sultan dördüncü mehmed zamanında hacca giden surre alayında geçer hadise. nâbî merhûmun içinde bulunduğu kafileye ?bugünkü tabirle- sponsorluk eden ağa medine-i münevvereye yaklaşıldığı bir sırada insanlık icabı hafif uykuya dalınca, efendimizin bu kadar yakınında uykuyu edebe mugayir gören hikmet şairimiz irticalen yüksek sesle beş beyt terennüm eder:
[gökyüzündeki yeni ay, o'nun kapısının yüreği yaralı âşığıdır. gökyüzündeki oğlak yıldızı bile o' nun nûrundan doğmaktadır.]
mürâât-ı edeb şartıyla gir nâbî bu dergâha, matâf-ı kudsiyâdır bûse-gâh-ı enbiyâdır bu.
[ey nâbî! bu dergâha edebin şartlarına riâyet ederek gir. zîrâ burası, büyük meleklerin etrâfında pervâne olduğu yer olup; bu kapının eşiğini, peygamberler bile edeb ve hürmet dairesinde eğilip öperler.]
son beyte gelince üstad, baştan beri yapılan sert ihtarların muhatabı olarak kendisini göstermekte, böylelikle muazzam bir tevazu örneği sergilemektedir.
gerçi hadise malûmdur; şehre girilince acaip bir şey olur: sabah ezanını bitiren müezzinlerin her biri bu şiiri okurlar. nâbî merhum adeta şoktadır. çünkü bu manzumeyi herhangi bir insanoğlunun bilmesine imkân yoktur. birkaç dakika önce kendisi tarafından irticalen söylenmiştir çünkü.
bulduğu müezzinin yakasına yapışır, işin sırrını ve hikmetini sorar. ancak müezzinlerin ağzını bıçak açmaz. iyice şaşıran merhum şair en son ser-müezzini bulur ve ona da aynı suali tevcih eder; kendisini de tanıtır. bunun üzerine ser-müezzin der ki:
?arkadaşlarımız ketum davranmakta haklıdırlar; çünkü mesele sırdır. ancak siz nâbî iseniz, sizden de gizli değil tabiî. efendimiz (aleyhisselâm) bu gece her birimizin rüyasını teşrif ederek bu şiiri ta'lîm edip emrettiler: -ümmetimden nâbî şehre geliyor; sabah ezanından sonra bunu okuyarak kendisini karşılayınız!?
nâbî merhum ikinci kez şoktadır. sorar:
?ümmetimden nâbî dedi mi?? diye?
evet cevabını alıp, yeminle te'yîd ettirir; yemini üç kez tekrarlatır ve sevincinden bayılır.
kaynak ayan-beyan anlaşılmıştır ve hikmet şairimiz müjdelerin en büyüğüne kavuşmuştur.
Bir devlet içün çarha temennâdan usandık
Bir vasl içün ağyâra müdârâdan usandık
Hicran çekerek zevk-ı mülâkatı unuttuk
Mahmur olarak lezzet-i sahbâdan usandık
Düştük katı çoktan heves-i devlete ammâ
Ol dâiye-i dağdağa-fermâdan usandık
Dil gamla dahi dest ü girîbandan usanmaz
Bir yer içün ağyâr ile gavgadan usandık
Nâbî ile ol âfetin ahvâlını nakl et
Efsâne-i Mecnûn ile Leylâ'dan usandık
Günümüz Türkçesiyle:
1-Mutluluk için feleğe yalvarmaktan bıktık, usandık. Sevgiliye kavuşmak için ellere şirin görünmekten usandık.
2-Ayrılık çeke çeke buluşup görüşmenin zevkini unuttuk. Sarhoş ola ola şarabın tadından bıktık, usandık.
3-Epeydir kendimizi mutluluk arzusuna kaptırdık ama; şimdi o kişiye huzursuzluk veren ihtirastan usandık.
4-Gönül, hâlâ üzüntüyle uğraşmaktan usanmadı; biz ise bir sevgili için ellerle kavga etmekten usandık.
5-Bize Nâbî ile o güzelin arasındaki olup bitenleri anlat; artık Leylâ ile Mecnûn masalından bıktık, usandık.
Bu şiir Türk edebiyatında devrimin temel taşlarındandır. Artık divan edebiyatının kendisini tekrar eden imgelerinden bıkkınlık açık şekilde dile getirilmiştir.