günlük hayatta muhtemelen hemen herkesin karşılaştığı hadiseler. bunların da bir yerde yazılması gerekir diye düşündüm.
bundan seneler önce bir ev geziyorum. her şey güzel. 3+1 kocaman ev. banyo, duş, wc, giyinme odası falan her şey var. wc'de bişi dikkatimi çekiyor. geri dönüp bakıyorum. alaturka tuvalet, duvarda musluklar var. hem yerde hem el yıkamak için yukarıda. lakin lavabo yok. döndüm adama "abi tuvalette lavabo yok" dedim. adam müteahhit. "he ya, sığmadu" dedi ve ekledi: "lavabo koyunca kapı açılmıyor"
Üniversite dönemi; Harçlık çıkarmak için cafede çalışıyorum. Gelip gidenler de haliyle yaşıtlarım, okuldan öğrenci tayfası. Serdar diye bir arkadaş var, baya kafa dengi, seviyorum da elemanı. Bi gece kaldı gene cafede, takılıyor ediyor muhabbet koyu, lakin durmadan kız arkadaşı arıyor. Bu arada serdar'ın da iki kızı idare etmeye çalıştığı dönemler yeni yeni, bu arayan eski, sağlam ilişkisi. Neyse, bir iki konuştu bunlar telefonda, ama kızın bir karın ağrısı var belli ki, durmadan arıyor. Bi noktadan sonra serdar'da irite oldu, açıp konuşmak istemiyor ama ne yapacağını da tam kestiremiyor. Baktım bizimki bunaldı iyice, hafiften de panikliyor kız çaldırdıkça... En sonunda dayanamadım, aldım telefonu çalarken; açtım, dedim alo... Karşıdaki tabi sesi alamayınca "serdar nerde" diye sordu... "Banyoda serdar, sevişiyoruz" dedim. Kısa bir sesizlik... sonra kapattı karşıdaki tabi. Serdar söylediğime gülmekle ağlamak arasında bir ifadeyle suratıma bakarken muhtemelen o gece kızdan kurtulmuş olmasından çok bundan sonra arayı nasıl düzelteceğini düşünmeye başlamıştı bile kafada...
Evet, o gece kız aramadı bir daha. serdar aradı... hatta, kız bir daha aradı mı orasını da bilmiyorum doğrusu, serdar'da bir süre uğramadı cafeye...
çek cumhuriyetine erasmus öğrencisi olarak gittim. yurtta kalıyorum. yurdun bahçesinin hemen bitiminde de albert adında bir süpermarket var.
ancak ben çekçe bilmiyorum, sadece ingilizce ve almanca var.
yurdun ilk günleri; dolayısıyla yiyecek içecek bir şey yok. kola,gazoz dan bunalan bünyem artık alarm verirken; gideyim şuradan bir paket çay alayım da demleyim kahvaltıda içerim dedim.
süpermarket'te geziniyorum. ama çayı bir türlü bulamıyorum, yaklaşık yarım saat gezdim bulamadım labirent gibi süpermarkette. sonra kasiyere sorayım dedim, tea diyorum der tee diyorum anlamıyor. ne ingilizce, ne de almanca biliyor kasiyer kadın...
kafaları yiyorum, gidiyorum çekçe sözlük arıyorum, ararken bir kahve paketi çıkıyor önüme alıyorum koşarak kasaya gidiyorum.
yakın arkadaşlarımdan biriyle fm oynuyoruz, daha doğrusu aynı ligde değiliz farklı liglerde eş zamanlı olarak oynuyoruz, üzerine de steam den yazışıyoruz. gece sanırım saat 3 ya da 4.
bana bir şey kopyalayıp göndermesini istedim, ne olduğunu tam hatırlamıyorum...
dedik herhalde trojan yedi arkadaşım, ya da pc yi üç harfliler bastı...
direk aradım, dedim aga bu nedir, valla ben de anlamadım dedi.
sonrasında tekrar kopyala gönder dedim
yine aynı...
sonrasında cümleyi aynen google'ladım.
meğer bizim arkadaş en son dream theater'ın şarkı sözlerine * bakıyormuş da oradan kalmış, ama hafızada tutup iki kez üzerine copy yapmasına rağmen tekrar bize geri gelmesi oldukça garipti...
