1. ilk kez yunan filozof epikuros tarafından gündeme getirilmiştir.

    argüman, herşeyi bilen, herşeye gücü yeten, sonsuz merhametli bir tanrı ile dünya'daki kötülüklerin nasıl bağdaştıralabileceği sorununu temel alır.

    argümanı, epikuros'ta ele alındığı şekliyle, aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

    -dünyada kötülük vardır.
    -tanrı herşeyi bilendir, o halde kötülüğü de bilmektedir.
    -tanrı kötülüğe engel olmak istemekte ancak gücü mü yetmemektedir? bu durumda herşeye kadir değildir.
    -(yoksa) gücü yetmekte ancak engel olmak mı istememektedir? bu durumda merhametli değildir.
    -(o halde) kötülük varsa tanrı yoktur.

    herkesin bildiği bir gerçek dünyanın kötülüklerle dolu olmasıdır. bir tarafta savaşlar, soykırımlar, cinayetler, işkenceler gibi insan elinden çıkma sonu gelmez kötülükler, diğer yandan seller, yangınlar, depremler gibi sayısız doğal kötülükler... aramızda hiç kimse yoktur ki bu kötülüklerin neden var olduğunu, tanrı'nın bunlara neden engel olmadığını kendine sormamış olsun.

    gerçekten de merhametli ve herşeyi bilen herşeye gücü yeten tanrı neden öz çocuklarının trajedisini bir drama filmini izler gibi izlemektedir?

    tanrının adaletini kötülüklerle bağdaştırmaya (bkz: ) yönelik çeşitli girişimler de olmuştur.

    bunlardan ilki, kötülüğün insan kaynaklı olduğu noktasından hareket eder. argümana göre tanrı insan'a doğruyu yanlıştan ayırma kudreti vermiş, ona tercihlerini belirleme özgürlüğü vermiş, irade gücüyle donatmış ve onu ahlaki bir fail yapmıştır. bahse konu bütün kötülükler insanın kendisine bahşedilen irade özgürlüğünü kötüye kullanarak yanlış seçimler yapmasından kaynaklanmaktadır. kötülüğü yapan insandır. bu durumda kötülük tanrı'ya izafe edilemez. insanın özgür irade sahip olmadığı bir dünyada hepimiz iyilik yapmaya programlanmış robotlara dönüşürdük. seçim imkanının olmadığı bir dünya'da ise kötülükten bahsedilemeyeceği gibi iyilikten de bahsedilemezdi.

    sonuç olarak, özgür iradenin olduğu bir dünya herkesin otomatik olarak iyilik yapan robotlara dönüştüğü dünyadan daha iyi bir dünyadır. dünyada örneğini gördüğümüz kötülükler insana-daha iyi bir dünyada yaşaması için- bahşedilen özgür iradenin zorunlu koşuludur.

    kötülüğü insan iradesine bağlayan bu açıklama ile sorunun önemli bir kısmının çözüme kavuşturulduğunu kabul edebiliriz. gerçekten de dünyadaki büyük kötülüklerin pek çoğu insan elinin eseridir. hem iyi ya da kötü davranma özgürlüğünün (yani özgür iradenin) olduğu hem de kötülüğün olmadığı bir dünya tasavvur etmek mantıksal açıdan imkansız görünmektedir. eğer özgür iradenin olmadığı bir dünyanın daha kötü bir dünya olacağı iddiası doğruysa dünyada kötülük olması gerçekten de kaçınılmaz birşeydir.

    ancak bu cevaba yönelik de çeşitli itirazlar ortaya konabilir. argüman insan kaynaklı kötülüklere anlamlı bir açıklama getirse de doğal kötülüklerin (depremler, tsunamiler, seller, yangınlar, hastalıklar vs.) adil bir tanrının varlığıyla nasıl bağdaştırılabileceği sorusu hala olduğu yerde durmaktadır. insan kaynaklı kötülükler zorunlu olsa bile, tanrı doğal kötülüklerin olmadığı bir dünya yaratamaz mıydı?

