Refik Halit Karay'ın köşe yazısının yayınlandığı dönemin ruh halini yansıtan ve neden yazıldığına da ışık tutan doyurucu bir yazı var tolga gerger'e ait.
kaynak: hakikatitarih.com/...
Tarih gerçekten tekerrürden ibarettir. Yaşanan olaylarda istisnalar olmakla birlikte gidişat ve sonuç hep aynı noktaya ulaşır. Geçmişi bilmek bunun için bir avantajdır, yapılan hatalardan ders çıkarıp bir daha yapmamak için sürekli hatırlanmalıdır. Fakat toplumlar çoğu kez geçmişte yaşanan olayları unutur yada görmezden gelir. En korkuncu ise bu olayların "günün geçerli düşünceleriyle" yorumlanıp, bir malzeme gibi kullanılmasıdır. Politikanın tıkandığı noktalarda kullanılan tarih, saplantılı düşüncelerin elinde yoğrulduğunda kaçınılmaz felaketler ve ayrımlar beraberinde gelir.
Ülkemizin yaşadığı hadiseler bunun göstergesi. Sürekli tekrarlanan ve manasını bile anlayamadığımız tarihi olayların farklı yorumlanması gündemimizden düşmüyor. Sanki ülkenin birçok sorunu yokmuş gibi, politikayı yönlendirenler muhalif sesleri dinlemeyenler ve derhal susturanlar, ne zaman başları sıkışsa hemen tarihe yönlendirme yapıyorlar. Doğru yapılsa ona da razıyız fakat tamamen yalan ve riyakarlıkla bir tarih önümüze pişirilip sunuluyor. Musul, Lozan Antlaşması, Cumhuriyetin kurucu insanları ve benzeri konular, her gün gündemimizde.
Kendine göre tarihi yorumlayıp bu hayale inanlar, kaybetmeye mahkumdur. Elbette her siyasi oluşum ideolojisini tarihin bazı olaylarına dayandırabilir, bu gayet doğal fakat bunu hastalıklı bir hale getirip ikide bir kullanmak son derece büyük sıkıntıları beraberinde getirir. 98 yıl önce işte tam bugünlerde yazılan bir köşe yazısı adeta bugünlere ders niteliğinde bir mesajdır...
"Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye?
Yaz başlangıcında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız birtakım tahtakuruları çıkar, iğne gibi vücudumuza batarlar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli canlı, iri yarı şuraya buraya kaçarlar? Galiba şafak attı, güneş doğuyor; tahtakuruları nereye?
Kedisiz evlerde fareler vardır; kilerlere girerler, dolapları delerler, şunu, bunu kemirip, sağa sola koşuşup baş köşede gezerler, bir pıtırtı olunca deliklere girerler... Galiba koku aldınız, kedi geliyor; koca fareler nereye?
Dul annelerin haylaz çocukları vardır; sandıkları kırarlar, paraları çalarlar, bohçaları aşırıp Yahudi (eskiciye) satarlar ve sonra korkup sokak sokak kaçarlar... Galiba foyanız meydana çıktı, yakanız ele geçecek, ziyankâr evlatlar nereye?
Vurdular, kırdılar; yaktılar, yıktılar; astılar, kestiler; kastılar, kavurdular; nihayet leşimizi meydanlara sererek yılan gibi kaçtılar; memlekete düşmanları sokarak üzerimizden aştılar...
Eli sopalı, beli palalı, gözü kanlı paşalar damdan dama nereye?
Siz âmir olmadınız, sergerdelik ettiniz... Siz valilik yapmadınız, asesbaşılık ettiniz... Efelere, taş çıkardınız; zorbalara parmak ısırttınız."
Refik Halit Karay, 98 yıl önce yani Kasım 1918 günü Türk Basın Tarihinin en sansasyonel köşe yazılarından birine, işte bu cümleler ile başlamıştı. 1 Kasım'ı 2 Kasım'a bağlayan gece İttihat ve Terakkinin lider kadrosu son sigaralarını içip, bir Alman gemisine binerek bu ülkeden kaçtılar. Geride bıraktıkları yıkım ise korkunçtu. Genelkurmay Arşivlerinde verilen rakamla 320 bin ile 760 bin arasında şehit verilen ve bir imparatorluğun çöküşüne neden olan savaş bitmişti. Elbette tarihi, varsayımlar üzerine yorumlamak imkansız fakat biz bu savaşa girmeseydik bile bu savaş bize illa ki gelecekti, biz de bu savaş girmek zorunda kaldık. Başka bir alternatif yol yoktu fakat bu ülkeyi uçuruma sürükleyenler sonrasında ne olacağını düşünmeyip, kendi canlarının derdine düştüler.
