Önce bir sistemin olması gerekir. Fazla dağınıklar ve muhataplarının yani öğrencilerin isteklerini bi taraflarına takmiyorlar. Eğitim bakanlığı adamların gözünde bir show mekanı. ..
bugün öğrendim ki, son 15 senedir hiç bir öğrenci başladığı sistemle ve müfredatla mezun olmamış.
"15 yılda ne eğitim sistemi ne sınav sistemi rayına oturdu, hiçbir öğrenci başladığı sistemle ve müfredatla mezun olamadı, aileler de öğrenciler de okulla da yoruldu.” CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Bursa Milletvekili lale karabıyık kaynak
sorun neydi bilmiyorum ama, haremlik-selamlık uygulamasıyla olmayan bir soruna çözüm bulunmuş mesela istanbuldaki bir okulda: "İstanbul Kartal Cevizli Ortaokulu’nda kantin ‘Kızlar’ ve ‘Erkekler’ olarak ikiye ayrıldı" haber
Sorunlardan bir tanesi (ya da en temel olanlarından desem daha iyi olacak) ailedir. Evet aile. Çünkü bir veli toplantısı yaptığınızda net bir biçimde çocuğun yansımasını görebilirsiniz. Türkiye'de eğitim konusunda aileler bilgisiz. Topu öğretmene atmak yaptıkları tek şey neredeyse. Bu noktada bilinçli aileleri tenzih ediyorum elbette. Bana kalırsa eğitim ailede başlar, okulda devam eder. Yani bazı temel şeyler ailede öğrenilir. Ana dil gibi düşünün. adı üstünde. Konuşmayı öğreniyor, anne diyor baba diyor gel, git, su vs. İşte olay bu kadar değil. Saygı, hoşgörü, empati yapma, duyarlı olma gibi konularda da aile çocuğa destek olmalı. Kısacası öğretmen dadı değil arkadaşım. Eğitim dediğin şey veli-öğretmen iş birliği ile yürümeli. Bu kadar net.
6. sınıftan itibaren her yıl matematikten, geometriden, analitik geometriden, fizikten, kimyadan, biyolojiden bunların uygulama derslerinden ve -anladınız işte- alakalı ne varsa onlardan kaldım. sene sonu sınavı, sene başı sınavı, kurtarma sınavı, son anda hangi sınav varsa ondan ucu ucuna geçer not alıp sınıf tekrarından kurtuldum.
matematik temelimin zayıf olduğunu, ilgim olmadığını söyledi öğretmen sıfatı verilmiş insanlar. işi ailemin ilgisizliğine, evimdeki spekületif sorunlara kadar götüren oldu. bu arada adı sanı olan meşhur bir okuldayım.
sonra avrupa'ya gittim, son seneyi orada bir kasabada okudum. Öğretmen bir iki ders anlattı, test yaptı, neyim ne değilim onu sordu, eski karnelerimin kopyalarını istedi. 3 hafta sonda dedi ki "ben tam olarak ne olduğunu anlayamıyorum, senin matematik kafan var, açıkça yeteneğin var, bu başarısızlığı anlayamadım".
araları hızlı geçeyim. özetle adam bizde müfredatın kapsamına bakıp sarsıldı. "bu kadar şişik müfredatla sadece soru tipi ezberlersin, bir bok anlamazsın ki" demeye getirdi. garibim bilse ki bizde sistem onun üzerine kurulu, matriks-determinant çözüp "bu işlem neyi çözer" dediğinde suratına alık alık bakan hocalarla dolu.
Kişilik tipleri var, bunları bilip müfredtı yönlendirmesi gereken rehberlikçiler var. "sorunlarım var", "ders çalışmak istiyorum ama beceremiyorum" diyen çocuklara "şimdi yemeğe çıkıyorum canım sonra konuşalım" demekten ibaret meslek icraları. bizdeki matematik sadece tek bir kişilik tipine hitap ediyor. başarı oranı da tam o yüzdede. embesilliğe bakar mısın.