    argümanla ilgili ikinci sorun insan kaynaklı kötülüklerin derecesi ile ilgili. özgür irade tanımı gereği kötülük yapma seçeneğini içeriyor olsa bile insanların özgür iradeye sahip olduğu ancak yaptıkları kötülüklerin bir ölçüde sınırlandığı bir dünya yaratmak neden imkansız olsun ki? böyle bir dünyada insanlara yine sınırlı kötülük yapma seçeneği verilebilir ve böylece özgür irade kavramı kendisiyle çelişkiye düşmeyecek bir davranış repartuarıyla birlikte varlığını sürdürebilirdi. örneğin insanların yalan söylediği, hırsızlık yaptığı, birbirini kıskandığı ancak birbirlerini öldürmediği bir dünya tasavvur etmek pekala mümkün. savaşları, nükleer silahları, soykırımları düşünürsek dünya'daki kötülüklerin özgür iradenin varlığını güvence altına almak için gereken asgari limitin çok üzerinde olduğunu söyleyebiliriz.

    kötülük sorununa verilen bir diğer yanıt da kötülüğün kendi başına bir varlığının olmadığına işaret eder. iddiaya göre, nasıl ki karanlık ışığın yokluğuysa, kötülük de iyiliğin yokludur. acımasızlık merhametin; gaddarlık sevginin; bencillik özverinin yokluğudur. dolayısıyla, var oluşa sahip olmayan bir şeyin kötü olduğundan bahsedilemez. sonuç olarak kötülük yoktur.

    ne yazıki bu temellendirme bir kelime oyunundan fazlası değil. çünkü kötülük kavramsal olarak ''gerçek değilse'' bile kötülük nedeniyle insan ırkının(ve hayvanlar aleminin) çektiği acılar son derece ''gerçek''. kötülüğe kavramsal olarak bir gerçeklik atfetmemek her yıl milyonlarca çocuğun açlıktan ve sakatlıktan çektiği acıları hafifletmiyor. biz de kötülüğün kavramsal inşası ile değil reel sonuçlarıyla ilgileniyoruz.

    kötülük sorununa yönelik bir diğer argümana göre, iyiliğin ortaya çıkması kötülüğün varlığına bağlıdır. insanlık tarihinde örneklerine rastladığımız en büyük erdemlerin kötülük toprağında filizlenmesi bu duruma işaret eder. elbette savaş kötüdür ancak aynı savaş kendine özgü iyilerini de üretmiştir. örneğin, kahramanlık, dayanışma, cesaret, özveri, fedakarlık gibi erdemlerin en yüksek şekilleri savaş meydanlarında kendisini göstermiştir. benzer şekilde açlık, kıtlık ve doğal afetler insanlarda merhamet, dayanışma ve empati duygularını açığa çıkarmıştır. kötülüğün olmadığı dünya en büyük erdemlerinden de yoksundur. çünkü kötülük iyiliğin zorunlu sonucudur. biri olmadan diğeri de olmaz.

    bu bana alaycı bir iddia gibi görünüyor. birileri kahraman olabilsin diye milyonlarca insanın savaş meydanlarında ölmesini doğal ve istenir bulmak için her türlü adalet ve iyicillik duygularından soyutlanmak-ya da bu kavramları tanınmaz hale gelinceye kadar eğip bükmek- gerekiyor. rahibe teresa da afrika'da yaşanan açlık ve salgının bu anlamda ''iyi'' olduğuna dikkatimizi çekmişti. bana kalırsa, iyi bir insan iyiliğini inşa edebilmek (ya da kanıtlayabilmek) için afrika'da insanların açlıktan ölüyor olmasını istemez bunun yerine insanların yardıma muhtaç olmadığı bir dünyanın hayalini kurar.

    bir başka teodise argümanı, insanın sınırlı bir varlık olmasından yola çıkar. insanoğlu o kadar küçük bir zaman ve mekan perspektifinden alemi görmektedir ki, kendisine kötülük gibi görünen şeylerin daha büyük bir iyiliğin parçası olabileceğini anlayamamaktadır. söylenene göre bizler sınırlı bilişsel yetilerimiz ve zaman ve mekan açıdan kısıtlanmışlığımız yüzünden tanrının makro planını göremiyoruz.yani öbür dünyayı içine alan sonsuz bir zaman perspektifinden bakabilseydik bu dünyada çekilen acıların üzerinde bu kadar durmayacaktık. kaldı ki tanrı bu dünyada çekilen en küçük kötülüğü bile kudreti ve adaleti ile fazlasıyla telafi edebilecektir.

    buna kendi hayatımdan da bir örnek verebilirim. evimde beslediğim sevgili kedim ona her istediğinde yemek vermediğim için eminim ki bana kızıyor. ancak ben onun fazla yiyip obez olmasından, erken ölmesinden daha da kötüsü hastalıklarla dolu bir hayat yaşamasından korktuğum için onu kızdırmak pahasına öğünlerini dikkatlice ayarlıyorum. ancak kedim bilişsel açıdan bu bağlantıyı kuramayacağı için bana çok kızıyor. benzer şekilde biz de aslında uzun vadede hayrımıza olabilecek bir kötülüğü büyütüp tanrıya kızıyoruz.