Başımdan geçen bir olayı, bir anımı hiç ama hiç unutmam. Üniversitedeyim. Bir prof. ders anlatıyor, anlatım dili İngilizce. Çok hızlı konuşuyor, yetişemiyoruz. Haliyle oflayıp puflamalar, izinsiz dersten çıkıp gitmeler ve çıkarken kapı çarpmalar, hocaya dert yanmalar, bencilce ders anlatıyorsunuz demeler ve hatırlayamadığım iğneleyici birçok laf. adamcağızı delirttiler. Adam bunun üzerine bir anda Türkçe'ye dönüp, siz finalde görürsünüz, demişti ve bir hafta sonra finaller başlayacaktı. Finalden önce notları, kitapları yalayıp yuttuk. Sınava bir girdik, bölümümüzle ve dersle hiçbir bağı olmayan tek bir sorundan oluşan sınav kağıdı vardı önümüzde. 3 sayfalık bir çarşaf sınav kağıdı. Sınav süresi 120 dakika.
Soru ise: What is culture? (kültür nedir?)
Ayrıca sorunun hemen altına İngilizce ve Türkçe cevaplar kabul edilecektir. Kompozisyonu İngilizce yazanlar +10 puan ile sınava başlayacaktır, kompozisyon kurallarına uyunuz, bilmiyorsanız hiçbir şey yazmadan kağıdı isim ve soyisim bilgilerinizi yazarak teslim ediniz gibisinden de bir not iliştirmişti hocamız.
Sınav başladı, birçok kişi kompozisyon kurallarını tam anlamıyla bilmiyor. Ben de dahil. En son lisede görmüşüm, gördüğümü bile hayal meyal hatırlıyorum. Giriş, gelişme, sonuç vs. bir şeyler karalayacağız artık. Beş dakika kadar etrafı izledim. Kocaman amfi. Yaklaşık 200 kadar kişi kağıda yumulmuş, yazıyor da yazıyor. İngilizce yazmaya karar verdim. Bayağı bir şey yazdıktan sonra tıkandım. Çünkü Türkçe düşündüğünüz her şeyi yazıyla İngilizce’ye dökemiyorsunuz. Yaklaşık 6-7 satırdan oluşan ilk paragrafın tamamını sildim.
Sonra sorunun hemen altına ‘‘Culture is an accumulation of knowledge.’’ (kültür bir bilgi birikimidir) yazıp, kağıdı teslim ettim. 10 gün kadar sonra sınav açıklandı, Yaklaşık 200 kişinin içinde dersi geçen kişi sayısı iki elin parmaklarını geçmiyordu ve tek 100 alan kişi bendim. O günden sonra kültür hakkında birçok araştırma yaptım. Kültür, alt kültür vs. derken neredeyse kitap yazacak düzeye geldim bu konuda.
Hoca aslında burada önemli bir ders vermek istedi. Sonradan bunu anladım. Her ne olursa olsun, bir üniversitede, bir profesöre karşı oturup ders dinliyorsunuz ve ona saygısızlık yapamazsınız. Adama saygısızlık yapılmıştı ve o da bunu kültür ile bağdaştırıp, dersle hiç alakası olmayan o soruyu sormuştu. Tam bu olayın üzerine kültürün bir bilgi birikimi olduğunu yazmam da bize vermek istediği mesajın ta kendisi olacak ki; tüm hayatım boyunca, neden ve nasıl aldığımı unutmayacağım koca bir 100 puan kazandırdı bana. Bir profesör kolay olunmadığı gibi profesör kalmak da kolay olmuyor. Kendisini buradan saygıyla yad ediyorum.