Neyse arkadaş özetle o sikindirik kasaba okulunun öğretmeni sorunun eğitimin benim kişiliğime uyarlanmış halde sunulmamasından kaynaklandığını çözdü, gitti bir popüler matematik kitabı verdi mesela, hala kütüphanemde baş köşemdedir. soru çözmemi değil, yazmamı istedi. ozel ders falan da vermedi. haftada bir ders sonunda 5 dk. konuştuk
döndüm, sıfır çektiğim üniversite sınavında ilk tercihlerimden birine girdim. hala hesap kitaptan ekmek yiyorum.
şu yazıyı bile okumaya üşenecek insanlar yetiştiren, "yapamadığın soruyu geç" kadar ağır bir gerizekalılığı öğretmeyi marifet sayan bir kafa, bu kafaya aşık öğretmenlerdir sorun.
1. m.e.b. , ÖSYM, talim ve terbiye kurulu gibi eğitim sistemini belirleyen kurumlar liyakate göre yükselmiş ve bilimi/aklı/felsefeyi ön plana koyan insanlarla doldurulsun.
2. yök kaldırılsın ve üniversitelerin başına tarafsız ve siyasi bağlantıları olmayan rektörler seçilsin.
ismi zaman zaman değişse de resim dersleri ve müzik dersleri var ilk sınıflardan başlayarak. resim derslerinde dağların arasından doğan güneş, bacasından duman tüten ev resmi yapar çocuklar. müzik derslerinde blok flütü tükürük doldurup tıs tıs ederler. bilmedikleri bir şeyi yapmaya zorlanırlar. resmi yapmadan önce bakmayı ve görmeyi, düdüğü çalmadan önce dinlemeyi öğrenmeleri gerekiyor. resimde örnekler göstererek boyama teknikleri, kompozisyon, renk, konu, ritm bilgisi, baktığın resmi görmek ve okuyabilmek gerekiyor. bunları bilmediğin zaman üretilmiş işi değerlendirmesini öğrenmiyorsun. müzik için de çalgıların seslerini tanımak, müzik türlerini öğrenmek, ritmleri bilmek gerekiyor biraz. resim dersleri azaptı ama müzik açısından çok talihliydik biz. müzik öğretmenimiz flüt çaldırmadı bize. hiçbir şey çaldırmadı. dinletti. kimi zaman tek tek çalgılar getirdi sınıfa kendi çaldı, kimi zaman kendi koleksiyonundan plaklarla geldi sınıfa dünyanın müziklerini dinletti çeşit çeşit. flüt üfleyerek nefes tüketmedik, kulaklarımız açıldı, her çeşit müziği dinlemeyi, sevmeyi öğrendik. bunlar zaten sınavlarda sorusu olmayan dersler ama insanın hayatını zenginleştiren, iyisi, güzeli mutluluk veren şeyler. üstelik masrafı da yok. ne resim defteri gerekiyor ne boya kalemi, ne de çalgı. bazı şeyleri herkesin üretmesi gerekmiyor. üretilenin keyfine varmak, tadını çıkarmak, yemekten başka şeylerle de doyuma ulaşabilmek çok değerli.
buna genelde verilen hazır ve popüler cevaplardan biri şu şekildedir:
"türk eğitim sisteminde iki eksik vardır, biri eğitim, diğeri sistem."
ben bu tarz sözleri şirin sözler olarak adlandırıyorum. tek tümce, her ne kadar vurucu olsa da, sorunu betimleyecek kadar, ya da diğer bir deyişle hasta bir sisteme tanı koyacak kadar yeterli değildir. bu sebepten dolayı, yukarıdaki gibi kısa ve şirin bir şekilde bitirmek yerine, konuya biraz daha açıklık getirmek istiyorum.
ayrıca, belirtmek isterim ki, bu yazımda kısa olması adına sadece dil ve tarihle iligli sorunlara değineceğim. ileride düzenlemelerle diğer alanlara dair eklemeler yapabilirim. türkiye'de eğitimle ilgili sorunların hepsine değinecek olsam muhtemelen ortaya birkaç on ciltlik bir yapıt çıkabilir.