    bir de kötülüğün istisnai olduğunu ileri sürenler var. onlara göre, kendi hayatlarımıza baktığımızda elbette yaralandığımız, hastalandığımız, terkedildiğimiz ya da başka türden bir kötülükle karşılaştığımız zamanlar olmuştur. ancak bu durumlar oldukça istisnaidir. genel olarak hayatımız, her zaman mükemmel olmasa da, istikrarlı bir dinginlik çizgisini izler.

    buna bazı insanların hayatında acı, keder, sefalet ve yoksunluğun merkezi bir yer tuttuğunu söyleyerek karşı çıkılabilir. doğuştan sakat, kronik ağrılardan muzdarip olanlar, kaza geçirip kör olanlar, evladını kaybedenler için acı öyle pek de gelip geçici bir şeye benzemiyor.

    hepsinden de öte acı bazı insanların hayatına şöyle bir dokunup geçerken diğerlerinin hayatının başından sonuna kadar belası. bu da tanrının adaleti ile pek bağdaştırılacak bir durum değil. kötülüğü gelip geçici olduğunu söyleyerek meseleyi önemsizleştirmek her gün acı, ızdırap, sefaletin bin bir türlüsüyle boğuşmak zorunda kalan insanlarla alay etmek gibi geliyor bana.

    tanrı'ya inanıyorum ancak şimdiye kadar hiç birşey tanrı inancımı sürdürebilmek adına beni kötülük sorunu kadar zorlamadı. tanrının varlığına ilişkin gündeme getirilen bütün soruların iyi kötü bir yanıtının olduğunu düşünüyorum. bir tek kötülük sorununa yönelik gündeme gelen sorunlar şimdiye kadar cevapsız kalmış gözüküyor.

    belki de tanrı kavramımızı gözden geçirmeliyiz. herşeye kadir tanrı anlayışı tek tanrılı dinlerin bir formülasyonu ve bunun olduğu gibi kabul edilmesi için bir neden bulamıyorum. pek çok başka dinde böyle bir tanrı tasavvuru yok. tanrı'nın herşeye gücü yetmiyor demekle tanrı güçsüz demek arasında tabi ki çok fark var. belki de son derece kudretli tanrı bütün gücünü ve merhametini kullanarak kötülüklerin minimum olduğu bir dünya yaratabildi, yani ancak bu kadarını. belki de işin içine başka kötücül güçler karıştı. belki de insana ait kudretli olmak gibi bir takım özellikleri tanrıya atfederek insanbiçimciliğin tuzağına düşüyoruz.

    görüldüğü üzere kötülük argümanını çürütmenin tek yolu tanrının herşeye kadir olduğu varsayımını reddetmek. böylece tanrı herşeye kadir değilse dünyadaki kötülüklerin de sorumlusu olmayacaktır. belki de hiç kötülük olmasın diye hiç yaratmamayı tercih etmeliydi.

    tabi bu spekülasyonların sonu yok, o yüzden belki de kant'a kulak verip bu konuda aklın söyleyebileceği pek birşeyin olmadığını kabul etmeliyiz. tanrının varlığı ya da yokluğu konusunda rasyonel temellendirmelerle bir kesinliğe ulaşamıyoruz. durum buysa herkesin bu konudaki nihai kararını sezgilerine göre vermesi meşrudur.
    #278204 little thirty | 3 yıl önce (  3 yıl önce)
    0kavram 
  2. "Bütün romanlar, şiirler, içimizde o hiçbir zaman bitip tükenmeyen iyi-kötü yarışı üzerine kurulmuştur. Ve bana öyle geliyor ki, kötülük ölür ölür dirilir, iyilik ise ölümsüzdür. Kötülüğün her zaman taptaze bir görünüşü vardır, iyilik ise dünyadaki her şeyden daha çok saygıdeğerdir."

    -

    ***

    yaşlı kızılderili çadırın önüne oturmuş, birbirleriyle dalaşan iki köpeğini izlemektedir. yanına gelen torununa "bak oğlum" der, "şu köpeklerin beyaz olanın adı iyilik, siyah olanın ise kötülüktür." çocuk, köpeklerden hangisinin kazanacağını sorunca da, şu karşılığı alır: "ben hangisini beslersem o kazanır!.."