Biraz kötü bir anımdır. Lisedeyken kızın biri gözüme çok hoş geliyordu bayağı beğeniyordum onu. Sürekli ne okuyor ne çiziyor ne yiyor diye bakıyordum ki konuştuğum zaman elimde bahaneler olsun konu açabileyim diye. Hayvanseverdi dergi falan satıyordu gidip o dergiyi alanlardan fotoğrafını çekip instagramdan ona “ sende mi bunlardan satıyorsun” diye yazıyordum ufak tefek konuşmalar geçiyordu. Yetmiyordu daha fazla bilgi lazımdı. Gel zaman git zaman Bir gün otobüse binerken bunun çantasında frida’nın küçük bir resmini gördüm hemen gidip frida hakkında ne var ne yok araştırdım ettim. Sabah tekrar aynı otobüse bindiğimizde bodozlama lafa girdim “aaa frida değil mi bu” dedim... birkaç saniye sessizlik Ve duymak istemeyeceğim bir şeyi duydum. “Tanımıyorum.” Dedi. Bütün planlarım suya düşmüştü... boynu bükük devam ettim yola. çoook sonradan başka konulardan tekrar bir konuşmamız geçti ama ortak yolu bulamadan ayırdık yolları. Ona o frida resmini sordum bir arkadaşı hediye etmiş o da almış yapıştırmış çantasına “hay şansıma!!”
orta 1'e gittiğim zamanlar. kardeşimle okuldan çıktık eve gidiyoruz bir de ne görelim. önümüzde her türden cipsten olmak üzere bir iz uzayıp gidiyor . hansel ve gretel gibi takip ettik ve kaynağını bulduk. çocuğun teki almış paket paket cipsi, pokemon tasolarını alıcam diye açtığı cipsi yere döküyor. durur muyuz, yardım edelim sana dedik. açtığımız pakette 2 tane çıkıyorsa bir tasoyu cebimize attık. cipsleri de dökmedik hemen ağzını kapatıp kenara koyduk ve en sonunda hepsini eve götürdük. bir dolap cips stoğumuz olduğu gibi 20 tane de çeşit çeşit tasomuz olmuştu. biz adamı böyle cezalandırırız.
aklımda kalan en eski anılardan biridir bu. kendi hatırladıklarımı, annemin anlattıklarıyla biraz destekleyeceğim.
babamın görevi nedeniyle londra’da yaşıyoruz, ben de kreşe gidiyorum. tv karşısında büyüyen çocuklardan biriydim. o zamanlar star trek, lost in space, batman, bilim kurgu ne bulursam izliyorum. bir gün annem beni kreşten almaya geldi. arabanın arkasında oturuyorum. “seni bugün sinemaya götüreceğim” dedi. “sinema ne?” dedim.* "hani evde tv seyrediyorsun ya, onun daha büyüğünü düşün, bir sürü insan gelip, kocaman bir ekranda bir film izliyorlar” dedi annem. ilginç geldi tabii. “tamam ama yerde oturucam” dedim çünkü o aralar, yerde oturup tv izleme inadı dönemimdeyim. annem “kızım sinemada yerde oturamazsın, öyle bir yer değil orası” dese de nafile.
neyse, akrep çocuğun inadıyla başa çıkamayacağını bildiği için uzatmaz. sinemaya varırız. yerimizi alırız. tabii ki yerde kenardaki basamakta oturuyorum.* salondaki ışıklar söner, perde açılır * ve karşıma şu çıkar
hemencecik bitmişti film. daha çok devam etsin istemiştim halbuki. sonra ne olduğunu merak ediyordum. hikaye öyle bitemezdi ya, daha çok maceralar olmalıydı.
anneme yalvar yakar, bir daha götürtmüştüm. üçüncü kez istediğimde anneme muhtemelen fenalık geldiği için babama paslamıştı beni. o gün bu gündür iflah olmaz bir bilim kurgucuyum. *
dipnot: sinemada yerde oturmaya devam etmedim. daha iyi görebilmek için yerime geçtim. zaten ekranda neler yazdığını okuyamadığım için annemin bana okuması gerekmişti.
behzat ç. ilk yayınlandığında ben gazi üniversitesi'nde fizik okuyordum (sebebini az çok tahmin edebilirsiniz canan ergüder başlığına yazdığımı görünce). içimdeki fizik aşkı öyle böyle değildi. sonra okuldaki bazı hocalarla sokrates ve atom konulu tartışmalar yapmak zorunda kalınca (çok ciddiyim bu konuda) okulda mimlendim biraz. zaten hristiyan olarak da 100 tane ülkücüyle sınıf arkadaşı olmak zordu epey. biriyle bir kız için takışacaktık neredeyse hatta.
