uğruna ecdadımızın savaş verdiği, kan döktüğü şehit düştüğü memleket. 1910 yılından ikinci dünya savaşı sonuna kadar japon imparatorluğu'nun hükmü altında kalan kore, savaşın bitimiyle birlikte rusya ve amerika tarafından kurtarıldı. coğrafi koşullar gereği rusya kuzey taraftan amerika ise güneyden daldı elin memleketine, bi güzel kurtardılar. büyük savaşta müttefik olan bu iki ülke, savaş biter bitmez başlattıkları soğuk savaş dönemi ile birlikte kurtardıkları kore parçalarına kendi rejimlerini ihraç etmeye giriştiler. iki korenin de kukla devletleri ülkenin tamamı üzerinde hak iddia etmeye başladılar ve bu dalaşma 1950'de sovyet ve çin destekli kuzey kore ordusunun güneye inmesiyle başlayan iç savaşa yol açtı. olaya tek başına müdahil olmayı tercih etmeyen amerika'nın talebi üzerine birleşmiş milletler konseyi rusya'nın vetosuna rağmen güney kore tarafında kore'ye müdahale kararı aldı. şimdi zurnanın zırt dediği yer. dönemin tc başbakanı adnan menderes ve cumhurbaşkanı celal bayar ellerine tuzluğu alıp koştular. toplanacak birleşmiş milletler gücüne türk ordusundan bir tugay tahsis ettiler. bir tugay yaklaşık beş bin kişi. bu savaşın sonunda türk tugayı kimi kaynaklara göre 721, kimi kaynaklara göre ise 741 şehit verdi. 2000'in üzerinde de yaralı. kayıplar ve savaş esirleri de cabası. şimdi anadolunun köylerinde tabelasında koreli yazan bakkal dükkanları, aile lakapları var. hepsi bu savaştan kalma. peki niye öldü bu insanlar, bu tugayın karşılığında türkiye, kuzey atlantik paktına kabul edildi. hani şimdi tv'larda çıkalım ne olacak diye tartışılmaya başlanan nato yani. çıkalım tabii. kan dökerek girdik o pakta biz. çıkalım şimdi nolucak. nato yanlısı da değilim ama bilir bilmez boş konuşan insanlar çıkalım deyince sinirim zıplıyor.
benim gözlemlerime göre küçük amerika. aslında kırsal bölgeleri hala aynı kültürü devam ettiriyor ancak şehir merkezi çok başka.
bir eğitim ve sonrasında keyfi maksatlarla iki haftamı geçirdim. oryantasyon adı altında kültürel ne varsa iki günde beynimizi yaktılar sağ olsunlar. tonla garip olay yaşadım ve söyleyebileceklerimin özeti ne kadar çok beyaz yakalı oldularsa bir o kadar da amerika özentisi bir hale gelmiş bir ülke gibi geldi bana, değişik.
-toplumun çok büyük kısmı adeta çekirdek yer gibi sigara tüketiyor. bir de ilginç bir nokta var, sigara içerken boğazda oluşan tükürük yutulursa çok acayip kanser olacaklarına inandıklarından adım başı tükürük çanakları var her yanda. tükürmek ayıp değil, yere rastgele tükürmek ayıp. o pek şeker asyalı ablalar falan patır kütür tükürüyorlar insan ne tepki vereceğini şaşırıyor.
-kadınlarda meme çatalı, dekolte falan inanılmaz ayıp karşılanıyor. bunun yanında bacaklarının tamamını açıkta bırakan yarım karış etek ya da şort giymekten imtina edilmiyor.
-hemen her bilboardda estetik operasyon gerçekleştiren kliniklerin reklamları var. dış görünüşe tahmin edildiğinden daha fazla önem veriyorlar.
-gece 12 olduğu an metro hattı duruyor. yani ebesinin köründeki üniversiteden ebesinin diğer köründeki bilmemne otele gitmek için metro kullandıysanız ve hasbelkader yolun yarısında saat 12'yi vurduysa yandınız. hangi istasyondaysanız orada inip taksiyle ya da tabana kuvvet devam etmeniz gerekiyor. seoul'de geceleri gangnam bölgesi dışında pek hayat yok. caddelerde in cin top oynuyor.