    Sunay akın/Onlar Hep Oradaydı
    #278207 ma icari | 3 yıl önce (  2 yıl önce)
    0kavram 
  3. 'den 'a kadar birçok dini sistemde tartışılmış; yetmemiş, 'den (teodise anlayışını yaratan kişi) 'ya kadar birçok filozofun da "suç ve kötülük arasındaki doğal ve doğal olmayan bağlamlar" şeklinde çerçevelendirilebilecek bir boyuta indirgeyerek beyin fırtınası yarattıkları kavram. özellikle 'ın haz, acı ve kötülük üçgeninden çıkamaması ve 'un her şeyi bitirircesine öne sürdüğü "kötülük maddi olmak zorundadır. bu yüzden iyiliğin yokluğudur ve zaten yoktur" savıyla birlikte, kötülük problemi bir çeşit "nasıl bakarsan, öyle görürsün"e evrilmiş durumda bence.

    geçen bayramda kulzos yazarları olarak discord'da toplaşalım demiştim (). katılan birkaç yazarla bir süre sonra kötülük ve suçun niteliğine dair tartışmıştık. ben ikisini birbirinden ayırt edemeyecek kadar dar kafalı biri haline dönüştüğüm için "gününüzü göstereceğim" diyerek ve konunun çapının da genişleyeceğini düşünerek bu konuyu sözlüğe taşıyacağımı söylemiştim. başlığını açarak yardırmayı da düşünüyordum ama kötülüğe sözü nasıl getireceğimi bulamıyordum. sağ olsun; sorunumu kökten çözmüş. teşekkürler agacım.

    kendisinin öne sürdüğü kavramların çoğu tartışmalı zaten ama özellikle kötülüğün maddi bir temele oturtulması ile tanrının kötülüğü yaratıp yaratmamış olabileceği hakkında yapılmış beyin fırtınaları müthiş bir tat bırakıyor benim zihnimde. hinduizm'in beyin yakan okullarından biri olan "vedanta okulu"'nun (advaita vedanta) öğretilerinden biri şöyle: "mutlak kötülük olmadığı gibi, mutlak iyilik de yoktur. şuur merdiveni olarak özetlenebilecek maya var olduğu sürece, insanın algılamakta zorlanacağı iyilik ve kötülük de var olacaktır". acı ve hazzı da böyle görüyorlar ve "başa gelen çekilir, çok da şeyyapmamak lazım" gibi anladığım, pasifist bir bakış açıları var. yukarıda adını andığım leibniz ise, insanların içinde yaşadığı dünya'yı "olanaklı dünyaların en iyisi" olarak çivilediği için bu dünya'nın içindeki fiziki ve ahlâki olarak ikiye ayırdığı kötülüğün nedeni maddi değil, metafizikseldir. şu noktaya kadar işi götürmüştür: "fiziksel acılar, ahlâksal kötülüğün sonuçlarıdır". kendisi "büyük resmi görelim, bunların hepsi greater good'un parçası" mantığının elçisidir. kötülüğü tanrının yarattığını ama kötülüğün de insanların göremediği iyilik yolunun her zaman bir parçası olacağını söyler.