neyse efendim, ben de okula halk otobüsü ile gitmekten bıkmış ve metro ile akköprü'de inip oradan 15 dakika kadar yürüyüp okula öyle gitmeye başlamıştım. hatta hala var mı bilmiyorum ama oralarda bir büfe vardı. oradan hayatımda ilk defa aldığım yılbaşı milli piyango biletine 100 lira mı ne öyle bir piyango vurmuştu.
işte bu gidişlerim sırasında ankamall'ün önünde birisini gördüm. adam epey tanıdık geliyor ama nerede gördüğümü de çıkartamıyorum. ben ona bakınca o da bana bakmaya başladı. bakışa bakışa birbirimize doğru ilerledik, sonra ben yanından geçip gittim. ama aklımda tek bir soru vardı: "ben bu adamı nereden tanıyorum?"
o zamanlar behzat ç dizisi yeni başlamıştı sanırım. ben izlemiyordum ama akraba ziyaretlerinde falan maruz kalıyordum. yine böyle bir akraba ziyareti esnasında ankamall'ün önünde gördüğüm adamı televizyonda gördüm.
2-3 haftadır taşınma telaşındaydım. Bu sırada, aklımdaki tek şey, bir an önce taşınıp gitmekti. Eşyaların hepsi paketlendi, her şey tamam oldu ve nakliyat kamyonu geldi. Bundan 2-3 saat sonra da ev sahibi geldi ziyarete. Adı Hacı. “Hoş geldin.”ler “Beş geldin.”ler, ardından odamdaki Mustafa Kemal Atatürk tablosunu göstererek dedim ki; “Bu güzelim tablo yu arkamda bırakmak istemiyorum, bir yandan da duvara zarar verir diye korkuyorum.” İşte ben onu dediğimden sonra her şey koptu, kısa süreliğine durdu zaman. Tabloyu işaret ederek dedi ki; “Ha? Bu mu? Sen hiç merak etme. Bu tabloyu buradan sökmeye çalışan adamı direkt kovarım bu evden. Atatürkçüleri çok severim ben.”
Selam olsun sana Hacı abi. Ömrümün sonuna kadar unutamayacağım bir anı bıraktığın için minnettarım. Bir gün yine görüşeceğiz...
20 yıl kadar önce san fransisko’da sahne aldığım yerel bir grupla (talika mı metalik mi neydi) oda orkestrasıyla çalacaktık. Sonra trombona oturmuş grup üyelerinden biri, orkestra şefi mikail kamen abi de “sevdirsin gitsin eşşolular” demiş, çalamadan indik. Severdik, iyi adamdı mikail abi. Vefat etti zaten bir süre sonra.
iş görüşmesinde fal bakmak gibi enteresan bir hadisenin aktörü oldum. bir başka ilginç hadise de yıllar evvel garsonluk yaptığım kafenin sahibinin sırt ağrısını geçirmek için bardak çekmekti.
Lise yıllarım. Öğle arası yemeğinden hemen sonrası. Masumane bir şekilde lavaboya gitmiştim ellerimi yıkamak için. Lavabo duman altı... Artık ne kadar sigara içildiyse, nefes bile zor alıyorum. Şans bu ya, hoca baskın yaptı lavaboya. Ben dahil içerideki herkesi sıraya dizdi. Bağırış çağırış, azar filan derken sonunda sıra geldi kimin sigara içtiğini bulmaya. Alkolmetreye üfleyen sürücüler gibi tek tek üfletme gibi bir fikirle geldi kendileri. Üfleyen geçiyor... Sıra bana geldi tabi. Ben ve o yere batasıca gururum reddettik üflemeyi. “Ben üflemem hocam” dedim. Ardından ise yedim tokat üstüne tokat. Yine de üflemedim. Uzun lafın kısası içmediğim sigara yüzünden dayak yedim. Ve ilk defa dayak yediğim için ağlamıştım. Bu da böyle bir anımdır.
bilen bilir sabiha gökçen’de hint restoranı var. heh işte ben o hint restoranı’nı pideci sandım sırf vitrinde hamur işi gördüğüm için, tabelayı da okumadım tabii. pideci sandım ya, kasiyer hanıma “merhabalar, iki kıymalı alabilir miyim?” sorusunu sordum. akabinde; “beyefendi restoranımızda pide bulunmamaktadır” cevabını alıp, tabelaya baktıktan sonra dumur olup, samwell’in akgezenler’den kaçtığı gibi ayrıldım mekandan...