-adım başı starbucks var. adım başı dediysem tek blok üzerinde 3 farklı starbucks gördüm, aynı cadde üzerinde 20'den fazla starbucks saydım. kalabalık da değiller, neden bu kadar fazla olduklarına bir türlü anlam veremedim.
-bir de restoranlar dahil bir çok yere girerken ayakkabı çıkartma zorunluluğu var lakin o kimchiler için ayakkabımı seve seve çıkartırım, çok da şey değil benim için.
-gezip görülecek yerleri bol. tarihi köyleri, sarayları, lokal marketleri keşfetmek oldukça keyifli. seoul'de hemen her yere metro gidiyor. ayrıca her ülkede olduğu gibi rastgele bir caddede türk dönercisiyle karşılaşma ihtimaliniz oldukça yüksek. insadong'da yürürken korece bağıran ve gözleri çekik olmayan bir adam dikkatimi çekti, ardından arkasındaki dükkana gözüm kaydı ve bingo. vatanım kokan bir dönerci ve bangır bangır demet akalın müzikleri. göz göze gelmeden uzaklaşalım derken alnımızda mı yazıyordur nedir, abla hoş geldiniz diye burnumun dibinde bitti meymenetsiz. zor kaçtım elinden. oraya kadar gidip döner yemek isteyen insanlar da oldu elbet, bir şey diyemem.
-bir gereksiz anı... bizi bir yerden bir yere götürmesi için gelen tur otobüsünün şoförü yolda trafik tıkandığında aracı komple durdurdu. araç yeniden çalıştığında otobüsün içindeki televizyonda seksli sevişmeli bir film oynamaya başladı. çeşitli milletlerden 40 kişi şok olmuş bir halde ekrana bakarken şoför sinirlenip cd'yi yerinden çıkarıp önce kırdı, sonra pencereden dışarıya fırlattı. ardından hiçbir şey olmamış gibi aracı kullanmaya devam etti. o an oturuyor olduğumuz koltuklardan birinde kendisinin olduğunu ve o filmi büyük bir şevkle izleyerek kim bilir neler yaptığını zihnimden silmeye çalışarak geçti birkaç günüm.
-bir akşam yemeği için gangnam'ın en işlek caddesine gidip rastgele bir restorana girdik. bir kelime ingilizce yok menüde, ya nasip diye bir şeyler sipariş ettik gelen teyzeye. masalar klasik kore yemek masası, ortada tencerenin bulunacağı ya da barbekünün yapılacağı ateş, etrafına bardak gibi biz dizilmişiz. özetle yemeği yemek yiyecek kişiler istedikleri kadar baharat ve malzeme kullanarak kendileri pişiriyor, hemen her yer böyle. teyze başlangıçta hepimize birer yeşil önlük giydirdi üstümüz başımız pislenmesin diye herhalde. önce içi su dolu bir tencere geldi. ardından malzemeler, tofu, bir sürü sebze, ne olduğunu anlayamadığın bir şeyler ve finalde ahtapot. arkadaş ben hayatımda ahtapot yemedim kaldı ki bu hareket ediyor! ben bunu pişiremem diyorum, arkadaşlarla boş boş bakışıyoruz. bir süre hiç konuşmadan ahtapotun hareketli uzuvlarını izledim. sonra teyze anladı bizim bir halt edemeyeceğimizi de gelip masayı çekip çevirdi. o hareketli ahtapotu makasla doğradı ki benim asla dayanabileceğim bir manzara değildi ama bildiğin koreli anne şevkatiyle bize yemek pişirdi kadın. utanmasa kendi elleriyle yedirecekti de pek utangaçtı, şapşik şey. ben noodle gibi bir şeyler yedim, kıyamadım ahtapota...
