bu başlık kişiye özel bir başlıktır
-
derin bir nefes alalım, aklımızı diğer düşüncelerden soyutlayalım ve aldığımız derin nefesi verelim.
insan neden daha önce sahip olmadığı bir şeyin özlemini çeker hiç anlamıyorum. bir şeylerin özlemini çekiyorum ama adını da koyamıyorum. bilmiyorum belki bugün biraz " ergen " kalktım. ama durum bundan ibaret. bilemiyorum ama bana öyle geliyor ki insan 'büyüdükçe' eksiliyor. Boşuna dünyanın en mutlu insanları çocuklar değil. çok garip bir duygu bu.
etrafımdaki insanlarda çok garip. ilk önce beni yalnız yaşamamaya alıştırıyorlar kısa bir süre sonra yalnız yaşamaya alıştırıyorlar sonra da yalnız yaşamaya alıştığım kimseye kendimi açmadığım için bana kızıyorlar. alışmadık göt de don tutar mı ? tutmaz. ama soramıyorum da ben yalnızlığa alışmadan sen neredeydin diye. adeta benimle dalga geçiyorlar. sinirden gülüyorum.
arkadaşlık falan hikaye benim yaşantımda artık eminim. çünkü insanlardan en ufak bir şey beklemekten vazgeçtim. o beklediğin şey karşılanmayınca mutsuz oluyorsun çünkü. böylesi daha iyi.
bir gün yaşayan , yaşama sebebim artık olmazsa ve merakımı giderir isem , hatırlanmak istiyorum. hatırlanacak bir şey yapmak istiyorum. kim bilir belki neron gibi bir yerleri yakarım.
bunları da utanarak , sıkılarak yazıyorum buraya fakat kendimi yazmak zorunda hissediyorum niye bilmiyorum ama yazmazsam bir şeyler eksilecekmiş gibi geliyor. eksilmek istemiyorum.
bugün fazla mı ' ergen ' kalktım acaba ? -
" ayyy yazdı yine klavyesini siktiğimin, depresif ergeni" diyecek okuyanların bir çoğu biliyorum. ama yinede yazacağım.
mezun olmak istemiyorum. hayata atılmak istemiyorum. korktuğumdan değil. şuan bile toplumsal hayata ayak uyduramazken mezun olduktan sonra halim nice olur bilemiyorum. belki de bu belirsizlik bir korkudur, emin değilim.
umursamaz olamıyorum, bencil olamıyorum, içim içimi yiyor gözlerimin önünde bu kadar haksızlık varken ve gözümün görmediği trilyonlarca daha haksızlık varken ayak uyduramıyorum insanlara. gerçekten geceleri gözlerime sırf bu yüzden uyku girmiyor. böyle bir hayata insan nasıl bile bile ayak uydurur ki? böyle yaşayıp gerçekten keyif alınabilir mi? içimde inanılmaz bir öfke var. elimden gelse bütün godomanları bir kaşık suda boğarım. " hayat bu" ve " yaşamak böyle bir şey" gibi klişeleri de kabul edemiyorum, bu kadar basit olamaz yaşamak.
işim gerçekten zor gibi geliyor bana. ya topluma ayak uyduracağım ya da çelme takmaya çalışacağım. -
geçen c.tesi günü canım sıkıldı ama öyle böyle değil, biraz trollük yapıp eğleneyim diyerekten tinder 'de bir kadın profili oluşturup başladım sağa kaydırmaya. tinder++ denilen hacklanmi uygulama ile sınırsız beğeni yapabildiğim için 50 tane eşleşme geldi 1 saat içerisinde. kullandığım kişinin fotoğrafı ise little caprice olarak pornografi sektöründe nam salmış bir ablamızın fotoğrafıydı. yani birisi ekran görüntüsü alıp google görsellerde aratsa bütün foyam ortaya çıkacaktı ama çıkmadı.
çok ama çok eğlendim. bunun gibi daha ne konuşmalar geçti ama onların ekran görüntüsünü almadım. one night stand mi istiyorsun diye sorup, " seninle her gece " cevabını mı almadım. "aman allahım bu eleşme gerçek olamaz" diyenler mi olmadı. takılmak istiyorum dedikten sonra evinin adresini telefon numarasını yazanlar mı olmadı. daha neler neler. hatta birisi de geç cevap yazıyorum diye trip atıp eşleşmeyi kaldırdı. ulan dürzü aynı anda 50 kişi ile konuuyorum sıra sana anca geliyor. :))
neyse efendim bu trollüğümden bile sosyolojik tespit çıktı. engel olamıyorum kendime mesleki deformasyon herhalde.
öncelikle konuştuğum erkeklerin hepsi ama hepsi şu konu da hem fikir " kızlarımız çok şımarık / götü kalkık " erkeklerden çok fazla şey bekliyorlar istisnalar da var ama onlar çoktan kapılmış. söyledikleri bu. ve yine bir çoğu genelde kızların kendilerinin tipini beğenmeyip gururlarını kırdıkları için benim gibi birisi ile eşleşmeyi hiç beklemediklerini ve reddedilme korkularının pekiştiğini söyledi. bende bunlara karşılık olarak kızlara içinden geldikleri gibi davranmalarını ve kızlar ile erkekler arasındaki tek farkın xx ve xy kromozomları olduğunu bununla beraber kızlara çok farklı davranmamalarını söyledim. sonuçta hiç biri kraliyet ailesi mensubu değil sen onlara prenses gibi davranırsan onlar şımarır. bu kadar basit. bunun karşılığında aldığım yanıtlar ise genellikle şöyleydi " bir kız için rekabet eden erkek sayısı çok fazla ben senin dediğin gibi davransam bile başkaları illaki onları şımartacak , bende dikkat çekebilmek , beğenilmek için bunları bunları yapıyorum " doğru söze ne denir? ( bunları bunları aşağıda genel olarak açıklayacağım )
çıkardığım sonuç ise şu ; erkeklerimizin bir çoğu karşı cins tarafından beğenilmediği için biraz eziklik duygusu yaşıyor ve bu beğenilmemeyi ortadan kaldırmak için başka başka yollara başvuruyor. örnek olarak ; cebinde parası olmasa bile marka giyiniyor ve kullanıyor, pahalı mekanlara gidiyor, hiç sevmediği aktiviteleri yapıyor. kendisini bile beğenmeyen bir jenerasyon gümbür gümbür geliyor vaziyet alın. kızlarımız ise gerçekten şımarık, sözüm meclisten dışarı burada öyle bir kız ve kadın ile karşılaşmadım henüz, ve beklentileri gerçekten yüksek. örnek olarak aynı çayı 2 liraya satan bir mekan değilde 5 liraya satan bir mekana gitmek istiyor bir çoğu. ve yine çoğunluğu kendisi için giyinip süslenmek yerine kadın veya erkek fark etmez başkaları için giyiniyor ve bu işi rekabet haline getirmişler resmen. çok saçma malzemelere dünyanın parası gidiyor. konuştuğum çocuklardan biri eski kız arkadaının gratis'de tek seferde 500 liralık alışveriş yaptığını ve tanıdığı bir çok kızın sırf " ayten'de loreal paris'in f34 ruju var, bende ondan alacağım " gibi bir sebepten dolayı gratise koştuğunu söyleşmişti. anlam veremedim şahsen ben.
