beyaz kuğular korkmuş, anlamamışlar , anlamadıkları için de suçlamışlar onu. Sen günahkarsın demişler, sen yanlış bir şeyler yaptın. Siyah kuğu çok üzgünmüş. Ben günahkarım demiş, ben yanlış bir şeyler yaptım. Kendini üzmüş siyah kuğu, nefret etmiş kendinden. Göldeki beyaz kuğuları çok seviyormuş ve de onlar gibi olmadığından onların sevgisini kaybettiğini düşünüp bir kez daha üzülüyormuş . Siyah kuğu neyi yanlış yaptığını anlamak için gölde yüzmek yerine bir kere de kıyıda yürümeye karar vermiş . Başta adım atmakta zorlanmış ama yılmamış. Biraz yürüdükten sonra ileride bir şeylerin hareket ettiğini görmüş. Bir de gitmiş bakmış ki bir sürü kuğu ama nasıl? Hepsi farklı farklı. Bazılarının siyah, bazılarının beyaz olduğunu görmüş. Bazılarını ise kendini siyah ve beyaz dışında renklere boyarken görmüş. Çok şaşırmış siyah kuğu, aralarına katılmış. Kimse onu suçlamamış, kimse ona kızmamış. Kendini sevmemesi için neden kalmamış onların arasındayken. Kendini affetmeye başlamış o kuğuların arasındayken. Siyah kuğu nereye ait şimdi? Kendini bildi bileli içinde bulunduğu beyaz kuğulara mı ? Yoksa onun rengindeki kuğuların da bulunduğu topluluğa mı? Kendini sevmekten mi vaz geçmeli? Yoksa sevdiklerinden mi? "
    Hasta maymun masalı bitirince bir umutla etrafındaki maymunlara bakmış. Tüm maymunların uykuya daldığını görmüş. Adanın ufuklarına bakmış, masmavi engin denizden başka hiçbir şey yokmuş. Bir nefes almış, sonra adada serbestçe dolaşırken bulduğu silahla kendini vurmuş. Hasta maymun sonsuz bir uykuya dalmış, adadaki diğer tüm maymunlar uyanmış.
    #176083 imnilaying | 5 yıl önce
    0anket 
  24. ertuğ gediz, bir hayli geç yaşta müziğe başlamasına rağmen geç yaşta da olsa juilliard'a kabul edilmesinin heyacanıyla gitmişti abd'ye. diğer müzik okullarının aksine juilliard'ın yaş sınırı olmaması onun için büyük bir fırsattı.

    her ne kadar büyük bir heyecanla abd'ye gelse de, burada aradığını pek bulamamıştı. amerikalıların klasik müziğe pek ilgisinin olmadığını önceden bildiği için bu konuda çok da hayal kırıklığına uğramış sayılmazdı. onun derdi, türkiye'dekinin aksine kendisiyle aynı düşüncelere sahip insanlarla bir arada olabilmekti. ama aynı fikirde olduğunu zannettiği insanlarla tanışınca, o kişilerle de aslında aynı fikirde olmadığının farkına vardı. bu durum onu biraz hayal kırıklığına uğratmıştı.

    türkiye'deyken sürekli yazıştığı kişiler, aklındakinden çok farklıydı.

    zamanla onların çoğuyla da iletişimini kesti. yine türkiye'de olduğu gibi keman çalışmaktan yorulduğunda tek başına içmeye gidiyor ya da kitaplara sığınıyordu.

    aile mirasını abd'de müzik öğrenimine ayırması, çoğu kişi için aptalca bir fikirdi. ama bu miras sayesinde new jersey-patterson'da bir ev alabilmişti. bu çevrede ise sadece komşusu olan sipos ailesi ile yakınlık kurmuştu. sipos ailesinin annesi manny, zaman zaman ertuğ'dan türk yemekleri için tarif alır ve akşam yemekleri bazen ertuğ'un evinde bazen de sipos ailesinin evinde yenirdi.

    yine de bu durum çok uzun sürmedi. iki yıl süren dostluğun ardından sipos ailesi, vergi avantajlarından ötürü florida'ya göç etme kararı aldılar. ertuğ yine yalnız kalmıştı.

    not: devam edecek.
    2anket 
  25. havanın soğuduğunu, eteğinin büyük kısmını kapatmadığı bacaklarının, sızlamasından anladı, sonbahar geldi geçiyordu demek fark etmeden. karanlık da erken bastırmıştı bugün sanki. ‘bugün ekmek yok bize’ diye düşündü, kaç saat olmuş bir müşteri çıkmamıştı. topuklu ayakkabıları ayağını ağrıtmış, ayakta duracak hali de kalmamıştı. yolun karşısında ki banka biraz oturmaya karar verdi. bir v dekolte ile ortaya serdiği göğüslerinin üzerine montunun fermuarını kapadı, iyice tepeye sıyrılan etiğini aşağı çekiştirdi, saçlarını toplayıp kapüşonu geçirdi başına.