-kalabalık caddelerde yerlere, sağa sola seks işçilerinin kartvizitleri dağıtılıyor. yanımdaki bazı arıza arkadaşlar bunların koleksiyonunu yapmıştı. hatta yukarıda anlattığım ahtapot pişirmeli yemek gecesinden sonra otele doğru çıkarken bir arkadaş günlerdir "ulan bir masaj yaptıramadım, ölüyorum ayak ağrısından" diye diye başımızın etini yemeye devam ediyordu ki bir yüksek otelin tepesinde ingilizce "massage" yazısını gördük. yapma etme demeye kalmadı diğer iki arkadaşı da yanına alarak masaj yazısına doğru koştu. ben ve bir arkadaş kendi otelimize doğru yürümeye devam ettik. ne bekliyorlardı gerçekten bilmiyorum ancak on dakika sonra popolarına ayakları vura vura bize doğru depar attıklarını gördüm. başlarından geçeni uzun süre gülmekten anlatamadılar. şöyle ki:
ilgili "masaj otelinin" lobisine giriyor bizim üç saf. lobide iki yarma adam, bir de ufak tefek pis sırıtan bir başkası... bizim cevval arkadaş ingilizce diyor ki "ben masaj istiyorum." sırıtan adam hiç beklemeden elindeki hesap makinesine bir rakam yazıyor, geçmiş gün kaç won olduğunu hatırlamıyorum ama saçma derecede yüksek bir rakam. arkadaş şaşırıyor, üçümüzün masaj fiyatı mı bu? diyor. yok, diyor diğeri, kişi başı. sonradan bizim saflar ayılıyor, devamındaki konuşma şu şekilde:
-hmm. what kind of massage is this? (bu ne çeşit bir masaj ola ki?)
adamın yüzündeki sırıtma yok oluyor, ağır ağır arkadaşın yüzüne doğru yaklaşıp fısıldayarak cevap veriyor:
-sexual massage...
oldu o zaman biz gidelim madem diyerek geri geri lobiden çıkıyorlar sonra. bize yetişene kadar arkalarına bakmadan koşmaya devam ediyorlar. gerçekten gecenin bilmem kaçında tam olarak nasıl bir masaj yapılmasını beklediler bilmiyorum. tatilin sonuna kadar da arkadaş hala masaj masaj diye inledi, türkiye'ye dönünce ayak masajı aleti aldı da rahatladı. akıl fikir işte...
özetle, güney kore gidilesi, gezilesi, mümkünse sokaklarında kaybolunası değişik bir ülke. yemekleri nefis, benim gibi acı yemeğin yanına yaklaşmayan insanı iki haftada acısever bir ejderhaya dönüştürdü. ağzımdan burnumdan alevler çıkararak yemek yedim, yine olsa yine yerim. tabii şu an kırmızı pul biber yemeyip kimchiye saldırmak da saçma bir hareket işte. kendimle çelişiyorum bazen.
hristiyanlık inancının yaygın olma sebeplerinden birisi japon işgali olan ülke.
japon işgali sırasında koreliler asimile olmamak için hristiyanlık inancına daha sıkı sarılmış ve milli bir inanç haline getirmişler.
dikkatimi çeken noktalardan birisi, kore'deki hristiyanların çoğunlukla pentekostalizm takipçisi olması. kiliseye gitme ve tanrı'ya inanma amaçları daha çok dünyasal kazanımlar elde edebilmek. bir de amerikan etkisinden ötürü olsa gerek metodist kilisesi epey popüler.
ama son zamanlarda katolik kilisesi'ne katılanlar çoğunlukta. sanırım inançlarında daha samimi olanlar protestanların materyalizminden hoşlanmayıp katolik kilisesi'ne kaçıyorlar.
şurada güney kore ve katolik kilisesi hakkında mini bir belgesel var:
intihardan, açlıktan, part-time işlerle birlikte 4-5 işte çalışıp gene de sokakta bavuluyla yatarak yaşamaktan fazlası olmayan ülke. öyle refahmış, film endüstrisiymiş, teknolojiymiş; bizim gibilerin gözlerini uzaktan boyamaktan başka hiçbir olayı yok bunların.