Üniversite bitmiş, işe yeni girmişiz.. eskişehir’de ikamet eden arkadaşlarla görüşmeye devam ediyoruz ara sıra. Bi hafta sonu, sinemaya gidelim diye aradım bi arkadaşı, falancalara da haber edeyim dedim. Tamam dedi. Sonra sırayla aradım herkesi, ayarladım buluşmayı. Şu gün su saatteki matineye gidilecek, şu saatte sinemada buluşalım, biletleri ben alırım, sonra siz bana verirsiniz…. Bu arada, arkadaşlar birilerine daha söyledi falan, toplamda 9-10 kişilik bi grup olmuştuk.
Ben aldım biletleri, herkesle sinemanın önünde buluştuk, merabalaşma, sohbet muhabbet derken girdik filme. Filmden çıktıktan sonra aramızda geçen diyalog: (gerçek isimleri vermiycem tabi, Ahmet Mehmet, Mustafa diye anlatacağım)
ahmet: salona girince yanımdaki mehmet’e dönüp “abi biz hangi filme geldik şimdi” diye sordum, “filmin adı ne?” dedim. Mehmet durdu, bi bana baktı, bi perdeye baktı, yanındaki mustafa’ya dönüp “Mustafa, bu filmin adı neydi, hangi filme geldik biz?” diye sordu.
mehmet: ya ne bileyim abi, morgase bana sinemaya gidicez dedi, tamam dedim. Sorgulamadım yani hangi film diye. Hem sen de bilmeden gelmişsin işte.
ahmet: ya ben de öyle canım, haddime mi hangi filme gitcez diye sormak.
mehmet: ben de dönüp mustafa’ya sorunca o da cevap veremedi iyi mi?
mustafa: Mehmet bana filmin adı ne diye sorunca ben de bi durdum, perdeye baktım, öbür yanımdakine sorayım dedim, sonra dönüp bakınca yanımda morgase’i gördüm. Sonra tekrar mehmet’e dönüp bilmiyorum abi dedim. Nasıl sorayım abi morgase’e?
Yorumsuz
Bunun geyiğini baya bi çevirmiştik…
Ya morgase sinemaya gidilecek demiş, yok ben gelmem diyebilir miyim?
Ecelime susamadım ben
Hangi filme diye soracak insanın aklına şaşarım
Ben daha sormadan tamam gelirim dedim zaten
mubalağa yapıyorlar tabi ki, malzeme bulmuşlar egzajere ediyorlar olayı. armutlar, hepsi unutmuş filmin adını. Hangi film diye sormadan gidilir mi… unuttukları için de yememiş tabi dönüp bana sormak
aaa nisanda aynı ekip bir araya geleceğiz, dur hatırlatayım ben bu olayı. Aynı şeylere her seferinde 3 saat boyunca gülmekten sıkılmadık, yine aynı geyiği çevirir güleriz.
Üniversite yılları, 14 katlı bir apartmanın 8. katında öğrenci evimiz var. Ev arkadaşlarımdan bir tanesi bir hayli hızlı yaşıyor. Boy-pos da var. Bu arkadaşla yaşadığımız bir anıyı anlatacağım, olayın içinde tanımadığımız ancak aynı apartmanda oturduğumuzu sonradan öğrendiğimiz dünyalar güzeli bir kız da var.
Üniversite öğrencilerinin çok sık bulunduğu, hatta apartmanların çoğu dairesinde öğrencilerin oturduğu bir muhitteyiz. Abartı olmasın ama oturduğumuz 56 daireli apartmanın 30 daire kadarında belki de fazlasında öğrenciler oturuyor. Haliyle bizim gibi bekar gençler yoğunlukta, ailelerinden uzakta yaşıyorlar.