== gerekli tanımlamalar ==
(bu kısım benim eğitimi nasıl gördüğümle ilgilidir ve çoğunlukla diğer bölümlerle pek de alakası yoktur. dolayısıyla diğer bölümlere doğrudan atlama yapılabilir.)
ilk önce eğitim ve öğretim ikilisinin ne olduğunu tanımlamak gerekir. daha doğrusu bu ikiliden birini tanımlamaya dahil etmeyeceğimi söylemem gerek. genel olarak öğretim kavramının ruhbilimi içerisinde yeri bulunmamaktadır. burada önemi olmadığını söylemiyorum, ama öğretimi "eğitimin veya eğitimin resmi müfredatının planlanması" olarak, kısaca ve kör bir şekilde tanımlıyorum. bu sebepten dolayı bireye ve zihne dair bir sorun değil, topluma ve toplumsal bilince* ait ve ağırlıklı olarak bağlama dayalı bir sorun.
onun dışında eğitimi, (i) bir kişinin zihinsel yeteneklerini genişletmesi veya (ii) varolan zihinsel yeteneklerinin geliştirilmesi olarak görüyorum (bunu aynı zamanda yabancı dil öğrenmek/#49689 no'lu girdide de belirtmiştim). yani, sporda iyi olan bir çocuğun sporunu geliştirmesi eğitimi ilgilendirmektedir, ya da bir sporla ilgilenen bir bireyin başka bir sporla uğraşmayı istemesi halinde bu yeteneğinin genişletilmesi de eğitimi ilgilendirmektedir. burada, özellikle spor örneğini vermekteyim, çünkü biz ne yaparsak yapalım, her eylemimizi zihinsel bir etkinlik önceler, sporun sonculu fiziksel olsa da, zihinsel etkinlikler de barındırır.
burada genişletme ve geliştirmeyi de tanımlamamız iyi olacaktır. genişletmeden kastettiğim, bireyin zihinsel yeteneklerine yenilerinin eklenmesidir; yani futbol oynayan bir bireyin isteği üzerine basketbola eğitilmesi. geliştirme ise varolan bir yeteneğe yönelmektedir; yani futbol oynayan bir bireyin futbolda daha fazla eğitilmesi.
gerekli tanımlamaları yaptığımı düşünüyorum. dolayısıyla eğitim ve eğitimin geliştirilmesi veya genişletilmesinden bahsettiğimde bu tanımlarım içerisinde kalacağım.
daha önce türkiye'de yabancı dil öğrenmenin nasıl gerçekleştirilebileceğine değinmiştim yabancı dil öğrenmek/#49689. ama sorunlara pek değindiğimi sanmıyorum, ama türkiye'de, sadece dili öğrenmekle ilgili değil, genel sorun eğitimin hep ulusalcı veya ulusal temelli politik çizgiler üzerinden yürümesidir. bu, genel anlamda (belki bana katılmayacaksınız ama), türk devriminin getirdiği bir sorundur ve kesinlikle bilinçli değildir, yani biz ve atalarımız bir şekilde suçlu tutulamaz. devrimler "biz"i güçlendirir ve "biz" düşüncesi çoğunlukla sanal, gerçeğe dayanmayan bir düşüncedir.
bugün türk dil kurumunun gerçekleştirdiği akademik çalışmalara çoğu kez "güzel türkçemiz" diye başlanır, ancak "güzel", bilimsel niteliği olmayan bir kavramdır. bir fizikçi/kimyacı nasıl "bu parçacık çok güzel, bu element daha da güzel." deme ihtiyacı hissetmezse, dile dair çalışmalar da bunu diyemez. bunu, saussure'den beri biliyoruz, ancak türkiye, hala, 21. yüzyılda roma dönemine ait dilsel kuramlarla uğraşmaktadır. belki şöyle bir düşününce türkiye'de akademinin eğitime pek de etkisi olmadığını düşünebilirsiniz, ancak türk dil kurumu, dil konusunda tek otoriteydi ve dolayısıyla, hiç değilse dil konusunda eğitime ister istemez fazlasıyla etkisi oldu.