bu yıl içinde güney kore'nin işsizlik oranları sürekli dalgalandı. önce mayıs'ta rekor denilecek seviyelere düştü, haziran'da arttı, ağustos'ta ise 24 yıl önceye döndüğü söylenerek çakıldı (haziran , ağustos ). intihar oranları ise sabit; günde en az 35, ayda 1000 kişi. işsizliğin azalmış gibi görünmesi düzenli işinin yanında part-time işlerle geçinmek zorunda olanların etkisi. 3 part-time işi olan insan normal işinden izin kullanınca, o ayki istatistikler değişmiyor tabii çünkü halâ işsiz görünmüyor. genç nüfusun da aynı acımasız çalışma şartlarına akın akın girdiğinin kanıtı bence bu sürekli düşen işsizlik istatistiği.
mapo köprüsü seul'ün simgelerinden biri çünkü aslında "intihar köprüsü" olarak anılıyor. sürekli artan ama 35'in altına inmeyen günlük intihar eden kişi sayısının büyük kısmı bu köprüden atlıyordu. devlet mekanizması köprünün çevresine güvenlik önlemi alsa da, bu sorunu durduramayınca, 2 yıl önce köprü çevresine (özellikle intihar edenlerin sürekli bulunduğu yerin tam karşısına) sevgi, aşk, çiçek böcek ve bebek resimleri koydu ve adını da "yaşam köprüsü" olarak değiştirdi. sonuç? intihar oranları 6'ya katlandı. aynı yıl (2021'de) kendi devletlerinin istatistik kurumuna göre bile 13 bin küsur kişi intihar etmiş . bu sayı köprüdeki saçma yönlendirme resimleri ve isim değişikliğinden önceki sayı. dünya'da her yıl neredeyse 1 milyon kişi intihar ediyor. bu da 2018 verilerine göre, gördüğünüz gibi. güney kore'nin kapitalist düzenin sana bana gösterdiği "aslında çok disiplinliler, hayat boğuyordur onları yaae" saçmalığı aslında yoh! aile kurma, ev geçindirme, çoluk çocuk yetiştirme, hem evlenince kuracağı aileye hem de kendi ebeveynlerine rahatlıkla bakabilme birçok genç koreli için hayalden öteye geçemiyor. yahu, insanlar bavullarıyla geziyor, günde 4 iş yapıyor ama barınamıyor ve sokakta yatıyor diyorum zaten.
konuyla ilgileniyorsanız şu entry'yi de okumanızı öneririm. kaynak falan yok ama güzel özetlemiş durumu. kendine üzülmeye bir an ara verince hayatın başka yerlerde daha boktan olduğunu görüyorsun. sonra faturaları, borçları, taksitleri ertelediğin aklına geliyor ve "sıçayım kore'ye, seul'e" diyorsun.
orta gelir tuzağı nı aşmış ender ülkelerden biri. ikinci dünya savaşı sonrası biz tarıma yoğunlaştırılıp avrupa'nın manavı olma görevini üstlendirilirken ve ardına da kalitesiz yerli sanayi üretimi peşinde koşarken adamlar kaliteli teknoloji üretme uğrunda çalıştılar ve günümüzde meyvelerini toplamaya başladılar. güney kore'yi çin'e nazaran geleceğe yön verecek ülkelerden biri olarak görüyorum ve çekik gözlü kardeşlerime kore savaşı 'nda yanlarında olduğumuzu unutmamaları gerektiğini belirtme ihtiyacı duyuyorum. gülücük
ders kitaplarında yanlış bir şekilde yazının kendileri üzerinden japonya'ya geçtiğini anlatan ülke.
bu konuda doğruluk payı yok değil. bazı karakterler gerçekten de kore üzerinden japonya'ya girmiştir. ama tamamen kore üzerinden girme durumu yok. azıcık tarih araştıran birisi hem japonya'nın hem de kore'nin ne kadar çin etkisinde olduğunu bilir. hatta japonya'daki çoğu büyük festival (mesela tanabata ) doğrudan çin'den gelmiştir.
japonlar bile "evet biz çin'den çok etkilendik, hatta başkentimizi bile onların başkentinin kopyası şeklinde yaptık" diyorken; korelilerin "doğu asya medeniyeti bizden sorulur" demesi, türkiye'nin "biz dünya lideriyiz" demesiyle aşağı yukarı aynı.
acaba avrupa ülkeleri ders kitaplarında türkiye hakkında neler yazıyor? merak ettim bunları öğrendikten sonra.