kadınlar ise artık daha iyi anlamaya başladım. etrafta çok abaza olduğunu biliyordum da bu kadar fazla olduklarını bilmiyordum. " ne güzel şeysin sen öyle " diye bir tanışma cümlesi olabilir mi, bu nedir yahu? etkileyici bir tanışma cümlesi yazayım diye kroluğun abazanlığın zirvesine ulaşan o kadar çok erkek vardı ki! ben kadın olsam bende prenses olurdum veya erkekleri tipine göre yargılardım ne yalan söyleyeyim. " arabamda seni gezdirmemi ister misin? " diye bir soru geldi mesela, ulan ilk önce bir tanışsaydık? bir tane tıp öğrencisi vardı mesela adı dr. ile başlıyordu ve tinderki biografisinden tut fotoğraflarına kadar hepsinde tıp öğrencisi olduğunu göze sokuyordu. saydım tam 4 tane ameliyathane elbisesi olan fotoğrafı vardı. abicim tıp okumaktan başka maharetin yok mu anladık tıp okuyorsun, helal olsun! saymakla bitmez efendim.
resmen iki ucu boklu deynek, nereden tutsan elinde kalıyor. bir dahakine yakışıklı bir erkek profili açıp öyle gireceğim tinder'a. -
" mahalle yanarken saçını tarayan orospu " gibi olmak meğer ne güzel şeymiş. yok böyle bir kafa rahatlığı. " şu beni yanlış anlar mı, o şununla kavga etmiş, buna kendimi nasıl sevdiririm " ve bunun gibi şeylerin tasası olmadan stress seviyesi sıfır. normal olan da bu sanırsam ne de olsa ben mi kurtaracağım dünyayı?
dünyanın genelinde çok kazanan bir meslek olduğu için de kişilik olarak üniversite hocamı veya sevdiğim yazarları örnek alacağıma orospuları örnek alıyorum. git ona kuyruk salla, buna duymak istediklerini söyle senden kralı yok. arabada beş, evde onbeş ama hoşuma gidene de bendensin demeyi ihmal etmiyorum tabi.
-
Bitmesi gereken okul bu sene bitmedi uzadı. Kyk kredisini almak için imza atarken normalde Ağustos ayında son krediyi almam gerekirken hazirandan itibaren kesildi. Antalya gibi bir şehirde yazı geçirmek için bir tane bile iş bulamadım. Aslında bir yer bulmuştum lakin bir hafta sonunda ortada hiç bir neden yokken işten çıkarıldım, iş verene sordum “ bir kusurum mu oldu, kötü mü çalışıyordum” diye iş verenin cevabı “ senin bir kusurun yok iyi çalışıyordun ama yerine yiğenimi aldım” oldu. Orada Gıda zehirlenmesi yaşadım iki gün işe gidemedim doktor raporunu götürüp adama teslim ettim ama adamla yüz yüze konuşmadım bunun üzerine babamın bana dediği şey “ ben olsam bende seni işten çıkarırdım “
Otellere gittim, cafelerin yoğun olduğu yerlere gittim bir tane bile iş bulamadım. Size yemin ediyorum şu an ailemin yanında kalırken yediğim her lokma ile aileme yük oluyormuşum gibi hissediyorum. Hele bir de babamın imalı imalı konuşmaları...
Ne ara işler buraya geldi hiç anlamadım. Neden böyle olduğu açıkca belli de ne ara yani? Aklımda deli sorular.
İyi ağladım ha bu arada. İyi geldi biraz. Uzun süredir yazmıyordum, uzun süre sonra ki ilk girdimin bu olmasını istemezdim lakin içimden bu geliyor. Bu girdim de hiç katılmasam da maslov’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin bir kanıtı gibi oldu. Neye niyet neye kısmet işte. -
İnsanlar diğer hayvanlar ile kıyaslandığında prematüre olarak doğan bir canlıdır ve Hayat, yaşarken anlık olarak öğreniliyor. Yeni farkına vardığım bir şey değil tabi. Buna en güzel örnek ise yeni bir fil yavrusunun ya da bir ceylan yavrusunun doğar doğmaz ne yapacaklarını bilip aynı anda öğrenmeye başlamaları.
Bu açıdan insana benzeyen canlılar elbette vardır ama konumuz o değil. İnsan hayatı öğrenmeye çok geç başlıyor ve bu öğrenme konularında diğer hayvanlara oranla daha çok yetişkinlere muhtaç.
İnsan yaşamını devam ettirebilmek için diğer insanlara muhtaçtır bunu hepimiz biliyoruz. Bilmediğimiz şey ise yarının ne getireceği. Yetişkin insanlar ise yavrularını yarına hazırlıklı bir şekilde yetiştirmeye çalışıyor ve işte tam olarak burada çuvallanılıyor. Bilinmeyen bir şeye hazırlanmak yeterince zorken, yetiştirilme şekli ise yalanların, masalların ve dileklerin üzerine kurulu. Bu yüzden benimde aralarında bulunduğum büyükçene bir gençler topluluğu hayatı kendi kendine yaşarken öğrenirken daha en başında pes ediyor veya karamsarlığa itiliyor.
Herşeyin elimizde olmadığını, yaşam için mücadele gerektiğinin de farkındayız fakat yarın için bir umudun olması için özel bir şeyler olmalı, bir yetenek, kökleri güçlü bir aile ya da başka bir şey. Böyleleri için yaşam ve yarın için umut olabilen şeylerdir lakin yeteneği bu dünyada karşılık bulmayanlar? Kökleri güçlü bir aileye sahip olmayanlar? Böylelerine “ sıradan “ deniyor, belki gerçekten öyledir. Asıl sıkıntılı olan şey ise sıradanların çoğunlukta olması. İşte yetişkinler bu gerçekleri saklayarak yetiştiriyor evlatlarını. Böyle yetişen gençlerde hayata atıldıklarında sudan çıkmış balık gibi kala kalıyor.
“ allahtan umut kesilmez evladım, şükret “ bu lafı duymaktan şahsen ben usandım. Ama ağzımı açıpta diyemiyorum ki “ 60 yaşına merdiven dayamışsın sen senelerce umut ettin ve şükrettin de ne oldu” diyemiyorum bunu. Benim gibi olan yüzbinlerce genç hatta milyonlarca genç vardır diye tahmin ediyorum. Elden gelen tek şey mücadele etmek onunda fazla bir karşılığı yok. Zengin olmayı kast etmiyorum, asgari yaşam şartları için bile çok mücadele ediliyor.
