2. dünya savaşı'nı ve özellikle 6 ay kadar süren 1942-43 stalingrad muharebesi'ni almanlar'ın tarafından gayet başarılı bir şekilde anlatan, 1993 alman yapımı, yaklaşık 2 saatlik film. film yer yer hedonist, yer yer de hiçlik felsefesini savunan bir yapıda. fena kafa kıran yerleri de var.
bütçesi 20 milyon markmış filmin. izlerken sık sık band of brothers ile karşılaştırdım ben. aralarında 8 yıl var. bütçe olarak da, o döneme göre hesaplayınca aralarında 10 katlık bir fark oluşuyor (band of brothers'ın bütçesi o zaman için 125 milyon dolarmış. stalingrad ise 12,5 milyon dolar ediyor gene o zamana göre). savaş sahnelerinin gerçekçiliği, savaş ortamının inandırıcılığı band of brothers'ı bir adım önce çıkarıyor olsa da, şu "hiçlik" söz konusu olduğunda stalingrad daha başarılı.
3 sahnesi oturduğum yerde "hadi lan!" diyerek doğrulmamı sağladı benim: ilk ikisi savaş alanı betimlemeleriyle dolu sahnelerdi (filmde çok fazla savaş sahnesi yok) ve diğeri de filmin sonlarına doğru kendisine yer bulan barınak sahnesi. o hiçliği, kendinden nefret etmeyi, "ben ne yapıyorum burada lan!" hissizliğini müthiş işlemiş joseph vilsmaier. sadece şu 3 sahne için bile şu filmi oturup baştan sona izlemek gerekiyor bence.
şu an için daha iyi örnekleri mevcut olsa da, dönemine göre oldukça başarılı bir yapım stalingrad. savaşın ölümcüllüğünden ziyade, insan unsuruna odaklanan, "bir hiç olan, hiçbir zaman hep olamaz" mantığını bağıra bağıra izleyicinin yüzüne vuran bir film. öneririm.
kentin sscb dönemindeki ismidir. stalin'in isminden esinlenerek bu ad verilmiştir. Volga kıyısında kurulu şehir 1961 yılına kadar Stalingrad olarak bilinir. Bölgesi içinde en büyük sanayileşme oranına sahiptir. Etrafındaki şehirlerin tarım ürünlerinin işlenmesi bu şehirde sağlanır. Volga ve Don'un birbirine en yaklaştığı yerde kurulmuştur, günümüzde Volga-Don Kanalı'nı da kontrolü bu şehirden sağlanır. İkinci Dünya Savaşı'nın dönüm noktalarından birini teşkil eden savaşların yaşanmış olduğu şehirdir. Almanların büyük ve gösterişli ordusu burda çevrelenmiş ve büyük bir çoğunluğu yokedilmiştir. Savaşta iki taraf da ağır kayıplar vermişlerdir (1 milyon 100 bin asker ve sivil Sovyet, 900 bin de Alman üzere toplam 2 milyon kişi ölmüştür).
1960 öncesine kadar stalingrad olarak anılmış olan volgagrad şehri, tarihte kuşatma yapılmasına rağmen alınamamış nadir şehirlerden biridir (bir diğeri viyana'dır).
joseph vilsmaier tarafından yönetilen, aslında 1992 yapımı olan ama 1993 yılı başında gösterime giren film, wehrmacht'ın operasyonel ve stratejik olarak askeri zirvesinde olduğu ağustos 1942'de, afrika'da büyük başarı göstermiş olan ve hali hazırda italya'da dinlendirilen seçkin bir sturmtruppen taburunun stalingrad cephesine sevk edilmesi ile başlar; anlatılan ise bu taburun madalya kazanmış -en iyinin iyisi- kahramanlarının zaman içerisinde nasıl olup da savaşmaktan, askerlikten, insanlıklarından sıkıldıkları, sıyrıldıkları, savaş ortamında kimlik ve benliklerinin her geçen gün artan bir biçimde nasıl aşındığı ve en sonunda onlardan geriye ne veya nelerin kal(ama)dığıdır. napolyon'un rusya seferine de bir gönderme olarak yorumlanabilecek ama kesinlikle varoluşsal bir anlatıma sahip -sonsuz hiçliğin tam ortasındaki- final sahnesi ise bence erkekleri ağlatan film sahneleri klasmanında sonsuza dek ilk 3'de kalacaktır.
