bu yekpâre akış, durgun, derinden... her aynada yalnız kendi görünen bu yüz ve şifasız hüznü eşyanın kendi cevherinde mahpus bir ânın dağıttığı dünya hep yaprak yaprak, dalgın, unutulmuş sesleri uzak bir uykudan bana tekrar dönenler, içimde, dışımda hep aynı çember! bin elmas parıltı oyun ve halka küçük ve hiç değişmez dalgalarla bende bana meçhul akşamlar yoklar! gülen ve gömülen gölge ufuklar acayip davetlerin rüzgârında her lâhza yine kendi sularında!...
uzakta, aya çok yakın bir yerde, çılgın ve muhteşem harabelerde, büyük sükûtların fırtınası var. mermer duvarlarda kırılmış sazlar, çok genç uçuşunda ve hangi haşin yıldıza gülerek çarptığı için alnında bir siyah nokta geceden kovulanlar ışık bahçelerinden, bütün ayrılıklar hepsi orada bu çıplak, ümitsiz ve saf duada. ve bir kadın beyaz, sakin, büyülü göğsünde kanıyan bir zaman gülü mahzun bakışlarla dinler derinde olup olmamanın eşiklerinde.
garip telâşını, binlerce fecrin ocağında nezir güvercinlerin hülyâm o kıvılcım ve kül yağmuru çırpınır bu beyaz mahşere doğru! ey hiç şaşmayan göz, büyük atmaca gölgesi güneşin üstünde uçan dişi kuyruğunda ebedî yılan, ve üstüste rüyâ! bir ses yavaşça, bir ses, bin uykudan mahmur ve zengin zümrüt usaresi maviliklerin suların üstünde arar kendini yoklar, ömrün bütün sahillerini çizgiler silinir, ufuk bir beyaz çin kâsesi olur, toprak, yosun, saz hep birden tutuşur, nârin kemerler alevden sütunlar, altın, mücevher, ah bu çılgın yağma...orman çatırdar ve çıplak aynası ufkun tekrarlar büyük masalını aydınlıkların.
elele bir oyun bugün ve yarın bütün pınarlara koştum cevap yok tekrar bana döndü her attığım ok her çığlık önümde tutuştu, yandı tahtayı kurt oydu, taş yosunlandı, yabanî otlarla örtüldü duvar... ilhamlı çehresi hilkatin sular kaç kere değişti önümde böyle, birbiri ardınca gün ve mevsimle... ve kaç kere bahar güldü derinde güllerin kanıyan bekâretinde taze gülüşüyle toprağın suyun... tılsımlı kadehi her susuzluğun ey şafaktan, sırdan, arzudan hayâl yıldızların bize ördüğü masal kaç kere yarattım tenhada seni beyaz kollarını, sıcak buseni... bakışın, gülüşün, neş'en ve hüznün ay altında bir gül nağmesi yüzün...
evet çok bekledim, kaç kere hazan, dinç atlar koşturdu boş ufuklardan yeleler alevli, ağız köpüklü, bulutlar bir kanlı hiddetle yüklü geçtikçe batıya doğru önümden zâlim ümitlerle ürperirdim ben, duyardım her an uzlette bir yeni âlemin yıkılıp devrildiğini çılgın mahşerinde ses ve renklerin... benden sor sırrını mesafelerin benden sor ve benden dinle akşamı... rabbim bu sonsuzluk ve onun tadı...
bir ses yavaşça der, bırak yalvarsın, hayat bu kapıda...ne çıkar varsın, nakışlar gülmesin beyaz taşında ölüme benzeyen bu susuzluğun çağlayan hayâller yeter başında... bir fikir, bir şekil dalında olgun bu ağır sallanan hazan meyvası, gurbet, mendillerin çırpınan yası, yüzler ki bir uzak müjdeye benzer, her türlü ışığa kapanmış gözler, her şey, hepsi, gülen, susan, kamaşan rengiyle toplanır bende ve akşam rüzgârla tarümar, mevsimle sarhoş gelir ta kalbimde düğümlenir... -boş... boş ve ümitsizdir akşamın hüznü bu tenha çeşmede bir an yüzünü seyredenler altın sazlar içinde ruh muammasının ürperişinde kaybolmuş sanırlar kendilerini... bırak bu tesadüf bahçelerini... hakikat çok uzak, karanlık, derin bir dille konuşur, büyük köklerin toprakla ezelden karışmış dili! geceyle ölümdür asıl sevgili bu ikiz aynada toplanır yollar karanlık yaratır, ölüm tamamlar. kaçalım seninle biz de geceye ölümün kardeşi saf düşünceye... yeter büyüsüne aldandığımız güneşin...biraz da yalnızlığımız kendi aynasında gülsün, gerinsin güvercin topuklu sükût gezinsin.