Ebeveynlerin evlatları için yaptıkları fedakarlıkları hafife alıyorum sanmasın kimse, benim kızdığım şey gençleri yetiştirirken her şeyin güzel olacağı yalanı. Ebeveyn olmadan bilemeyeceğim ama yarına dair bir umut vermeye çalışmak gibi bu. Umut insanı yaşatan şeylerden biri ama bence bu umut verme şekli sıradan gençlerin hayata bir sıfır yenik başlama nedenlerinden biri.
Çok dağınık yazdım düşücülerimi biliyorum.
“ allahtan ümit kesilmez “ deyip, “ şükredip” yaşamaya devam mı edelim? Ne yapalım siz sözleyin. -
Hayat detaylarda saklıdır, gerçekler onlardır ve insani olduğu kişi yapan onlardır ve her bir yaşam bir resimdir. Fazlasıyla eksiğiyle. Bir resmin eksiği ne kadar fazlaysa onlar birer engeldir ve mutsuzluk o kadar fazladır. Bazen tek bir eksik kocaman bir engel olabilirken bazen hiçbir şey ifade etmeyebilir.
Büyük resime ilk baktığın zaman önce bir heyecan kaplar yüreğini, sevinirsin, kendi kendine konuşup bir hayal kurarsın. Kısa bir süre bile olsa mutlu olursun, işte bu dersin. İyice yaklaşıp küçük dokunuşları, detayları görmeye başlarsın dağları, yolları ve çölleri. Hevesin kursakta kalır. Ne kusulabilir nede yutulabilir, boğmaya başlar insanı ve ne acıdır ki onunla yaşamayı öğrenirsin. Belki ileride tükürüp atabilirsin zaman geçtikçe. Tükürüp atamazsan çok daha fena.
Bir insanın maddi ya da manevi eksikliği o insana kambur olabiliyormuş, kendisini önemsiz hissetirebiliyormuş ve güçsüz kılabiliyormuş.
Bugünde bunu öğrendim. -
2 gündür çok değişik bir hayat hikayesine şahitlik ediyorum. Yaşamanın bir insan için nasıl eziyet olabileceğine... bir insanın hem ölmeyi istemeye hemde yaşamayı istediğine şahitlik ediyorum.
40 yaşında, doğuştan zihinsel engelli bir abim var. Bu hafta başında kanser yüzünden sağ kolu ampütasyon geçirdi, kolunun büyük bir kısmı alındı. Daha bir dünya rahatsızlığı var.
Kardeşinden, babasının bu abimden daha çocukken utandığını, misafirler geldiği zaman arka odaya yolladığını ve ayağıyla dürterek ve bir yandan küfrederek uykusundan uyandırdığını dinledim. Göz yaşı, tükürüğü ve sümüğü birbirine karışarak uykusundan ağlayarak uyandığını dinledim.
Kanser olduğunu öğrendiğinde bu abimin doktora ilk sorduğu soru " ne zaman ölürüm" olmuş. Çocukluğundan beri binbir türlü zorluk çekmiş, hor görülmüş içindeki yaşama isteği artık kalmamış. Tedavi olmazsa ne kadar yaşayacağını sormuş o sürecin ne kadar sancılığı olacağını sormuş. Beklediği cevapları alamayınca istemeye istemeye ameliyat olmayı kabul etmiş. Hem ameliyattan çıkamama ihtilamali olduğu için hemde 2-3 yıl daha beter yaşamamak için.
Etrafa meraklı gözlerle bakan, muhabbeti hoş olan, etrafına pozitif enerji dağıtan bu abim, sıra pansumana gelince koluna bakamıyor, uzun uzun ve derin bir şekilde hastahane camından şehri seyrediyor. Olmayan Elimin ve parmaklarımın ağrıdığını hala hissediyorum diyor.
Yaşamak zor, bazılarımız için daha zor bu bilinen bir şey. Ölümü kurtuluş olarak gören bir insanın hala yaşamak isteği...
" bilemiyorum altan, bilemiyorum " -
dünya bir bok çuvalı, bunuda hepiniz biliyorsunuz. bizler bu bok çuvalı içerisindeki "inci"leri arıyoruz yaşamımız boyunca ve onları bulduğumuzda mutlu oluyoruz. bu incileri bulmak hayatımızın amacı olmuş bulunmakta. ancak çoğu zaman bu bok çuvalında karşılaştığımız şeyler, doğa olarak bunlar bok oluyor, bizleri amacımızdan saptırabiliyor, isyan etmemize, umudumuzu yitirmemize ve hatta kin ve nefret duymamıza neden olabiliyor.
son haftalarda toplumumuzu derinden etkliyen (en azından büyük bir kısmını) bazı olaylar, gelişmeler yaşandı.siyasetten ekonomiye, oradan dönün topluma ve bireylere dair. tek tek isim vermek istemiyorum az çok gündemi takip ediyorsanız hatta sosyal medyada günlük 5 dakika bile vakit geçiriyorsanız hepiniz biliyorsunuzdur. hanginiz bu olaylar ile karışılaştığında kendi derdini bir anlığına bile unutmadı ve nefret duymadı? şahsen bende öyle oldu.
immanuel kant gerçek mutluluğu ya da diğer bir ifade ile mutlak mutluluğu insanın sadece hak edebileceğini söyler. bir kaç hafta öncesine kadar bu düşüncesine katılmıyordum ama bu olaylar ile karışılaştıktan sonra kendisine hak vermemek elde değil.
yine hepinizin bildiği klişe bir laf vardır "dünyayı sevgi kurtaracak" duymayan kaldıysa da duymuş ya da okumuş oldu artık. en kıl olduğum cümlelerden birisidir çünkü işin aslı öyle değildir. evet sevgi herkes için aynıdır en azından tanımı. insanlar farklı farklı şeylere sevgi duyabilir ve bu sevgisini tatmin etmek için eyleme geçebilir. bu eylem bir dondurma yemek de olabilir, hırsızlık yapmak da ve hatta insan öldürmek de olabilir. insanların neye sevgi duyup duymayacağını belirleyemeyeceğimiz için bu cümle şahsım adıma otomatik olarak boşa çıkıyor. şöyle bir düşünün bu hoşumuza gitmeyen olayları yapan kişiler gerçekten kötülük etmek için mi eyleme geçtiler ya da kendilerini kötü hissetmek için mi? benim cevabım hayır, tartışmaya açıktır. onların da bu bok çuvalında bir incisi var ve ona ulaşmak için bu tür insalık dışı eylemlerde bulunuyorlar.
peki dünyayı ne kurtaracaktır? benim cevabım "vicdan" yine tartışmaya açık bir cevaptır. evet vicdan da sevgi ve mutluluk gibi evrensel değildir ancak bu ikisine göre daha tutarlıdır. vicdan dediğimiz duygu (duygu olmayabilirde yerine daha uygun bir kelime bulamadım) ahlak ve etik yasaları ile parallellik gösterir ve evet ahlak ve etiğin evrensellikle alakası yoktur ancak az da olsa bir konsensus oluşturulabilmiştir. herkesin hem fikir olduğu ahlak ve etik kuralları olabilir de olmayabilir de ancak ahlak ve etik insanları iyiye yönlendirir. ahlak ve etiği ise birey çevresinden öğrenir.