hepimize okulda "dilin ne olduğu" değil, "türkçe'nin ne olduğu", "nasıl güzel olduğu" ve, en tiksindiğim yanı, "dilin edebiyat olduğu" öğretildi. dil, roma döneminde böyleydi, ama çok da uzak olmayan bir geçmişte, saussure'den sonra dilin ortak bir çerçevede açıklanabileceği düşünüldü, dolayısıyla artık latince, grekçe, almanca ya da ingilizce'nin nasıl bir dil olduğu düşünülmedi, genel ve basit olarak "dil nedir"e dair çalışmalar yapıldı, "nasıl öğretilir"e değinildi ve bu çalışmalar küresel olarak hala geçerliliğini sürdürmekte.
ama milli eğitim bakanlığı ve türk dil kurumu, döneminin şartları ve talihsizliklerinden dolayı yüzlerce sene geride kaldı. bizim biat kültürümüzden dolayı da sonradan bu kurumlara yerleşenler, deyimi yerindeyse, hoca efendilerini takip edip, aynı yanlışı genişlettiler.
dolayısıyla benim dönemim için, dört sene öncesinin üniversite sınavında, dil konusunda bir şizofreniden sınandık. ben dilbilime yerleştiğimde ağız birliğiyle "bildiğiniz her şeyi unutun." diyen öğretmenlerimiz, dört sene boyunca bütün bildiklerimizi yıktılar ve benden sonra bu eğitim sisteminde dil eğitimi alan gence açıkçası acıyorum ve hala acımaktayım.
bu kadar tarihten bahsettim, artık dil eğitimine dair tanı koyma vakti gelmiştir. dil eğitimimiz, eskidir, hatta eski değil, bir ölüdür, ve bu ölüyle o kadar çok oynaşmışlardır ki büyüklerin şizofrenileriyle sınanan ve yıkılan gençlikler vardır. inanın, "türkçe nedir" değil de, "dil nedir" bilseydiniz, istediğiniz herhangi bir dili bu eğitim sistemi size verebilirdi.
sonuç olarak, tedaviye gelecek olursak, dil politikalarının gözden geçirilmesi, dil akademisinin ve eğitimin çağdaşlaştırılması gerekir. bu, türk dil kurumunun kökten yenilenmesi veya milli eğitim bakanlığı'nın, kendisinin yıkıcı bir reforma uğraması koşuluyla, türk dil kurumu'ndan bağımsızlaştırılmasını gerektiriyor.
ilk önce bu sorunun sadece türkiye'de olmadığını, global bir sorun olduğunu, ama devrim tarihimiz gereği bizde büyük bir etkisi olduğunu söylemeliyim
öncelikle sormak isterim: insan neden geçmişi kaydeder? hatırlamak için. ama her şeyi hatırlamak sizce iyi bir şey midir? ya da herkesin her şeyi hatırlamak zorunda olması?
benim görüşüm, tarihe dair kayıtların öğretimi, eğer bir düşünce tarihini betimlemiyorsa, gereksizdir. burada düşünce tarihinden kastım, örneğin, herhangi bir felsefe okulunun ya da felsefenin uğraşısının tarihidir. örneğin varoluşçuluk düşüncesinin tarihi gibi. tabi burada sadece felsefe anlaşılmasın. herhangi bir bilim alanının, biyolojinin, fiziğin ve diğer birçok pozitif ve sosyal bilimin tarihi de en az felsefe tarihi kadar önemlidir. bunun dışında, herhangi bir milletin ya da milliyetin tarihini düşünce tarihi kapsamına almıyorum. belki aranızda tarihi sevenlerin kalbini kırıyorum, ama böyle eğitildik, böyle eğitildiniz, size de bir şey diyemem.
