ne intihara götürendir ne de yaşarken ölmektir; hiçbir şey hissetmemenin son noktasıdır. bir süre sonra parmak uçlarınıza kadar hissizleşiyor, sabahtan akşama torbaları mordan siyaha dönmüş göz altlarınızla yatakta kıpırdamadan, hareketsiz durmak istiyorsunuz. hee, belki bu noktada intihar fikri ağır basabilir ama tek başına umutsuzluk intihar sebebi değildir.
bendeki umutsuzluk hissi ortaokul yıllarımda başlamıştı. "Ablamın ideali gibi eczacı mı olayım; idealist olup polis mi olayım; yoksa istediğim şey olan avukatlık yolunda hukuk mu okuyayım?" diye kendi kendime soruyordum. o zamana kadar hiç kedi ölüsü görmemiştim. bir gün yavru bir kedi gördüm. Liseden eve dönüyordum. Bir iki sevdim, okşadım, birkaç tırnak yedim ve eve doğru yürümeye devam ettim. bu kedi en fazla 1 buçuk, 2 aylıktı. bir süre yürüdüm, paçalarıma tutunmaya çalışan bir şeyi hissedip durdum. aynı kediydi. bir süre daha oynadım, oynaştık. sonra gene devam ettim ben. bu sırada "hadi, kışt" diye bir ses duydum ama önemsemedim. o yavru kediyi yakındaki esnaflardan biri kovalamış, o da yola çıkmış. yoldan geçen bir tanker onu paramparça etmişti. tankerin fren sesini duyup dönünce o manzarayla karşılaşmıştım. Anlatmayayım hiç şimdi uzun uzun, az çok hayal edebilirsiniz birkaç tonluk bir aracın en fazla 1 kilo ağırlığında bir hayvanın üzerinden geçmesini.
işte, bende bu olay dönüm noktası oldu. borç verdiğim arkadaşlarıma borçlarını sormamaya, her gün selam verdiğim arkadaşlarıma, yolda karşılaştığım tanıdıklara selam vermemeye başladım. "o kediyi kovalayan esnaf da insandı, çevremdeki herkes de insan" gibi bir genellemeye döndüm. "topunuzu hades lanetlesin" diyerek karamsarlığa düşmüştüm. ablam bir gün beni kenara çekti ve "neyin var?" dedi. "seni ilgilendirmez. git, başkalarının üzerinde acımasızlıklarını yap. ablam yok benim" deyiverdim. bir süre benimle konuşmadı. anneme de demiş sanırım "bu çocuğun bir sorunu var" diye, onu da tersledim (ki annem bana "okulda mı bir sorun var? derslerin mi kötü?" falan diyordu. okulun en iyi 3 öğrencisinden biriydim o zamanlar). ama yılmamış, gidip tam olarak aşık olduğum felsefe hocama da demiş.
bir felsefe dersinden sonra herkes sınıftan çıkınca "bir sonraki dersiniz geometri. hocanızdan izin aldım. benim de bir sonraki dersim 2 saat sonra. beni kantinde bekle" dedi. gittim kantine. o da geldi ve "biliyorum, hiçbir şeye karşı umudun yokmuş gibi hissediyorsun ama bu değişecek" dedi. "benim sorunum beni ilgilendirir hocam, sizi değil. kendi işinize bakın" diyerek bütün dengesiz ergenlik enerjimi kustum kadına. biraz dengesi bozuldu sanırım çünkü değil sınıfta, okulda en sevdiği öğrencilerden biriydim. fiziksel olarka tokat atmışım gibi oldu ona. şimdi fark edebiliyorum onu ne kadar üzdüğümü. bir süre sonra toparladı kendini ve "çevrendeki herkes ne kötü ne de tamamen iyi. bunun farkına vardığında yaşın 25'i geçmiş olacak ve geriye bakıp üzülmeni istemiyorum. ya çevrendeki insanlara karşı umudunu kaybetme ya da hümanizmi biraz daha okuyup ilke edin. başka türlü, bu denli derin bir kırılganlıkla hayatta kalabileceğini düşünmüyorum" dedi. "ben hallederim hocam, başka öğrencilerinizle ilgilenin siz, düşünmeyin beni" dediğimi ve okulun bahçesine çıktığımı hatırlıyorum. teneffüsten sonra da derse girip günü bitirdim ve eve gittim.
yaşım 15'ti o zamanlar. 25'imi geçeli de çok oldu ve ben o zamanki umutsuzluk girdabımda nefes alamazken, aşık olduğum hocamın bana söylediklerini net olarak, etraflıca (kelime anlamıyla; kantinde kimler vardı, hoca bana bunları söylerken mimikleri nasıldı, benim tepkimin şiddetinden sonra çevremdeki garip kızlar nasıl gözlerini pörtletti; hepsini) hatırlıyorum. evet, halâ. umutsuzluk yakanıza çok gençken yapışmışsa, anılarınızı da lekeliyor ne yazık ki; unutamıyorsunuz.
yoktan var olmayan, illa bir dayanak noktası bekleyen duygu. umutsuz olmak için bile bi' dayanağınız lazım ya, sıçayım böyle hayata.
ayrıca, dış etkenlerin yarattığı umutsuzluk halini kırmak mümkün değil. bu dış etkenler üzerinde bir kontrolünüz yoksa (ki çoğu üzerinde yok, biliyoruz bunu. maaşınızı kendiniz artıramıyorsunuz, paranız yoksa ciddi bir sağlık sorununuz olduğunda tedavi olamıyorsunuz, eve 3 kuruş para götürmek için götünü yalamanın kıyısına geldiğiniz üstlerinizin karakter yoksunluğunu gideremiyorsunuz, gençliğinizin katili olan takım küme düşme arifesindeyken taraftar hariç kimsenin kılının kıpırdamadığına gün be gün şahit olmaya devam ediyorsunuz), umutsuz hissetmeye de hakkınız yok gibi oluyor. böyle dönemlerde insanın kendi kendisine kalması korkunç bi' tezatlık yaratıyor: umutsuz hissetmek için neden aradıkça kendinize sarıyorsunuz. "ulan, şurada ben hata yaptım, o yüzden bu durum böyle oldu"ya kadar geliyor kendi kendine tartışmalar. sonunda gene bir neden bulup umutsuzluğu hak etmiş oluyor, o küflü hissi doya doya içinize çekiyorsunuz.
"cehalet mutluluktur." cümlesiyle açıklanabilir bir duygudur. bildikçe, farkına varıyor insan. farkına vardıkça, umudu azalıyor. tecrübe ya da yaşanmışlıklarda, eğer farkına varılırsa, ortaya çıkan histir umutsuzluk.
bir de en çok yanıldığımız durum belirlemelerindendir. umudu olmayanı, direkt umutsuz olarak niteleriz. halbuki ne umudu vardır ne de umutsuzluğu bazılarımızın.