    hinduzim'den bahsetmişken, bu konuya biraz da dini perspektiften bakmaya çalışayım. islam'da vedanta okulu'na benzer birkaç yapı var. yapı diyorum çünkü bunların öğretilerini temel alırsak, bunlar birer minimal mezhebe de dönüşebilecek öğretiler aslında. "cebriye" ya da adındaki mantık, "insanlar zaten özgür iradeye sahip değil ki. allah ne derse, onu uygulamaktan başka bir şey yapamayız" der. böylelikle kötülüğü de tanrının yarattığını otomatik olarak kabul eder ama şöyle bir farkla; allah'ın yarattığı kötülük, insanın minimumda kalmak zorunda olduğu tesiriyle ortaya çıkar ve sadece insana kötü görünür. allah için her şey iyidir, güzeldir. yani, zaten insan bi' boku göremediği için özünde kötü olmayan şeylere de komple kötü demiş, kötücüllüğü de kendisi adlandırmış, bunun ortaya çıkan bütün olumsuz yanlarında da topu allah'a atmıştır. allah ise, insana acımış, "gerizekalıya bak, şunun içindeki iyiyi göremiyor ki bu" demiştir. leibniz'in baktığı açıyla neredeyse benzerdir. islam'da, bir de mantığı var ("azl" kökünden geliyor, "komple ayrıştırmak, uzaklaştırmak" gibi). mutezile de şunu ortaya atıyor: "allah zaten yarattıktan sonra insanla pek ilgilenmemiştir. ancak, özgür irade kırıntısı verdiği insan, kendi amelleriyle kötüyü yaratmanın yolunu bulmuştur. allah kötüyü yaratmamıştır. islam'ın kötüden uzaklaşma çağrısı da, insanın doğrudan etkili olabileceği kötü sonuçlardan arınıp sadece iyi içinde yaşamayı amaçlamasına bağlıdır". cebriyye'ye göre mutezile biraz daha rasyonel ilerliyor gibi görünüyor ama kötülüğü yaratmayan allah'ın, kullarının yaratımlarına kafasını çevirmesi islam anlayışına göre fazlasıyla karanlık bir noktada bulunuyor bence. doğrudan kader inancını sorgulatır insana bu. özetle; islam'daki cebriyye kaderciliğin bütün ayrıntılarını barındırır ve özgür iradeyi reddettiği için kötülüğü de insanın yanlış algıladığını, kötülüğün özünde illa ki iyilik olduğunu savunur. mutezile ise, kötülüğü doğrudan insanın yarattığını, tanrının bununla bir bağlantısı olmadığını, insanlara sürekli kötüden uzaklaşmaları gerektiğini hatırlattığını savunur. bu arada, mutezile de kadercilikten beslenir ama bir noktaya kadar. kader çizgisi üzerinde yaşayan insanın çatallanmış yollarının sonunda bulaşacağı bütün kötülüklerin sonuçlarına tek başına katlanması gerektiğini de savunur. bence, islam içinde kalarak allah'ı "karınca çiftliği olan çocuk" mantığına en fazla yaklaştıran öğreti de mutezile'dir.

    biraz da felsefe diyeyim çünkü dini olarak tanrı-kötülük ilişkisini sorgulamak doğrudan inanç sorgulamaya girdiği için bir noktada tıkanmak fazlasıyla normal ( de genel olarak bundan bahsetmiş zaten, tekrara da girmemiş olayım ben). platon'un maddi olan kötülükten başka bi' şeyle ilgilenmemesi, kant'ın haz ve acının egemenliğindeki bir kötülüğün esiri olduğumuz düşüncesi ve 'nin "jenseits von gut und böse: vorspiel einer philosophie der zukunft (: gelecekteki bir felsefeye giriş)"'te bol bol bahsettiği böse (kötü) ve schlecht (daha kötü, fena) mantığı, bu başlık altında bahsedilmesi gerekenlerden bence.

    platon, maddi kötülüğü güzel yerlere bağlar ama sürekli fikir değiştiriyormuş gibi gelir bana: "hiç kimse bile bile kötülük etmez. kötüler, kötü eğitildikleri için kötüdür". platon'un dünya'da iyi ve kötü olmadığı, bilgelik ve bilgisizliği böyle adlandıranların olduğunu ileri sürmesi de ilginçtir. bilgili olanın, bilge olduğu bütün konularda iyi olabileceği, sadece hazza bakan bilgisizin ise kötü olacağını öne sürmüştür. biraz basit, değil mi bu ya? aslında değil. bilginin iyi olduğunu kabul ettikten sonra bütün kötülüklerin bilgisizlikten doğacağını, mutlu olmak için bilişsel duyuların önemli olduğunu, haz, acı, keyif gibi etkenlerin insanı yalnızca kötüye götüreceğini de iddia edebiliriz. platon'un özellikle kötülük problemi konusunda 'ten etkilenmekten uzaklaşamadığını düşünüyorum. kant ise, bambaşka bir dünya bence. kısaca, kötülüğü ahlâki irade adını verdiği "insanın kararlarından sorumlu olması"na bağlar ama bu irade kötü değil; aksine iyidir. genel ahlâk yasasına uygun yolda ilerlemeyen ahlâki irade, kötülüğü doğurur. zorunlu eğilimler olarak özetlenebilecek seçimler yapan insan, iradesi ile kötülüğü ortaya çıkarmaya kadar gitmiş olur. ancak kant, tanrı-kötülük ilişkisini tanrı'nın ispatlanamaz yönleriyle birlikte tartıştığı için ben pek anlayamıyorum. ahlâki iradenin kötülüğü doğurduğu kısımda kaldım. nietzsche'nin kötü ve fena kavramları ise, kötülüğün yaratılma aşamalarında biraz daha kafa açar. temelli bir görüş olan kötü ve fena kavramları arasında bağlantı olduğu kadar, aslında farklılıklar da devasadır. nietzsche kötüyü de, fenayı da ve hatta iyiyi de insanın güç isteminin doğurduğunu söyler. "zayıflıktan doğan her şey" olarak da özetler. iyi ve kötünün her zaman var olmasının mutlaklık doğurduğunu ve bu mutlaklığın da hayatı zehirlediğini öne sürer. her bir güç isteminin her an farklı değerlendireceği iyi ve fenaların olduğunu ve bunların hiçbir zaman değişmeyeceğini, bir yanılgı olan ahlâki dünya düzeninin de bi' boka yaramadığını iddia eder. komple sistem eleştirisi yaptığını anlıyor her okuduğumda.