Savaşa girerken büyük hayaller kuranların hemen hepsinin, anılarını savaş sonrası yazmaları, tarihin ilginç bir ayrıntısıdır. Bu, sanki olacakları önceden sezip yazılan savunma amaçlı metinlerdir. Hepsi, bir diğerini suçlar. Muhalifler, Abdülhamit dönemine nazire yaparcasına sert bir şekilde susturulmuş, kaybedilen toprakların tarihi anlamda bize bağlı olduğu fikri yayılmış; geçmiş, yönetenlerin elinde bir politik malzeme haline dönüştürülmüştü. Mehter Takımının bu dönemde tekrardan kurulması tarihi kalıntıların siyasi iddialarla birleştirilmesi için yapılan bir manevradır.
Enver Paşa ve İttihatçılar, daha savaşın başında halifelik heyecanını yeniden uyandırmak istemişlerdir. Hatırlayalım; savaş beyannamesindeki "300 milyon Müslüman" ifadesi, halifelik hayaline yönelik ortaya çıkarılmış bir araçtır. Savaşa girildiğinde, bunun hangi noktaya geldiği hepimizin malumu... İngilizlerle işbirliği sağlayan Arap kabilelerin isyanları, halifelik hayalinin sonunu getirdi. 1916 yılında Merkez-i Umumiyenin, "halifeliğin kaldırılması" hakkında istediği rapor bunun göstergesidir. Ama iş işten geçmişti. Kasımın ilk günü gemiyle kaçanlar, bu ülkeyi kendi başına bırakmışlardı.
Bu olaylar, sanki günümüzde yaşadığımız birçok olayın önceden yaşanması gibi. Lozan Antlaşması, ısrarla tartışılıyor. Nedenini anlamak mümkün değil! İnternet üzerinden adeta bir bombardıman halinde yalanlar fışkırıyor. Lozan'ın gizli belgeleri olduğundan söz ediliyor. Bu antlaşmanın orijinal hali yayınlanmasına rağmen birileri sürekli bu olayı deşiyor. Sözde iddia, Musul'un hakimiyetinin bizde olması gerekliliği. Musul, bugün Irak topraklarında bulunan bir bölgedir. Başka bir ülkenin toprakları hakkında böyle iddialar bizleri uluslararası arenada zor durumda bırakmakta... Sadece bununla da kalsa iyi zaten gergin olan bölgenin siyasi yapısının yansımaları hepimizi etkilemekte! 98 yıl önce devleti yönetenlerin hatalarını bu ülke çok büyük bedeller ödeyerek kurtarmıştır. Bu bedeller halen ödenmekte. O dönem muhalif olanların hepsinin üzerinden adeta silindir gibi geçen yönetim tarzı bugünde aynen devam etmekte. Bunu bugün üzülerek ve çaresiz bir şekilde izliyoruz.
Refik Halit de, 98 yıl öncesinin ruh halini ve hesaplaşmasını anlatan yazısına şöyle devam eder;
"'As' deyince sıra sıra darağaçları kurulur, 'yak' deyince alev alev meşaleler tutuşur, 'bas!' deyince tabur tabur jandarmalar üşüşürdü? Elinizde zindan anahtarları, belinizde idam ipleri, sırtınızda darağaçları vilayet vilayet dolaştınız... Beş senedir her tarafta kargalara insan leşinden öbek öbek ziyafetler çektiniz; akbabaları çocuk ölüsü ile besleyip kartalları artık Âdem etinden tiksindirdiniz.
Muhalif mi? Al aşağı... Muharrir mi? Vur başına... Türk mü? Sür ölüme... Rum mu? İste parasını... Ermeni mi? Kes kafasını... Arap mı? Çek ipe... Kadın mı? Gönder eve... Haydut mu? Buyurun köşeye... Külhanbeyi mi? Gelsin yanıma... Yahudi mi? Sor fikrini... Kalan kimseye at sopayı... Paraları koy cebine... İşte sizin programınız bu!