Bir gün dersten geliyoruz, makine mühendisi ev arkadaşımız evde bizi bekliyor ve bol acılı kuru fasülye yapacak. Güzel de yapıyor kerata. Bol isotlu. Bir tek suyunu tutturamıyor. Tencereyi bir açıyoruz fasülye var, su yok. Tadında ise hiçbir problem olmuyordu. Garip.
Her neyse apartmanın içine girdik. Çift asansör var. Biri meşgul, binadaki görevli abimiz çöpleri topluyormuş. Diğer asansörde de meşgul yazıyordu ama arkadaş “hah, bastım tuşa geliyor” dedi.
Çok kısa bir sessizliğin ardından arkadaşım bağırarak konuşmaya başladı.
-kankaaaaa ne osururum şimdi fasulyeyi yiyip. Böyle zaaaart zaaaart.
Proct: Oğlum, bağırma biri geliyordur asansörle
-Yok kanka ben bastım tuşa rahat ol. Dedemden öğrendim ben osurmayı, o da severdi kuru fasulyeyi. Ama o yedikten sonra bahçeye gidip osururdu, sesi 50 metreden gelirdi...
Velhasıl asansör geldi. Kapıyı açtık, içeride bahsettiğim hanım arkadaşımız gülüyor. Belki tamamını belki de bir kısmını duydu. İnmedi de asansörden, bekliyor. Yukarı çıkacağım tekrar, binin isterseniz dedi. Sanırım bir şey unutmuştu.
Arkadaşımın yüzü kızardı, böyle bir garip oldu. Sonra asansörün aynasına dönüp: “uff, kanka kızarınca da çok yakışıklı oluyorum” dedi.
Zaten gülüyorduk, üçlü yapıp daha çok gülmeye başladık.
Ara ara aklıma gelir, gülümserim.
Hey gidi...
*
Bundan iki sene önce taksideyken sabaha karşı saat 4 5 civarı taksi sıra değişimleri olurdu durakta; kimi şoförler sabahçı akşamcı çalışır kimi elden verir anahtarı gündelik çalışır kimide kendi saatliği bitince anahtarı durağa bırakır arabayı çeker yakında biryere ki diğer şoför geldiğinde alsın , 5727 Ünsal abi arabasını çekti "allah bereket versin abi erkencisin" "eyvallah iş iyiydi bugün gitmeden bi demli çay içelim " çayları elimizde durağın önündeki bankta oturuyoruz klasik etrafı gözetliyoruz. "acaba bugün hangi dangalak olay çıkartacak" diye . 5 dk geçmedi durağın ilerisindeki kavşaktan iki tane eleman sallana sallana geliyor , ağızları yüzleri dağılmış bir tanesi elektrik direğinin dibinde beklemeye koyuldu kafasını kaldırıp kaldırıp ışığa bakıyor biriside kolunu kaldırmaya mecali yok el yapıyor . şimdi gün ağırmadanki bu vakitlerde kimse bu tip elemanları taksisine almak istemez olay yaşamasın(gasp,tutuklama,kavga vs...) velhasıl el yapan eleman yavaş yavaş Ünsal abinin kitlediği taksinin yanına geliyor arabanın ışıkları yanmıyor sarılıyor taksiye ağlamaya başlıyor . bağırarak "alsana beni içeriye la" "neden açılmıyorsun la sen " diyor boş taksiye . biz hop hemşerim falan yanına gidiyoruz ışık müptezeli haplanmış vatandaş direğin yanından sakat yürüyüşüyle yanımıza doğru geliyor "hoayırdır la" diğerinin gözleri yarı kapalı "oğlum bu araba beni almıyor lan " diyor ağlamaya devam ediyor . Emekli postacı ,konservatuar okuyan oğluna para yetiştirmek için garibim geceleri çalışan abimiz istanbul Türkçesiyle adamlara taksinin kapalı olduğunu isterlerse başka bir araçla gidebileceklerini izah etmeye çalışıyor derken arbede çıkıyor adamlar bağırış çağırış karşı yola geçiyor derken 5 dakika sonra birisi elektrik direğinin dibinde ışık izlerken diğeri yanında sızıyor .