protestanların ve budistlerin birbirine düşman, katolik ve budistlerin birbiriyle dost olduğu ülke.
protestanlar budist tapınaklarına vandalizm uygularken katoliklerde pek görülmemiş böyle bir şey.
muhtemelen bunun sebebi katoliklerin asya'da protestanlara göre daha uzun süredir bulunması ve asya kültürlerine en başından beri saygı göstermesi. mesela katolik kilisesi, konfüçyüsçülük konusunda epey toleranslı davranıyor ve asya'nın yerleşik kültürü olarak görüyor.
tabii katoliklerin ritüellere uygulayıcı olarak katılması yasak. ama pasif bir şekilde, ayıp olmasın diye davetli oldukları ritüellere katılabiliyorlar. bir nevi kiliseye gözlemci olarak giden müslüman gibi.
galiba bir tek japonya'da talihsiz olaylar yaşadı katolikler. onun da sebebini şurada yazmıştım:
tabii ispanyolların da japonları azteklerle bir tutması olayı var ki, o da ayrı bir konu. neyse ki matteo ricci gibi katolik rahipler asya'da bulunmuş da kilisenin namusu kurtulmuş.*
ekonomi derslerinde hemen her alanda türkiye'nin karşılaştırıldığı ülke. klasik cümle yapısı "1970'lerde aynı durumda olduğumuz güney kore'nin şu anda..." ile başlar ve cümle sonunda "biz mi çok ahmaklık etmişiz yoksa bu adamlar işin püf noktasını mı yakalamışlar" diye düşündürür.
2000'ler itibariyle çince karakterleri tamamen terk etmiş ülke. eskiden az da olsa kullanılmaktaydı gazetelerde falan ama son zamanlarda tamamen terk edilmiş.
bu durumdan en çok akademik personeller ve hekimler şikayetçi. çünkü kullandıkları kaynaklar çok fazla çince karakter içeriyor ve tıp fakültesine başlayan bir öğrenci hiç çince karakter bilmeden fakülteye başladığı için ders yükleri de artıyor.
kuzey kore ise güney kore'ye göre biraz daha şanslı bu konuda. çünkü zaten komünist sistem ülkeyi sıfırdan yapılandırdı ve bu yapılanma sayesinde her şey hangul isimli kore alfabesine göre dizayn edildi. ülkenin kim il sung'dan önceki geçmişi yok gibi bir şey neredeyse. tabii bu durum dile de yansıyor. kuzey kore'de konuşulan korece ile güney kore'de konuşulan korece farklı yollara sapmış. iki kore birleşse bile birbirlerini anlamayacak insanlar.
Uzakdoğu insanının birçoğu gibi sahte bir saygı maskesi takarak gezen insanların ülkesi...
Kaldığınız hostelin dorm'unda bağıra çağıra konuşan kızlar kesin korelidir. Ortak alanda ayağını sehpaya koyarak tırnak kesen adam çinlidir. Kulaklık takmadan telefonundan bangır bangır video izleyen adam japondur.
Hostel değiştirirsin. Hatta başka bir ülkedeki hostele gidersin. Bir bakmışsın mutfak lavabosuna sümküren tayvanlı...
Kötü bir ingilizce ile soğri soğri deyip kaçarlar. Sizinle pek muhabbete girmezler. Çinli kızlar sakallı erkek görünce gözleri faltaşı gibi açılır. Sizinle fotoğraf çektirmek isteyebilir.
Irkçılık diyen sjw'nin ağzına pasaport ile vururum!
Nasıl ki bütün rus kadınları güzel değil ise uzakdoğu milletlerinin tamamı da saygı timsali değil. Ama biz halk olarak bazı milletleri gözümüzde büyütmeye bayılırız.
Ha, yalnız laoslular hariç. Onlar çok ponçik. Fakat laoslu görebilmek için ülkelerine gitmelisiniz. Fakir bir halk olmalarından mütevellit yurtdışına pek çıkamazlar.
İlla koreli görmek istiyorsanız türkiye'nin dört bir yanındaki ev kiliselerde epey miktarda koreli misyoner de görebilirsiniz.