Palalarla sopalarla işe giriştiniz; sürülerle insanları dağ başlarına götürüp satırlardan geçirdiniz; babaları, evlatları yoktan yere harcayarak Anadolu içerisinde dul kadından, yoksul yetimden başkasını bırakmadınız. Ne oluyordunuz? Bu kanlı işgüzarlıklar, bu canavar akını, bu fitne ve fesat siyaseti ne fayda verecekti? Ne kazanacaktık? Dünyayı mı alacaktık, Mısır'a sultan mı olacak, Hind'e şah mı gidecektik?
Sizin sadrazamlıkla, seraskerlikle, nâzırlıkla gözleriniz doymamıştı, a padişah heveslileri... Şam'da, Halep'te az daha namınıza hutbe okutup, isminize sikke kestirecektiniz. Yiğitlik sizde, kahramanlık sizde, avurt zavurt sizde, caka tavır, hepsi sizdeydi... Şimdi böyle sinsi sansar gibi tavandan tavana nereye?
Evet, nereye gidiyorlar? Mahalle kahvesinden bir adımda sadârete, meyhane peykesinden bir basışta nezârete, tulumbacı koğuşundan bir hamlede vilâyete eren bu türediler nereye gidiyorlar? Kendileri kürklere büründüler, milletin derisini soydular? Anamıza sövdüler, babamızı dövdüler, hulâsa bacağından yakalayıp bu devleti yerden yere vurdular, paçavraya çevirdiler.
İşte milleti artık büsbütün öldürdüklerinden emin olsunlar... kollarımızda bir zerre kuvvet kalmış olsaydı, yakalarından yapışır öcümüzü alırdık... Halbuki kollarını sallıya sallıya, yüzümüze tüküre tüküre gittiler.
Aşk olsun! At da size yaraşır; meydan da. Bizde bu ölü kan, sizde o yaman surat olduktan sonra bir gün olur yine gelirsiniz... Biz size: "Kırk katır mı, kırk satır mı?" diye soramadık; yarın sizin bize:
- Ölümlerden ölüm beğen!
Demek artık hakkınızdır. Lâyıkımız olan paşalar! Topumuzun başını bir kılıçla çıkarmadan nereye?"
Refik Halit Karay'ın "Efendiler Nereye" adlı köşe yazısı, işte bu sertlik, serzeniş ve hayal kırıklılığı ile kalem alınmıştı. Aynı Refik Halit, işgal yıllarında Ankara'nın karşısında olup, 150'likler listesinde yer alsa da, 98 yıl önce o günleri anlatan bu köşe yazısı oldukça manidardır. O döneme dair yapılan hataların neticesinde bir imparatorluk yıkılmış, halk kendi kaderine teslim edilmişti. Acılarla başlayan çaresizlik, çaresizliğin getirdiği nefret, nefretin yarattığı hayal ve saplantı sonrasında savaşa girdik. Kaybettiğimiz topraklar geri alınacaktı. Ancak alınamadığı gibi eldekinden de olduk. Milli Mücadele yıllarında yapılan kahramanca mücadele neticesinde Türkiye Cumhuriyetini kurduk. Bugün kurulan bu ülke, çok zor günlerden geçmektedir. Tarihten ders almayan politikacılar kendisine muhalif olan eleştiren herkesle mücadele etmekte. Muhalif olanlar, adeta vatan haini konumunda görülmekte, farklılıkların üzerine şiddetle gidilmektedir.
Tarihte yaşanan olaylardan ders çıkarmayanlar, çok büyük hataların sorumlularıdır. Sürekli yaşanan olumsuzluklarda, tarihin belli zamanlarına gönderme yapmak her kesim için tehlikeli. Yasaklar ve ardından gelen cezalar, toplumun bir kesiminde 98 yıl önce de, bugün de büyük huzursuzluklar yaratıyor. Bu huzursuzluğun topluma yansımasını, her gün acı çekerek okuyoruz. Yansıma o kadar acı ki, toplumsal hayatımız tamamen değişmiş durumda. İğrenç olaylara şahit oluyoruz. İnsanların birbirine olan saygısı, gün geçtikçe azalıyor. Bunun neticesinde her kesimde doğan radikal davranışlar, bizleri umutsuz bir uçuruma doğru sürüklüyor.
Tarihimizde yaşadığımız her olayı çok iyi bilmemiz gerekiyor. Nasıl bir coğrafyaya adım attık, neler yaşadık ve yaşıyoruz... Bunlar geride kalmış sorunlar değil. Tarihi okumalı ve iyi değerlendirmeliyiz.