tarih eğitimi, ulusal bilinci oluşturmak için verilir, ancak siz bir varoluş olarak bu ülkede şans eseri doğdunuz ve, hobbes'un deyimiyle, bu ülkenin ulusal bilincine katılmak için bir anlaşma oluşturmadınız (hobbes'un monarşiyi savunduğunun farkındayım bu arada). milliyete dair tarih, akademik anlamda uğraşılabilir bir alan olsa da eğitim alanında, pratik anlamda, gereksiz bir eğitimdir.
bugünkü tarih eğitimi, kuramsal anlamda ulusal bilinci oluşturmanın yanısıra, pratik anlamda aslında birinin kendini geliştirmesi durumunda ülkede kalması, ülkeyi terk etmemesi için verilir. ancak, başta tanımladığım üzere, eğitim zaten zihni geliştirmeye ve genişletmeye yönelik bir etkinlik olursa birey zaten ülkesini terk etme ihtiyacı hissetmeyecektir. kendini bu ülkedeki eğitimle geliştirdiğini, hala da geliştirebileceğini ve çocuklarının da bu eğitim sisteminden yararlanacağını bileceği için birey ülkeyi terk etmez.
tedaviye gelecek olursak, milliyete -örneğin (bkz: türkçülük)- ve politikaya -örneğin (bkz: islamcılık)- dair eğitimlerin kalkması, ya da milliyete dayalı tarih eğitiminin türk devrim tarihiyle sınırlandırılması ve koca bir eğitim sürecinin ve sınav sistemlerinin küçük bir kısmını kapsaması gerekmektedir.
ek olarak, bu sorun, bu bölümün başında da belirttiğim üzere, sadece türkiye'ye özel bir sorun değildir. bugün, düşünce tarihi haricinde milliyete dayalı eğitimin yürürlülüğü birçok ülkede sorundur (aksine, pek çok ülkede politik tarih eğitimi yoktur ve belki de bu onların başarısının bir göstergesidir).
== sonuç olarak ==
politik anlamda düşünecek olursak, son yüzyılda monarşiden demokratik sisteme geçişimizde sistemi değiştirebildik, ama zihinler aynı kaldı. belki atatürk'ün, belki de askeri kimliğinden dolayı, en büyük başarısızlığı bu olmuştur. yapmak olmaktır (bkz: to do is to be) düşüncesi, bir tek alfabenin dönüşümünde ve okur-yazarlık oranının artırılmasında işe yaradı. onun dışında, bir yüzyıldır milletten oy alınıp, demokrasi adı altında (bir tek babadan oğula devredilmeyen) monarşiler oluşturulması, ve bunun için en etkin yöntemin kitleleri bilerek, kasıtlı olarak cahil bırakılması en büyük sorunumuzdur. bu sorun, türkiye'de her hükümette az çok kendini göstermiştir.
türkiye'de hiçbir hükümet (atatürk'ün oluşturduğu hükümet hariç), aslında, sizin kendinizi geliştirmenizi istemedi, istemez, sadece oyunuzu ister. oyu almanın en iyi yöntemi iyi bir koyun yetiştirmektir, iyi bir koyun da istenilmiş derecede yetiştirilmiş insandır.
bu, özellikle ortadoğu'da islamla tanışmamızdan sonra içimizde yeşeren biat kültüründen beslenir. kim bilir, belki de bu ülkede eğitimi düzeltecek en büyük çözüm, bu biat kültürünü, hocacılığı, takipçiliği, yalakalığı yıkmaktır.
edit: girdi gönderimleri. son kurtadam'a teşekkürler.
Dünyadaki en başarılı eğitim sistemlerinin birinin uygulandığı bir ülkede yaşıyoruz, evet.