çok dağınık anlattım biliyorum o yüzden cümleleri toparlayacak olursam, dünyayı "sevgi" değil "vicdan" kurtaracaktır. vicdan, ahlak ve etik ile paralellik gösterir ve bu ikili insanları iyiye yönlendirir. immanuel kant'ın da dediği gibi " mutlak mutluluk hak edilir" bu mutluluğu hak etmek içinde şahsım adına dünyayı kurtarmak gerekir ve bu da ahlaklı, etik kurallarına sahip vicdanlı bireyler yetiştirmekten geçiyor. bunu ise bireysel olarak başarmak tahmin edebileceğiniz gibi mümkün değildir. bizlerin üstüne düşen görev ise temas halinde bulunduğumuz bütün insanlara ahlak ve etik bilincini aşılamamız en azından dememiz gerektiğidir, aksi takdirde hiçbir zaman mutlu olamayacağız. (hala daha dağınık olmuş olabilir kusuruma bakmayın) -
19 Temmuz'u 20 temmuz'a bağlayan gece adını vermeyeceğim bir otobüs firması ile antalya'dan Sivas'a gidiyordum. Sabaha karşı 02.40 saatinde aksaray'da bir dinlenme tesisinde mola verdi otobüs. Otobüsten indim, sigaramı içtim, tuvalete gittim, tost yedim, sonra bir sigara daha yaktım ve otobüsün önüne doğru gittim. otobüse gittiğim sırada " Antalya'dan Sivas'a seyahat etmekte olan ..... Turizm'in sayın yolcuları otobüsünüzün hareket saati gelmiştir lütfen otobüsteki yerlerinizi alınız" anonsunu duydum. Bende tam olarak onu yapmak üzereydim ama o da ne? benim otobüsümün olması gereken yerde başka bir otobüs vardı, otobüslerin park alanını biraz dolaştıktan sonra korktuğum şeyin başıma geldiğinden emin oldum. otobüs beni almadan mola yerinden ayrılmıştı.
Tam ne yapacağımı düşünürken telefonumun şarjı bitti. aksilikler üst üste geldi tabi, gelmezse şaşırdım. koşa koşa gittim aynı firmanın başka sefer yapan şoförü ve muavinini buldum, yardım istedim isteksizce yardım etmeye çalıştılar ve girişimleri başarısız oldu. en sonunda bir şarj aleti buldum ve o firmanın operasyon merkezini aradım, müşteri temsilcisi ile konuştuktan sonra aldığım yanıt "özür dileriz beyefendi ama şu anda yapılacak bir şey yok, gitmek istediğiniz şehre kendi imkanlarınız ile dönmek zorundasınız" oldu. hayatımda ilk kez bir müşteri temsilcisine küfür etmem ile konuşma sona erdi.
müşteri temsilcisi ile konuşmamı duyan aynı firmanın bir başka şoförünün tavsiyesi ile sorunum çözüldü. Aynı firmanın en yakındaki otogar ofisini aramamı, durumumu anlatmamı ve otobüsüme ulaşmamı söyledi. Dediği gibi yaptım, otobüse ulaşıldı ama otobüs çok uzaklaşmış ve geri dönmesinin mümkün olmayacağı söylendi. Bayılmama ramak kalmışken, 1 saat sonra bulunduğum dinlenme tesisine aynı istikamete giden aynı firmanın bir başka otobüsü geleceğini ve ona binmem gerektiğini söyledi otogardaki yetkili bana.
2 saat fazladan yolculuk ederek en sonunda sivas'a ulaştım ve beni unutan otobüsün sivas otogara bıraktığı bagajımı aldım. bir iki eşya haricinde her şey tamamdı. eve gidip tekrardan operasyon merkezini aradım ve biraz tehditkar bir dil ile durumumu anlattım gereğini yapılmasını rica ettim, kendileri beni bir üst mevkiden birilerinin arayacağını söyledi ve ertesi gün pazar günü olmasına rağmen aradılar, şaşırdım işin açıkcası. o yetkili ile görüşüp anlaştık her konuda.
peki benim canımı sıkan konu ne? hemen anlatyım, ilki bana yardım eden otogar yetkilisinin bana yardım ettiği gibi bir yardımcı olma yetkisi yoktu, bana yardımcı olduğu için ceza almasından korkuyorum, ikincisi ile beni unutan otobüsün çalışanları ile daha öncede seyahat ettim, o güzergahı sıkça kullanıyorum çünkü, çalışanları tanıyorum yani. ailevi durumlarını, ekonomik durumlarını vs. ve bu çalışanlar şikayetim üzerine ceza alacaklar belki de işten kovulacaklar ve içim hiç bu konuda hiç rahat değil.
sonuç, firmadan hiçbir şey koparmaya çalışmadım, standart prosedürün uygulanmasını şiddetle istedim ve ahlaki bir ikilem içerisindeyim. 2 gündür yatağa girmem ile bunları düşünmem bir oluyor. -
Bugün güzel bir haber aldım. Bu güzel haberi neden gelmiş burada paylaşıyorum? çünkü biraz değişik bir tecrübe oldu benim için ve aşağıda yazacağım konu hakkında yardıma ihtiyacı olabilecek kişilere faydası olabileceğini düşünüyorum.
bundan 4 yıl önce clash of clans isimli mobil platform oyununda henüz lise 1. sınıfa giden bir delikanlı ile tanışmıştım. bu delikanlı normal bir delikanlı değildi çünkü büyük bir depresyon ve sosyalleşme problemi vardı, bu nedenle bütün dünyası sanal hale gelmiş bir vaziyetteydi ancak sanal ortamda bile sosyalleşmede sorun yaşıyordu. bu sorun ilk okul yıllarından itibaren başlamış, yıllarca hem psikiyatri servisinden hemde psikologlardan tedavi almış ama bu tedavilerin hiçbirisi işe yaramamıştı. yaşı ilerledikçe de durumu daha da geri dönülmez bir duruma doğru gidiyordu.
gel zaman git zaman bu delikanlı ile sohbetimiz ilerledi ve ben ondaki bu sorunları fark ettim. Benimle başından geçenleri, aldığı tedavileri ve daha da önemlisi hislerini paylaştı. beni bilenler biliyor, işimin bir parçası da psikoloji ile akalı, delikanlının anlattıklarına göre aldığı tedavide hiçbir yanlış nokta yoktu, her şey doğruydu lakin delikanlının psikolojik sorunları daha da geriye gidiyordu. sohbet üstüne sohbet ederken günler ve hatta aylar geçmişti ve bu delikanlının sorununa kendimi iyice kaptırmıştım, sebebi ise onunla bir bağ kurmuş olmamdı. bir gün aklıma şu iki soru düştü ;
1) sosyalleşme sorunu olan, arkadaş edinemeyen bu delikanlı ile ben nasıl bir bağ kurabildim? bir kere bile yüz yüze görüşememiştik, farklı şehirlerdeydik. bunun bir cevabı tam da bu olabilirdi ancak cevap bu değildi.