Filmin önemli karakterleri; (1) hayatına anlam katmaya ve kendini ispatlamaya çalışan, prusya askeri geleneğinden genç ve idealist bir teğmen olan, hans von witzland* (2) kaba saba ve düz bir adam örneği olarak çavuş rohleder* a.k.a. rollo (3) iş bitirici, fırlama ve kriminalistik onbaşı fritz reiser* (4) çocuksu bir saflığa sahip bir alman genci olan er muller* a.ka. g(e)g(e) (5) rütbesi sökülmüş sürgün bir yüzbaşı olan otto* (6) gücün karanlık tarafında yer alan bir şeytan mı yoksa kusursuz bir asker mi olduğu şüpheli, ceza taburu ve askeri inzibat komutanı yüzbaşı Haller* (7) gücün alacakaranlık tayfında yer alan, doğuştan asker yüzbaşı musk* ve elbette ki (7) saf ve net slav güzelliği ile rus askeri irina*.
filmin ilk bölümünün başlarında askeri rahibin bir sabah vaazında "gott mit uns" üzerine yaptığı konuşma ise aslında, paganist veya okultist hatta ateist olarak bile nitelendirilebilecek nazi rejiminin, wehrmacht'ı kontrol etmek ve cepheye sürmek için hiç çekinmeden dini nasıl kullandığına dair çok açık bir örnek. anti semitik bavyeralı bir onbaşının hayalleri peşinde rus tundra ve taygalarının içine dalan ama asla kendilerinin dualarına cevap ver(e)meyecek bir yahudi tanrısına inanarak soğuktan donan dindar germen savaşçıları için ne diyebiliriz ki; kaldı ki insan zaten bilinçli olarak yaratılmış olamayacak kadar garip bir canlıdır.
bence, oldukça etkileyici müzikleri olan bu film, almanlara savaşın anlamsızlığını anlatmak için çekilen, 1930 abd yapımı "batı cephesinde yeni bir şey yok"tan sonra batı ve alman sineması tarafından, almanlara savaşın anlamsızlığını hatırlatmak için, çekilmiş en başarılı anti militarist yapım. ve diğer bir çok anti militarist yapımın aksine ilk anından son anına kadar az veya çok, açık veya gizli her sahnesine bu yönde mesajlar sindirilmiş.
ceza taburuna sürgün ve ardından tank savaşı ile başlayan ikinci bölüm ise baştan sona neredeyse 1 saat boyunca pieter brueghel'in eşsiz eseri ölümün zaferi'nin sanki sinemaya uyarlanmış hali; burada yaygın ölüm temasına, dikkati çeken bir şekilde, napolyon'un esasen prusyalı bir profesyonel çekirdekten oluşan grande armeesinin rusya seferinde aldığı tarihi hezimet ve kaçma ile geri çekilme arasında gidip gelen neredeyse tamamen yokoluşuna dair göndermeler de eşlik ediyor. böylelikle filmin her sahnesi ile alman izleyicisine iki tarihsel travma birden yaşatılmış oluyor, ki filmin etkisinin altında yatan ana neden bence bu.
önemli diyaloglar kapsamında; otto ile musk arasındaki konuşma ise aslında nasıl olup da nazi rejiminin son anına kadar ayakta kalabildiğini çok net bir biçimde ortaya koyuyor; musk, otto ile konuşmasında "ben nazi değilim" dediğinde otto'nun cevabı şöyle; "hayır! siz daha kötüsünüz, siz rezil subaylar. kimlerin yönettiğini bilmenize rağmen onların yanı sıra gidenler."
diğer bir etkileyici diyalog ise, tanksavar topunun çekilmesi gerektiğinde safça sorulan "atlar nerede?" sorusuna verilen "atlar biziz!" cevabı...
sanırım hayatın içerisinde kendisini en zeki hatta çakal sananlarımız bile aslında en az gege kadar safız.