Sebebi şudur: Muallimler, Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür, nesiller ister. Demiş bir mütefekkir. bu mütefekkirin bahsettiği bir nesil var mı ortada? Büyük bir çoğunluğu hızlı etkileşimden kaynaklı büyük il merkezlerinde olmak üzere Çok az. O halde fikri, vicdanı ve irfanı esir edilmiş ve bunu istediği şekle koyup istediği gibi kullanan bir iktidarın bakış açısıyla baktığımızda eğitim sistemimizin son derece başarılı bir sistem olduğunu anlamak pek de zor olmaz. Çünkü bir insan, kendini karşısındakine kabul ettirdiği müddetçe kendini başarılı sayar. şimdi düşünün, siz olsanız tek tip insan yaratma konusunda önemli adımlar atmışsınız ve çok şey başarmışsınız kendinizi başarısız mı sayarsınız?
Üstüne bir de bunun farkında olup da düzenin değişmesi talebinde bulunanların aklıyla alay edercesine her yıl sadece ismen değiştirip, bakın; biz bunun için her yolu deniyoruz, denemeye de devam edeceğiz, izlenimini oluşturup algı oluşturmaya çalışmaları da ayrı bir cambazlıktır.
Bakan çıkıp “matematik bilmeyen öğrenci üniversiteden içeri birine bakıp çıkmak için bile giremeyecektir.” Dedi. Herkesten dört dörtlük bir matematik performansı bekleyemeyiz önce bunu kabul edelim. Bunu beklersek sözelcilerin boynuna ipi takıp taburesine tekmeyi vurmuş oluruz. Ya bu ülkeye başbakanlık yapmış olan adam “sevgili öğrenciler, iyi tatiller” yazmasını bilmiyor. Sen kalkmış bunu diyorsun. Ve artık durup durup imam hatip açmaktan vazgeçmeliler. 2 sene imam hatip lisesi okumuş biri olarak söylüyorum o mesleki din derslerinin hangi birini üniversite sınavında karşımıza çıkardınız. İlk ve ortaokul Din kültürü ve ahlak bilgisi sorularını sorup senelerce fazladan gereksiz ders gösterdiniz. Tarih dersini seçmeli mesleki dersleri zorunlu yaptınız. Tefsir, fıkıh, kelam vs mesleki dersleri yerine coğrafya, tarih ve o çok istediğiniz matematik derslerini fazladan koysaydınız ya. Ondan sonra çıkıp ahkam keserdiniz. Bize bu sistemi zorunlu kılanların hangisinin çocuğu bu sistemde okuyor çok merak ediyorum. Kişinin ilgi alanına göre bir sistem geliştirilmeli gerekirse o bölümler için mülakat ile alım yapılmalıdır. Ve son söz olarak Osmanlı döneminde Enderun'da bir duvar yazısı şöyledir; “Burada hiçbir balık uçmaya, hiçbir kuş yüzmeye zorlanmaz."
İzninizle bugün biraz mesleği insan yetiştirmek olan bazı felaketlere verip veriştireceğim. İşini layığı ile yapanlar, lütfen siz kenarda durun.
Bir çocuğun, küçücük yaşından itibaren karıştığı toplumsal yapı olan okulda ailesinden sonra tanıdığı ilk yetişkindir öğretmen.
Bir insan neden öğretmen olmak ister? Neredeyse şekillenmemiş hamur halinde eline gelen çocuğu; yetiştirmek, hayatı öğretmek, topluma nasıl faydalı olunur? Bunları öğretmek ve eğitmek için değil midir? Normalde cevap evet olmalıydı Ama değil. Bir kısmına göre bu meslek para kazanmak için araç. Yüzünden düşen bin parça ile oflayarak merdivenleri çıkıp sınıfa giren, sık sık rapor alan, mezun olduğu bilgi ile kalıp yenilenmeyen zihniyet bana göre öğretmen deeeğiiiil!