    yola dikkatsizce bırakıverdi kendini, korna basarak gelen şoföre tumturaklı bir küfür savurarak karşı kaldırıma kendini zor attı. bankın köşesine ilişip, bacak bacak üstüne atarak, ayakkabıdan kurtardığı ayağını ovmaya başladı. çantasından, sigarasını ve çakmağını çıkardı. ateşi çakınca hayretle bankta yalnız olmadığını fark etti. bankın öteki ucuna kendi gibi ilişmiş birini gördü. çakmak alevinin bir anlık parlaması ile heykel gibi donuk bir surat, dağınık saçlar, hafif kaykılarak oturmuş bir bedendi gördüğü.

    umursamadan döndü yine öteki ayağını ovalamak için, şu erkekleri hiç sevememişti doğrusu. sever gibi, zevk alır gibi, aşık gibi… yapmayı iyi bilmesine rağmen sevememişti. aptal çocuklar gibiydi hepsi.

    uzun süre herkes sessizce oturdu bankta, adam neredeyse hiç kıpırdamadı. yan gözle adamı izliyordu şimdi kadın, ‘ölmüş falan olmasın?’ dedi içinden. içine bir sıkıntı düştü. dikkatle takip ediyordu. ‘yok yok nefes alıyor’ diye düşündü. ‘hasta mı acaba?’
    vakit te epey ilerlemişti, yorgundu kadın, ‘gidip yatayım’ diye düşünürken, aynı anda ‘merhaba’ dedi kendine şaşarak.

    sanki olağan üstü bir olay olmuşçasına irkilerek, daldığı derin kuyulardan başını kaldırdı adam ve hayretle baktı, onca zaman yeni fark etmişti, kadının orada olduğunu ve kendini takip ettiğini. “merhaba” dedi, karşısındakinin kadın olduğunu ayrıca hayret ederek.

    kadının içine bir kor düştü, hüzünlü bir hikayeye benzeyen yüzün karşısında. “anlatsana” dedi, beklenmedik bir giriş yaparak.

    gülümsedi adam sessizce, sustu. insanın içinde merhamet doğuran bir yüzdü bu. kadınlığın bütün bereketli merhameti ile teselli etmek istediği bir yüz, sanki teselli edebilse kendi hüzünlerine bile çare olacaktı. iyileştirmenin iyileştiriciliği gibi.

    -adın ne senin? dedi aniden adam.
    -hayat.
    -peki senin?
    -…..
    -ama hayat sahne ismim. bir de başkası var pek sevmediğim.
    -…..

    bu suskunluk ve ilgisizlik kadını şaşırtmış, hem de daha çok acıtmıştı içini. ilgiye alışkındı oysa.

    -neden susuyorsun?
    -çünkü sadece susmayı biliyorum, tek tesellim bu. kendi sesimden dahi olsa gerçekleri duymamak. diye cevap verdi adam.
    - başka teselliler bilmiyor musun diğer erkelerin bildiği?
    -mesela? dedi adam.
    -ben bedeninden başka paha edecek bir şeyi olmayan bir fahişeyim. dedi kadın.

    hayat tek bir teselli etme biçimi biliyordu, vücudunu sunmak. susmak diye bir teselli duymamıştı. ruhunun para etmediğini, sadakatin beş para etmez bir şey olduğunu, akıl, değer, onur vesairenin modası geçmiş, anlaşılmaz eski mezar yazıları olduğunu çoktan öğrenmişti.

    hiç şaşırmadı adam. 'hepimiz bir şeylerimizin fahişesiyiz hayat.' dedi ve elini tuttu.

    adamın bütün sustukları elinden damarlarına karıştı ve içine aktı kadının, unuttuğu bir yerlerde bir şey kıpırdadı, ilk defa biri ile sarılmak istedi, kendine aç köpekler gibi bakan gözlerden nasıl kaçmak istiyorsa, bu susan adama koşmak. öyle yan yana kim bilir kaç zaman oturdular. herkes içinden bir dünya kurdu oradan kedine, kendini yaşadı içinde kimse bilmeden.

    adam sessizce banktan kalktı ve karanlığa doğru yürümeye başladı. hayat bir elinde topuklu ayakkabıları, o şuh kıyafetleri ile komik denecek kadar alakasız bir masumlukta, arkasından koştu.

    -beni de götürsene.

    adam döndü, hiç bir şey demeden baktı sadece bir müddet, öylesine çarşı pazarda görüp te düşünmeden aldığın, ama eve gelince nereye koyacağını bilmediğin, bir yere yakıştıramadığın bir bibloya bakar gibi.

    'ben gerçek değilim hayat' dedi adam ve devam etti. ‘ben senin hayalinim, ben kendimin bile rüyasıyım.' öptü ve karanlığa olmak istediklerine varlığını feda edercesine yürüdü.

    hayat, bir süre bakakaldı ardından ve o da olmak istediklerinden aslında olduklarına doğru yürüdü. ayakkabılarını giydi, montunun fermuarını açtı, saçlarını savurdu. şimdi her şey olması gerektiği gibiydi.

    arkasından bir ses duydu, sanki biri seslendi. … elfida….
    dönmedi, “sen bir fahişesin adın da elfida değil ” diye tekrar etti içinden. tıkırdatarak topuklarını yürüdü.

    kimse görmedi akan rimellerini ve burnunu bir çocuk gibi elinin tersi ile sildiğini.
    2anket