2) nasıl oluyor da işlerinde uzman kişilerin tedavileri bu delikanlı üzerinde bir işe yaramıyordu? eksik olan neydi?
cevabı kendisi bana farkında olmadan bir sohbet esnasında verdi, cevap ise şu; annem beni ben olduğum için değil, oğlu olduğum için önemsiyor. farkındayım çok sağlıksız bir düşünce biçimi, sağlıklı düşünebilse zaten bu durumda olmazdı ancak çok güzel bir cevap verdi iki soruma da. Bu delikanlının güven problemi vardı, daha önce hiç kimse onun yüreğine dokunmamış, onun kişiliğine, ondan bir beklentisi olmadan saygı duyup, sevmemişti. ailesinin sevgisini bir zorunluluk gibi algılıyordu.
peki ben bu delikanlıyla nasıl bağ kurabildim? öncelikle ona güvendim ve gerçek hayatta çok önemsiz olan ancak onun hayatı olan oyunda ona sorumluluklar verdim, güvenimi pekiştirdim. Yargılamadım ve herhangi bir şey beklemedim. oyunda yapmış olduğum bu kadarcık şeyler onunla bir bağ kurabilmemi sağladı. tekrar ediyorum, bunu sadece basit bir oyundaki ilişkiler ile başardım.
bu delikanlı kendisine yardım etmek isteyen uzmanlara güvenmiyor, onların kendisini önemsemediğini, sadece para kazanmak için kendisi ile ilgilendiğini düşünüyordu ve bu yüzden uygulanan tedavilerde bir ilerleme olmuyordu. sakın yanlış anlaşılmasın, ona uzmanlardan yardım almayı kesmesini istemedim aksine uzmanlar ile görüşmelerine devam etmesinde ısrarcı oldum. ufak tefek tavsiyelerde bulundum. ona sorular sorarak, kendisine yardımcı olabilecek şeyleri bulması için yönlendirdim, bazı şeyleri kendisinin fark etmesi benim söylememden daha fazla etki ederdi.
her ne kadar kendisi ile bir bağ kurmuş olsam bile ona yardımcı olamıyordum, durumu daha da kötüye gidiyordu. bu süreç böyle devam ederken 1 yıl sonra tanımadığım bir numaradan arandım. arayan bu delikanlının ablasıydı. çok şaşırmıştım meğerse kendisi ailesine benden övgüyle bahsedip, beni ne kadar sevdiğini sürekli anlatıyormuş. ablası da ona yardımcı olabilmem için, tavsiye almak için onun telefonundan numaramı aşırıp beni aramıştı. daha sonra annesi de aynı şeyi yaptı. annesine ve ablasına onda fark ettiğim şeylerden bahsedip, bir kaç tavsiyede bulundum. bu tavsiyeler ise şunlardı; onun güvenini kazanın, bunu ona sorumluluk vererek, aile içindeki meselelerde onun da fikirlerini alarak pek ala yapabilirlerdi. onu ne kadar sevdiğinizi her fırsatta dile getirin, ufak jestler ile belli edin, bir spor dalı ya da sanatla uğraşmasını sağlayın en olmadı hoşuna giden bir hobi edinmesini sağlayın gibi ufak tefek tavsiyeler idi. Ailesine de şunu açıkça söyledim "uzmandan yardım almayı kesinlikle bırakmayın, benim tavsiyelerimi ve kendisinde fark ettiğim şeylerden bahsetmelerini söyledim"
aradan bir yıl daha geçti ve kulzos'un ilk resmi zirvesi olan sözlüklerin tersi: ankara kardeşliği zirvesi'ne katılmak için ankaraya gittiğim sırada kendisi ile ilk kez görüştüm yanımda çok sevdiğimiz bir yazar arkadaşımız da vardı, kendisini gördüğümde adeta şok oldum. sanki karşımda bir uyuşturucu kullanıcısı vardı ve onun kendisine örmüş olduğu duvarlar çok katıydı. onunla ufak bir sohbet ettik, sorunlarına değinmedik, aynı akşam ben evime doğru yola çıktım. ablası ile bir kez daha görüştüm. ablası bana, tavsiyelerime uymadığını, psikiyatr'ın ilaçların dozunu önemli ölçüde arttırdığını söyledi. işler iyice kötüye gitmişti.
sonuca gelirsek, ablasına ve annesine tavsiyelerim de daha ısrarcı olmalarını tembihledim, bu süreçte asla yılmamaları ve sabırlı olmaları lazımdı. bu delikanlı sorunları olduğunu kabul ediyor, iyileşmek istiyor ama iyileşme hususunda bir ümidi olmadığını söylüyordu. Anne ve ablasına söylediğim şeyleri ona da söyledim. ara ara telefon görüşmeleri ile bu güne kadar geldik. bu süreç içerisinde bu delikanlı hem uzmanların hemde benim tavsiyelerime uydu, zamanla dersleri iyiye gitti, koşucu oldu, arkadaş ortamlarına girdi ve bugün üniversiteyi kazandığını öğrendim. annesi arayıp o kadar çok teşekkür ve dua etti ki sevincinden. kendisi de öyle ama söylediği bir söz bu girdiyi yazmama vesile oldu "o kadar psikoloğun ve psikiyatr'ın yapamadığını sen yaptın..." içimde tuhaf bir mutluluk var şu an. :))))))
bu girdinin ana fikri ise şuydu : çok önemsiz ve küçük detaylar ile birisinin hayatına girip ona yardım edebilmek mümkün, yeter ki sabırlı ve sevgi dolu olun. bir hayatı değiştirebildiğiniz de içinizde oluşabilecek bir sevgi mutluluk başka hiçbir şeye benzemiyor, yardıma ihtiyacı olana o istemese bile yardım edin. -
İşsizlik fena, sebep oluduğu maddi zarar yetmezmiş gibi birde insanın ruhuna işlemesi çok daha fena.