Bugün bir öğretmen arkadaşa sohbetimiz esnasında okuryazarlık ne diye sordum. Bu nasıl soru dercesine, aşağılayan bir bakış attı Ve beklediğim cevabı verdi, "kelimeleri doğru şekilde anlayıp gerektiğinde sesli telaffuz etmek" dedi. pisa raporlarını okuyor musun dedim? Alaycı gülümsemesiyle "yahu nerden buluyorsun böyle şeyleri?" dedi. "Sizin bakanlık, web sitesinde her 3 yılda bir yayınlıyor, Orada var, Mutlaka okumalısın. Öğrencide öğrenmeyi engelleyen öğretmen davranışlarına ait verileri de mevcut! " dedim. Cümlemin bitmesi ile gözlerindeki bomboş bakış "sen ne boş adamsın" dememe yetti. "Siz eğitime bu şekilde mi bakıyorsunuz" dediğimde "ne yapalım, aldığımız maaş ortada. Fazla verdiler de biz mi esirgedik emeğimizi" dedi. (koca bir yuh!)
Bu ve bunun gibiler eğitimci olamaz. Bu ülkede öğretmene verilen maaş belli seçerken bilmiyor muydun? Daha çok kazanabileceğin bir iş yapsaydın o zaman.
Bir çocuğa basit bir konuda bile doğruyu öğretebilmenin manevi hazzını yaşayamayan, her gün sınıfa girmeden önce bugün daha farklı neler öğretebilirim diye düşünmeyen, kendisini çağa göre yenilemeyen, en önemli akademik bilgilerin kendi branşına ait olduğunu düşünenler olduğu sürece eğitimde başarı söz konusu olamaz. Ve maalesef ki hiç de azımsanmayacak bir oran.
"Eğitim" kavramının bile içini boşaltmış insanlar sadece gelir kapısı olarak gördüğü bu mesleği yapmasın ve bir insanın ömrüne etki edecek hatalara sebebiyet vermesin.
bu yazı hepimiz için çok önemli. o yüzden yazmayı uygun gördüm. ilk iş konumumuz ne? biz ne alemdeyiz de bu kadar bu konuyu önemsemeliyiz? hiç "günlük hayatta ne işimize yaradı matematik" konusuna girmeyeceğim, zaten o şekilde atıp tutmaya başlarsam benim de ilkokul mezunu dayılardan farkım kalmaz.
peki bunlar ne anlama geliyor?
özellikle matematik, okuma anlama ve fen bilimlerinde bu durumda olmamız, ekonomide ilk 10'a oynamaya çalışan bu ülke için vahim. hani diyoruz ya biz ülkenin içine ettik, umarız sonraki nesil düzeltir diye. bu nesil düzeltebilir mi? 14-15 yaş çocuklarından bahsediyoruz.
matematik ve fen olmadan biz bilim insanı üretebilir miyiz? liselerde fen ve matematikte çocukları geliştirmeden bilim insanı üretebilir miyiz? üniversiteyi bir kenara bırakın, lise daha önemli. bunu şu videoyu izleyerek daha iyi anlayabilirsiniz.
bir de bu pisaya giren yaşta çocuklar, daha lgs'yi yeni geçmiş çocuklar oluyor. yani lise hazırlık veya 9. sınıf. bu yaştaki çocuklardan rastgele seçiliyor pisa testine girecek olanlar. peki bu rastgele seçilen çocuklar bu pisa'ya girmeden daha birkaç ay önce lgs'de ne becermiş?
işte şu grafiği becermiş. bu grafiği meb'in lgs 2019 analizlerinden buldum. bu analizlerin devamını buradan bulabilirsiniz.
lgs merkezi sınav puanı, 100-500 arasında bir puandır. bu sınavda türkçe matematik ve fenden 20 soru; tarih, din ve yabancı dilden 10 soru olmak üzere 90 soru sorulur. 20 soru sorulan 3 dersin katsayısı 4'tür. diğerleri 1'dir. yani türkçe, matematik ve fen performansı, sınav puanının büyük bölümünü oluşturur. soruları pisa'dan esinlenilerek yapılmış çoktan seçmeli sorulardır. yani lgs bir anlamda pisa provasıdır. bu lgs analizleri aslında durumu daha iyi açıklıyor pisa sonuçlarına nazaran.
lgs puana göre öğrenci sayısı dağılımından şu sonuç çıkıyor: bizim sistemde kaliteli öğrenci de çıkıyor, ama çoğunluk 200-300 arası alan, matematik ve feni batıran(lgs analizlerin devamına bakarak) öğrencilerden oluşuyor. bunlar evinin en yakınındaki imam hatip, meslek veya düz liselere gidiyor.