çocukluğumun güzel günleri büyük bahçeli bir evde geçti. ellerim, ayaklarımdan uzak alabildiğine, kendi aydınlığında büyür, havada unutulan güvercinlerin gölgesi yastığıma düşerdi. çil horozum, karabaş'ım. varsın gönlümce dönmesin demir tekerlek, kıllı kemiklerin arasından gittikçe çukurlaşan ucuz bir cep beni durmadan doğururdu çocukluğuma. kaptanın sivri dişleri, üçgen tuğlalar gibi önüme düşen gülüşü. soluk almadan yaşayan insanlar görürdüm bahçelerde, gözleri dikiş dikmekten delinmiş iri papağanlar, ay ışığından kalma parmaklıkların arkasından bakarlar insana. fırıldak gibi çevirirdim masanın üstünde kibriti, mayıs güneşinin çalı çırpısı koltuğumda, giderdim dünyaların bahçemizle bitiştiği yere. günlerce kutularımı aradığım olurdu otların içinde.
- neden yemek yemiyorsun? diye sorardı annem. - o çekici aldığın yere koy! diye seslenir kaptan.
geldiğim nokta. eşiğe geldim. vazgeçme ve caz yapma eşiğine. tuhaf şeyler dinliyorum bu ara. susan insanları mesela. kızgınlık dolu kırgınlık dolu bakışları. daha başka neleri... adı müjgan olmaya yürek olacak insanda, ya da kirpik. adı yaprak olmaya, savrulmayı bilecek, kopmayı, yüksekten korkmadan kendini salmayı. ben hiç delikanlı gibi ortaya çıkıp, böyle böyle diyenlerden olamadım. önceden vardı yine kendimce bir cesaretim, bu günlerdeyse hayli korkağım. ne sesim çıkar ne avazım. biat ettim, teslim oldum, lağvedildim, eyvallah ettim. senle olan sorunumu sensiz çözer ettin beni. bi farkın yokmuş kimseden diyemeyeceğim, iki kere senin yüzünden bağıra bağıra ağladım ben. bi kere başkası yüzünden ama senin itelemenle önünde yana yakıla ağladım ben. sen beni sarmadın bile, o zaman niye değer veriyorum dedin, niye? sorsam 'daha da ağlama diye, seni düşündüğümden hep' diyeceksin, yalan söyleyeceksin. yalancısın, benden daha korkaksın işte bu yüzden. üç kağıtçısın, hayatın hile hurda kandırma. uzaklaşmıştım bi zaman senden, yanındakilerden dolayı gibiydi ama sendin asıl sebebi. bi kere daha uzaklaştırdın beni. sana demiştim 'uzak dur bu adamdan' dediler, daha neler neler. dinlemedim ben. yaptığın yanlışları gördüm, bana söylediğin yalanları duydum. kime karşı yüzünü kara çıkardım? sana deli gibi öfkeliyken, yine o insanlar bakıyor diye yanında durdum ben senin. seninki terbiyesizlik bildiğin. 'saçma ve korkakça' hareketlerime devam edeceğim ben, senden uzakta. rüzgar ne yana ben o yana bundan gayrı. taşralı insanlar, yüksek topuklarla yükselemiyormuş sizin camianızda. var edemedim kendimi, anlatamadım beni. anlayamadın sende, bi de kızdın üstüne. anlatabilsem anlarlardı. sana ne gerek vardı o zaman? ah adam bilmiyorum, elinden olacak gibi görünüyor sonum. biz senle böyle daha nereye devam ederiz bilemem. ama bıraktım kendimi, ted mosby gibi. belki seneler kaybettirecek bize bu, belki seni kaybettirecek bana bu ama ödün vermeyeceğim kendimden. hep terk edildim ben, hep arkada kalan oldum. bi kendim beni terk edemedim. şimdi kendimi hiçe sayarsam sen gittiğinde aynaya bakacak yüzüm olmayacak. ağlamaya halim kalmayacak, senin ağlatmalarından. sahi, ağlattın ya hani beni, ne farkın kaldı o eski adamdan? seni sevmeye seviyorum da, sevmeyi sevmiyorum; bu sorun. bu kadar değerli olma benim için. ben eşiği çoktan geçtim