Aslında anlatmayacaktım ama @larden loughness geçen bu şarkıyı çalınca anılarım hücum etti * saat sabah 8... kar, kış, kıyamet.. derse geç kalmak üzereyim koşuyorum. Neyse son dakika hocadan önce girmeyi başardım. Kıymetli hocam kürsüye doğru koşup kayarak durdu ve hiçbir şey söylemeden kibariye- annem açtı.. hafif hafif sallanmaya başladı.. hepimiz sessizce ne yapacak diye beklerken sandalyeyi başının üstüne kaldırıp çakmak misali sallandı şarkı boyunca.. gözler kapalı tabi.. yüzünde gevrek bi gülümseme ve yaş 50 *
Şarkı bitti ve hiçbir şey olmamış gibi dersine geçti.
4-5 yıl önce o dönemki sevgilimin zoruyla, ankara-batıkent'e uğrayan derya köroğlu'nun konserine gitmiştim. konsere gitmeden önce de gitarla ilgili bir iş için gitar dükkanına uğradığım için sırtımda gitarım var.
konseri dinlediğimiz pozisyon da kalabalıktan ötürü derya beyin sahnesinin hemen arkası.
bir ara derya bey arkasına döndü. adamla göz göze geldik. bana "klasik gitar mı o?" dedi. ben de gürültüden dolayı tam anlayamadım o kısmı, roadie'sine "klasik gitarımız yok mu?" diyor zannetmiştim. sonra sevgilim konserden sonra "adam sana soru sordu neden öyle bakıp durdun" deyince olayın farkına vardım.
bu da böyle bir anı işte. nedense ünlülerle yan yana gelince basiretim bağlanıyor. bazı aktör ve aktrislerde de bu tarz durumlar yaşadım.
bir gün yakın bir arkadaşımla uçaktayız, yanyana oturuyoruz. ben koridor tarafındayım. bir ara sağa doğru seğirterek camdan baktım ve arkadaşıma dönerek ''şu an 35 bin ft yükseklikte gidiyoruz'' dedim. kendisi inanmadı ve hatta dalga geçti. ben başımı yasladım koltuğa hafif hafif sırıtırken, kaptan pilotun anonsu duyuldu ''değerli yolcularımız kaptanınız konuşuyor. anadolujet havayolları tk7260 saw-ada seferimiz 35 bin ft yükseklikte devam etmektedir. takribi 20 dk içerisinde iniş hazırlıklarına başlıyor olacağız. hepinize iyi uçuşlar dilerim'' ... arkadaş bembeyaz bir surat ifadesiyle yüzüme bakakaldı, ben kahkaha atıyorum... adana'ya indik, arkadaşlarla sohbet ederken bizimki arkadaşlara şöyle dedi ''bu laz ziya var ya manyak, cidden manyak. uçağın camından bakıp yükseklik hesaplıyor'' :)
doğum günümden bir gün önce yine haytalık peşindeyken iki parmağımı çok derin kesmiştim. ailem de doktora götürmüştü. doktor da yarayı görünce beni köşeye çekip 'bak evladım, eğer bunu ailen yaptıysa söyle bana. ben gereğini yapmak için uğraşırım, zira bu yara çocuk işine benzemiyor '' demişti. ben de aptallığımdan ötürü iki kat utanıp inkar etmiştim pek tabii:) halen aklıma geldikçe salaklığıma yanarım:)
Lisede önünde erotik temada yazı yazan boxerlarım vardı.
Erkek Öğrenci yurdunda kalanlar bilir duşlar devlet yurtlarında genelde yan yana bir aradadır neyse birgün duşu aldım odama gidecem işte erkek yUrdu ya rahat geziyorsun yurda alıştıktan bir süre sonra biri gördü Boxerı çok ilginç ve komik buldu herhalde sanki bir şey var gibi yanındakileri de topladı Boxer üstüne tartışmaya başladılar görseniz bir sempozyum vermedikleri kaldı sonra bu boxerların ünü yurtta yayılmış üst sınıflar bir gün boyunca odaya dadandı boxerları görmek için nerden aldın, bayağı ilginçmiş, satsana Bana vs vs.
Hayatımda yaşadığım ilginç anılardan biriydi o gün.