bu da bize pisa'da neden battığımızı açıklıyor. bu yaştaki çocuklardan rastgele, dengeli bir dağılımla öğrenciler seçiliyor çünkü ve bunların içerisinde kaliteli öğrencilerin oranı %10 kalıyor ve başarısız çoğunluk ortalamayı aşağı çekiyor. bu başarısız çoğunluk o kadar fazla ki, başarılı olanların yaptığı birkaç yüksek puan ortalamayı yükseltmekte yetersiz kalıyor.
peki bu sorunu çözmenin, lgs'de ve pisa'da ortalamaları yükseltmenin yolu nedir?
cevap şu: kaliteli öğrencilerin nadir çıkan azınlık değil, çoğunluk olmasını sağlamak. dedik ya, bu çocukların çoğunluğu imam hatip, meslek veya düz liselere gidiyor diye. işte bu niteliksiz liselerin kalitesini yükseltmek.
şimdi hiç imam hatipler kapatılsın demeyeceğim, dindarı da laiki de memnun edecek bir çözüm sunacağım bu imam hatip olayı konusunda: bence imam hatip bir okul türü değil, bir program olmalı, imam hatip ve anadolu liseleri birleşmeli. her okula giden öğrenci imam hatip mi anadolu mu programda okumak istediğini seçsin. talebe göre bazı sınıflar imam hatip sınıfı, bazı sınıflar anadolu sınıfı olsun. anadolu lisesi öğrencileri ile imam hatip öğrencileri aynı okulun içinde okusun, istemeyen kimse imam hatip programını mecburiyetten okumak zorunda kalmasın. imam hatip programı veren liseler de kartal anadolu imam hatip lisesi gibi olsun. bilimde fen liseleriyle yarışsın.
meslek liseleri bize ara eleman yetiştirir, o anlamda meslek liseleri önemlidir. ama meslek lisesi tembel okulu olmamalıdır. öğrencileri hem derslerinde başarılı hem alanında mesleki yeterliliği olan öğrencilerden oluşsun.
peki bu okulların hepsini nasıl kaliteli yapacağız?
kaliteli öğretmen koyarak. finlandiya'daki gibi öğretmenlik hak ettiği gibi üst sınıf ve maaşı yüksek bir sınıf olsun, öğretmenlik'in puanı daha yüksek olsun. öğrencilerin mecburiyetten gittiği değil, tıp gibi peşinden koştuğu ve çalıştığı bir bölüm olsun öğretmenlik. öğretmenler yüksek lisans ve üstü öğrenim görenlerden seçilsin, öğrenciler, öğretmenleri puanlasın; tıpkı öğretmenlerin öğrencileri sözlü notu üzerinden puanladığı gibi.
son olarak, fen liseleri artık 60'lardaki mantıktan çıkmalı ve bir bakıma girerek reformdan geçmeli. geçen baktım anadolu ve fen liselerinin haftalık ders saatlerine, mf derslerinin saatleri aynı. adı fen lisesi ama ortada mf ağırlıklı bir program yok. fen liseleri zamanında kuyuya düşen köpeği kurtarma girişimleriyle gündeme gelmiş bahçeşehir fen ve teknoloji lisesi gibi olmalıdır. üniversite seviyesi mühendislik dersleri verilmelidir, elektronik, yazılım, mekatronik dersleri olmalı ve bu dersler arduino ve scratch'ten öteye geçmelidir. her fen lisesinin bir robotik takımı bulunmalıdır. ve mf dersleri ağırlıklı olmalıdır. çünkü fen liselerinin amacı bilim insanı yetiştirmektir ve bilim insanı yetiştirmek için mf derslerine ihtiyaç vardır.
daha iyi çözümleriniz varsa aşağıya yorumlara yazın. ben de daha mantıklı çözümler bulduysanız öğrenmek isterim.