Bayağı oldu bir rüya gördüm, rüyamda annem ile beraber iş bulma umuduya önce amsterdam'a sonra milano'ya en sonda da londra'ya gittik (rotaya bak!) her neyse londra'da bir ailenin iki odasını kiralayıp taşındık o odalara, ev de güzel bir ev ortada bahçesi, bahçenin ortasında süs havuzu var. Neyse efendim aradan biraz zaman geçtikten sonra dili olmayan, uzman olduğu bir mesleği olmayan, diploması olmayan 53 yaşındaki kadın iş buldu ben bulamadım arkadaş!
hayır rüyada iş bulamamak nedir ya? bari rüyamda iş bulaydım, bari rüyamda annemden harçlık almayaydım. sabah uyandım kendime güldüm, kahvaltı sofrasında anneme bu rüyamı anlattım "götün açıkta kalmış ama inşallah oralara gidip iyi bir iş sahibi olursun" dedi gülerek.
umut fakirin ekmeği, bir yandan ummaya devam ediyorum diğer yandan da ingilizce seviyemi geliştirmeye çalışıyorum, belli mi olur, karambolden falan güzel bir iş bulup giderim londra'ya. ay hadi inşallah. -
İç hesaplaşma yapmak her sağlıklı insanın yapması gereken bir şey, bu hesaplaşmanın devamında da ulaşılan çıkarımlara göre gelecekteki eylemlerimize çekin düzen vermek olması gereken akış gibi geliyor bana.
Bir insanın iç hesaplaşması vicdanı ile yüzleşmesidir. Yapılan bu yüzleşmenin akabinde insan harekete geçmiyorsa ya sağlıklı bir vicdana sahip değildir ya da yalan söylüyordur. İnsan vicdanına nasıl yalan söyleyebilir, vicdanını bu yalana nasıl inandırabilir? İnandıramaz, vicdanı sağır olmuştur.
Daha çok yeni oluyor, ne zaman yalan ilk kez yalan söylemeye ne zaman başladığımı düşündüm. İşin açıkçası istemsizce yalan söylemeye çevrem tarafından itildiğimi fark ettim. Bu yalanlara gerçekten ihtiyacım var mıydı? Tabiki de yoktu, burada çocukluk travmalarımı anlatacak değilim ama nedeni çok basit, elimde olmayan nedenlerden dolayı kaybettiğim saygılığımı, gururumu korumak için, çevrem tarafından kabullenmek için yalan söylemeye başlamışım meğer. Birbiri ardına söylenen yalanlar da zamanla alışkanlığa dönüşmüş. Bu hesaplaşmadan çıkardığım sonucun oldukça doğru olduğunu düşünüyorum çünkü bu alışkanlığı ne zaman bıraktığımı da düşündüm, üniversiteye başladığım zaman. Yeni bir çevre, yeni insanlar derken geçmişimi bilen kimse olmamasından dolayı yalan söylemeye ihtiyacım kalmamıştı. Hala daha da öyle.
Gelelim vicdanıma yalan söylediğim kısma. Bir konuda neden başarısız olduğunuzu bilirsiniz ya da nerede yanlış yaptığınızı. Bir dersten neden kaldığınızı bilirsiniz, ne yapmanız gerektiğini de bilirsiniz ama hocayı suçlarsınız vs. ders çalışmak için harekete geçmezsiniz misal. Tam olarak bu bendeki durum. Kanser hastasınızdır, yaşamak istiyorsunuzdur ama yinede tedaviye başlamıyorsunuz. Bunun gibi bir şey insanın sağlıklı vicdanına yalan söylemesi. Harekete geçmek ile alakalı bir sorunum var ama çözemedim gitti.
Bir şeyi de belirtmeyi isterim ki şu an ki duygu durumum kesinlikle bir buhran durumu değildir. Sadece yazmak istedim, yazmak iyi hissettiyor sadece. -
Bugün bir şeyin farkına vardım. Bir insanın en büyük şansı ne doğuştan gelen mental ve fiziksel yetenekleri ne de ağzında altın bir kaşıkla doğmasıymış. Bir insanın en büyük şansı da şanssızlığı da ailesiymiş. Şimdi böyle söyleyince “ağızda altın kaşık” örneği/deyimi biraz boşa çıkmış gibi gözükebilir ama öyle değil.
aile, aile üyesine kişiye her olumsuzlukta moral vermesi, her zorlukta destek olması onu yüreklendirmesi o üyenin gerçek şansıdır. Sıfır maddiyat bolca maneviyat. Ailesi böyle olan birisinin başarısız olma ihtimali çok düşük bence. Yanlış anlaşılmasın bu sevgi eksikliğide değildir, cahilliktir.
Aile kişinin en büyük şanssızlığı da olabilir. Olumsuzlukta onu körüklemezler de susarlar, olumsuzluğa neden olan şeye kızarlar. yaptıkları kötü değildir ama o olumsuzluğu da merhem olmaz. Kişi kendi kendine atlatır onu. Kişinin karşına çıkan zorlukta kişiye “olsun bir dahakine kesin yaparsın” demezler de yine o zorluğa kızarlar ya da “ben daha önce sana demiştim, nasıl geldin dediğime” derler.
Örnek;
-bugün sıfırdan İngilizce öğrenmeye başladım.
+ben sana demedim mi şurada ücretsiz kurs var ya da parası neyse vereyim git kursa öğren şu dili diye şimdiye kadar aklın neredeydi?
Ailenin bu tutumu yanlış değil belki ama doğru da değil ancak Kişinin olanca bütün motivasyonunu olduğu gibi bitti gitti.
Bende bugün şanssızlardanmışım onu öğrendim. Abartıyorum belki de onu da bilemiyorum. Böyle şeylerden usandım onu biliyorum. -
Her gün yoğun stres ve yoğun tempoda geçen günün ardından olması gereken yastığa başını koyduğun anda uyumaktır. Artık mekandan mı yoksa çevremdeki insanlardan bir kaynaklı durum mu bilmiyorum ancak her gece bir içe dönüş, kendinle hesaplaşma...
- İlk ne zaman yalan söylendi ve yalan söylemek ne zaman alışkanlık haline getirildi ve daha sonra ne zaman bu pis huydan hangi şartlar altında kurtulundu, seveni bulundu.
- Neden bu kadar ezik ve karamsar olmaya çok meyilli bir karakter sahibi olunduğu bulundu.
- kitapların neden bu kadar çok sevildiği keşfedildi.
- insanlarla olan ilişkilerin değişiminin sebebi bulundu.
- hangi insana nasıl davranılması gerektiği hususunda hala daha çalışılıyor.
Yavaş yavaş ya oluyorum ya da bayağı uzatmalı bir ergenlik geçirmişim. -
İşte geldim, buradayım, sonunda bitti. 6 ay önce @larden loughness‘in dediği oldu ve beni harbiden güzelce silkelediler.
Askerlik psikolojisi çok değişik, askerde mantığı nizamiyeden girerken bırak çünkü içeride mantık yok denmişti halbuki uzaktan yakından alakası yok. Askeriyede, askerlik mesleğine uygun bir mantığı var, yapılan her işin, verilen her emrin bir manası var, hiç bir emir boşa değil. Bunu fark etmek için askerlik psikolojisine girmen lazım girdikten sonra da aydınlanma da fotosel olarak yaşanıyor, kolunu kaldır ampul yanıyor, refleks oluyor. Askerlik aklını kullanan birisi için adeta bir milat anlayacağınız.
Memleketin dört bir yanından insanlarla toplu olarak yaşamayı öğrenmek hele hele çok farklı kültürlerden gelmiş insanlarla (bir şeyi burada belirtmem lazım, ben bu kadar o**** çocuğunu aynı yerde bulunabileceğini zannetmiyordum) aşırı zor ama askeriye içerisinde zor şipşak yapılır, imkansız hemen. (Delikanlıysan yapma, tamam dayak yok ama kurallar dahilinde öyle şeyler yaparlar ki “komutanım şu g3’ü götüme sokta kurtulayım” diye yalvartırlar adamı)
Binbir çeşit insanla tanışıyorsun, hele benim gibi hem acemi eğitim çavuşluğu ve revirci çavuşluğu yaparsanız bütün alt devreleri tanımış oluyorsunuz ve ister istemez onların sevinçlerine ve kederlerine ortak oluyorsunuz. Bırak okuma yazma bilmeyeni bir kelime türkçe bilmeyen adamlar var, 17 yaşında kız kaçırıp 3 yaşında çocuğu olan, anasız, babasız adamda var, kayıt için masaya oturduğu gibi adını soyadını söylemeden “abi askerlik maaşı ne kadar ne zaman yatar” diye soru soracak kadar fakiri de var. Öyle dertler ve çileler var ki paranoid şizofreni, ileri derecede madde bağımlılığı gibi sorunlar sıradan kalıyor. Dertleşirken beni ağlatan da oldu karnıma ağrılar sokacak kadar güldüreni de. Hayvanat bahçesindeki maymuna esrar içirip hayvanı milyon yapan adamın mazereti şu mesela “elimdeki esrarı göstererek istedi bende verdim” böyle bir şey olabilir mi lan? (u:swh) bu kadar mala rağmen bu ülke yine iyi ayakta kalıyor dememek elde değil.
Velhasıl hiçbir şeye benzemiyor askerlik. Bir ara anıları da ufaktan ufaktan yazarım. Hoş buldum sayın sözlük sakinleri. -
iki tane insanımız olsun. Bu iki insanın ikiside iyi bir insan olsun. Tabi ki de her ikisinin de kötü huyu var ancak asla ama asla kötü insan değiller. Bu iki insan başkalarıyla iyi anlaşabiliyor ama bir birleriyle anlaşamıyorlar. Aralarında bir çıkar çatışması yok, düzeltilemeyecek seviyede bir sorun yok. Sebebini sorduğumuzda ikisi de bir birinin kötü yönlerinden bahsedip, kendilerinin ne kadar haklı olduğunu söylüyor. Peki anlaşamamalarının nedeni gerçekte bu mu?
Tabiki de hayır! Bu iki insanın da en büyük sorunu iletişim kurmak istememeleri. Derdini karşısındakine anlatmak gibi bir çaba yok, karşısındakini anlama gibi bir çaba yok. Şimdi “ e ne var canım bunda geçmişlerinde sıkıntı yaşadıkları olaylar olmuş olabilir, bu yüzden anlaşamıyor, iletişim kuramıyor olabilirler” hepsi boş laf! İş dönüp dolaşıp yine iletişim kuramamaya geliyor. O olayları yaşadıklarında iletişim kurma çabası içerisinde olsalardı o olaylar çok yüksek bir ihtimalle yaşanmayacaktı.
Ulan konuşmak ve dinlemek bu kadar zor değil yahu. Yemin ediyorum değil. böyle davranarak mutsuz olduklarının da farkında değiller. zaten gündelik hayatın içinde bir sürü dertleri çileleri var bir de kendilerine böyle ağır yükler yüklüyorlar. mutlu olmak konuşup anlaşmak kadar basit bir iş lan! nasıl olurda böyle basit bir şeyi ellerine yüzlerine bulaştırırlar anlamış değilim.
konuşmak basit, dinlemek basit, mutlu olmak basit lan işte, basit! -
Hava güneşliydi, yüzüne serin ve rahatlatıcı bir esinti vuruyordu. Köpekler kedileri ve yoldan geçen arabaları kovalamıyordu, parkta, bahçede oyun oynayan çocukların neşeleri bütün sokağı dolduruyordu. Kuşlar ötüyor, kulakları tırmalayan motor sesleri gelmiyordu, sanki bütün taşıtlar bozulmuştu. Herhangi bir derdi sıkıntısı da yoktu, bahar dönemi vize sınavları çok güzel geçmişti, yakın arkadaşı olmasa da hoşlandığı kız buluşma teklifini kabul etmişti, hayatında her şey bir düzene girmeye başlamıştı ancak içinde bir huzursuzluk vardı. Her şey tam istediği gibiyken dünyada en çok sevdiği, değer verdiği kişinin yanına giderken göğsü sıkışıyordu sanki çok kötü bir şey olmuş ya da olacakmış gibiydi.
Marketten annesinin en sevdiği şeyleri almıştı. Büyük karamelli bir pasta, karışık meyve suyu ve yemelere doyamadığı çikolatalı kurabiye almıştı, hayatta en çok sevdiği kişiye onun en sevdiği tatlıları alıp onunla güzel bir sohbet etmek istiyordu. Annesi ile ettikleri sohbetin onun göğüs sıkışmasını alacağını, hayatında güzel giden şeyleri annesi ile paylaştığında annesinin ondan daha çok sevineceğini, mutlu olacağını çok iyi biliyordu. İçinde ona karşı bitmek ve tükenmek nedir bilmeyen bir saygı da vardı. Gece, gündüz, ağır, hafif demeden çalışan, doğru düzgün bir eğitim almadan kendi ayakları üstünde durmaya çalışması başlı başına büyük bir marifetken sırtında hem bir çocuğun hem de hayırsız bir kocanın yükünü almış olması hayran olunası değil de neydi. Cennet bu kadının ayakları altında olmayacaktı da kimin ayakları altında olacaktı. Annesi onun hem sırdaşı hem kahramanı hem de en değerli varlığıydı.
Göğsündeki bu sıkışmadan bir an önce kurtulmak için adımlarını hızlandırdı, bir çırpıda sokağı geçti evinin önüne geldi. Anahtarını çıkarıp dış kapıyı açtığında daha da hızlı hareket ediyordu, merdivenleri koşar adım çıktı, kapılarının önüne geldiğinde dirseği zile bastı ama kapıyı açan olmadı, annesinin komşuya gittiğini düşündü. Elindeki poşetleri yere bırakıp cebinden anahtarını çıkardı ve kapıyı açtı. İçeri girdi, poşetleri mutfağa bıraktı banyoda elini ve yüzünü yıkayıp mutfağa geri döndü. Annesine bir iki defa seslendi ama yanıt gelmedi. Annesinin evde olmaması bir yerde iyiydi, şimdi güzel bir masa hazırlayıp annesine sürpriz yapabilecekti. Sadece misafirler geldiğinde ortaya çıkan yemek takımları ve bardakları ile güzel bir masa kurdu, pastayı çok dikkatlice dilimledi, kurabiyeler biraz daha süslü görünsün diye onlardan bir piramit yapmaya çalıştı. Masa bayağı bir eksikti, bir börek, kısır ya da mercimek köftesi de olsaydı daha güzel olurdu diye düşündü. Parası böreğe yetmemiş kısır ve mercimek köftesi yapmayı da bilmiyordu ama bu kadarının bile annesini mutlu edeceğini biliyordu. Tatlılar yendikten sonra keyfin çatmanın zirvesine ulaşmak için çayı da demledi.
Masayı hazırlamasından bir saat geçmişti ama annesi hala dönmemişti. Ne zaman geleceğini öğrenmek için annesini aradı. Annesinin telefonunun sesi içeriden geliyordu. Telefonunu yine evde unutmuş diyerek annesinin telefonunu aramaya başladı. Salondan sonra annesinin odasına girdiğinde bütün dünyası başına yıkıldı, göğsündeki sıkışma kalbine de sıçradı. Gözleri doldu, eli, ayağı titremeye başladı. Ayakta duracak gücü kalmamıştı bir anda, kısa sürede kendini toparladı annesinin yanına koştu. Yerdeki sandalyeyi kaldırıp üstüne çıkıp annesinin boğazından ipi çıkardı, hızlı bir şekilde onu yatağına yatırdı. Annesini yatağa yatırırken yatağın üstünde bir kağıt gördü, üzerinde “oğlum beni affet” yazıyordu. Ağlamaya başlamıştı artık, annesi nefes almıyordu, kalbi atmıyordu. Hemen ambulansı aradı, sonra okul kulübünden öğrendiği kadarıyla suni teneffüs yapmaya başladı. Suni teneffüs yapmak için annesinin yüzüne yaklaştığında annesinin yüzündeki morlukları yeni fark etmişti. Annesini hayatını kurtarmak için çabalarken içinde hala daha bir umut vardı, birazdan sağlık görevlileri gelecek ve annesini kurtaracaklardı. Sağlık görevlileri geldi duruma el koydular ama yapacak bir şeyin olmadığını, annesinin geri döndürülemeyeceğini söylediklerinde içinde tuttuğu feryadını bütün gücüyle dışarı verdi.
Feryadını duyan komşular birer birer gelmeye başladı, “vah vah çok da gençti” , “niye yapmış bilen var mı” , “kesin o kocası yapmıştır” , “gün yüzü göremedi garibim” lafları evin içerisinde dolmuştu…
bu da böyle bir hikaye denemesi, yorumlarınız benim için değerli, eksik etmeyin efenim.
-
bayağı boş bırakmışım bu başlığı. azıcık güncelleyeyim bari.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
normal arkadaş olarak yaklaştığım bir kadının daha arkamdan "bbs beni seviyor, bbs bana aşık" gibi laflar ettiğini duyarsam çok fena ana avrat küfür edeceğim o kadına. sözlükte de bu böyle reel hayatta da. anlamıyorum ki sorun bende mi yoksa karşıda mı. flörtöz birisiyim desem değilim, öyle olsam senelerin sapı olmam. sözlükten birisine yürümem için aynı şehir sınırları içerisinde olmak gibi bir ön koşulum var. kaldı ki sözlükte benimle aynı şehirde olan sadece bir tane insan evladı var o da erkek. anlaması güç.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
yaş 30'a yaklaştı geçenlerde. hatta yüzyıl hesabıyla 30 oldum. daha doğrusu 30'u dolduruyorum. bir farklılık yarattı mı yaratmadı mı emin değilim. eski alışkanlıklarım devam ediyor. insanlar 30 olmayı neden bu kadar büyütüyor anlamıyorum. önceki yıllara göre daha az gelecek kaygısı var sadece. duyarsızlaşmış ya da arsızlaşmış da olabilirim. amaan koy götüne rahvan gitsin.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
önümde, arkamda, sağımda, solumda her yerde pusu kuruyorlar. kafaya koymuşlar everecekler beni. bir yanlış adımda kendimi nikah masasında bulabilirim.
"falancanın ev sahibinin torunu öğretmenmiş, namazında niyazındaymış bak kaçırma"
"falanca yengenin arkadaşının arkadaşı şurada hemşireymiş, iyi de maaşı varmış. ben sana hemen evlen demiyorum ki sadece git görüş"
"bizim şey yok mu onun bir tanıdığı kız varmış, boylu poslu. huyu suyu da tam senlikmiş. kızın tek bir şartı varmış annesinin gidip gelmesine laf edilsin istemiyormuş"
"evlen de kaç kurtar kendini şu deli evinden. gül gibi adamsın zaten, seni alan yaşadı. kendin gibi birini de bulursan daha ne olsun"
"evlenip evlenip de siktir olup gidin başımdan"
yıldım arkadaş. hayır birisi de zengin birisini bulmuyor ki. zengin bulsalar hemen basacağım nikahı. ama nerdeee. hey yavrum hey. -
tarihçiler ilerleyen zamanlarda günümüzü "yapay zeka devrimi" olarak adlandıracaklar. çok korkutucu hale gelmeye başladılar. geçmişte neyi yapamaz dediysek yapmaya başladılar. bizlerin hayal kuramadıkları, duyguları olmadıkları için asla yapamayacak dediğimiz sanat dallarında bile korkutucu düzeyde başarılılar.
hatta sanat dallarında bu kadar başarılı olmaları bizlerin ne kadar cahil, kibirli ve bir o kadar da çaresiz olduğumu suratıma bir kere daha vurdu. çünkü bizler de sanat dediğimiz şeyleri doğadan öykünerek geliştirmedik mi, aynısını yapay zeka da bizlere öykünerek yapıyor. ve bizler bu gelişmeler karşısında dehşet içerisinde onları seyrediyoruz.
nereye kadar gelişirler, bu bir furya mıdır bilmiyorum, yalan yanlış takip ettiğim geliştirmelerden ve götümden aldığım cüret sayesinde diyebilirim ki; komünizm hiç olmadığı kadar yakın. ne alaka şimdi değil mi? şöyle ki ; sanayi devrimi sayesinde yapılan teknolojik atılımlar insanların fiziksel emeğini kolaylaştırmak için yapıldı, bazı meslekleri bitirdiği gibi beraberinde bir sürü yeni meslek de oluşturdu. yapay zeka ise insanın zihinsel emeğini kolaylaştırmak için oluşturdu, hiçbir makine bunu yapamamıştı. yine bazı meslekler yok olacak ancak bu atılım beraberinde yeni meslekleri oluşturacak mı kocaman bir soru işareti. bu atılım ile beraber oluşacak yeni ihtiyaçları da halledebilecek başka yapay zekalarda yapılabilir. insanlar işsiz kalabilir, aç kalabilir, kendisini değersiz hissedebilir ve en sonunda isyan edebilir. o isyanın sonu da komünizm.
belki bu yazdıklarım cehaletimin bir tezahürüdür, belki her şey çok daha iyi olacak ama bugünden bakınca geleceği pek parlak göremiyorum.