    uh, biraz soluklanayım. ton ton ve pos bıyıklının her öne sürdüğünün altını doldurmak için argüman temellendirme yaparken sürekli bir şeyler inşa etmesi fena yoruyor beni. hem okurken hem de yukarıdaki gibi sadece aktarırken yoruyor. kötülüğü suç ile bağdaştırmak ve kötülüğün doğuştanlığı ile suça yatkınlığın doğuştanlığı hakkında bir şeyler eklemek istiyordum ama başlıkla çok alakasız yerlere gideceğim, çok belli. burada bitsin. okuduysanız teşekkür ederim peşinen. kötülük sorunu ile ilgili bir özet vereyim istedim. 'e de başlığı açıp ağzına kadar doldurduğu için teşekkür etmiş olayım tekrar.

    kaynakça ve yararlanmalıklar:

    - cebriyye ve mutezile ile ilgili diyanet vakfı'nın islam ansiklopedisi baya iyidir.

    - kant ile ilgili şunlardan yararlandım: kant'ın tanrı anlayışı ile ilgili bir doktora tezi ve bir dergi makale si.

    - platon felsefesinde kötülük problemi müthiş bir makaleymiş. göz gezdirmezseniz çok şey kaçırırsınız.

    - vedanta okulu ile ilgili bir doktora tezi buldum, içim dışım hinduizm oldu.

    - leibniz'le ilgili bir dergi makale sine baktım. fena değil.

    - nietzsche ile ilgili de gene bir doktora tezi ve makale den faydalandım.

    doğuştan suça eğilim ve suçun doğuştanlığı ile ilgili hiçbir şey yazmadım ama unuttum sanmayın. başlığını açabilecek kadar boş zamanım olduğunda girişeceğim. kötülük sorunu ile dirsek temasını da kurarım orada.
    #278222 lake of the hell | 3 yıl önce (  3 yıl önce)
    3kavram 
  4. geçenlerde bear grylls'in katıldığı bir programda iklim değişikliği ve küresel ısınma yüzünden bir grup filin ufak bi su birikintisi için birbirlerini öldürmeye çalıştığını anlatıyordu, elinde bilgi, imkan ve tercih hakkı olduğu halde sonuçlarını bilinçli yalanlayarak buna sebebiyet veren canlı toplumu kötücüldür bana göre, neden ? çünkü ben toplumsal veya bireysel çıkarlarım yanında bir başka hayvan türünün durumuna empati yapabilir haldeyim fakat bu beni mutlak iyi yapmaz çünkü bu sadece benimle ilgili olmayan ve dar bir alanda verilen belki ortak payda da buluşmuş bir doğa toplumunun çıkarlarını benimsemiş olan benin duygusal bir tepkisidir, aslında bu topluluğun kendinden başka hayvanların yaşamlarını önemsemesinin yanında küresel ısınmayla birlikte buzulların erimesi ve dolayısıyla kendi yaşam alanını tehlikeye atacak sonuçlarının olması da bunu engellemek istemek için bir motivasyondur.

    bununla neyi açıklamak istiyorum ? örnek olması açısından şimdi daha büyük bir ortak paydada buluşmuş ötekilerden, mesela 2 temmuz sivas katliamında otel yanarken dışarıda ki bu olayı destekleyen kimselerin ortak olarak uzlaştığı bir ötekinin çıkarları doğrultusunda bu olaydan haz almış olmalarına bakalım, dışardan bir gözle gayet vahşi bir katliam iken bu kişilerin diğer tüm kurmacaların ötesinde gördüğü ölümden sonraki hayatta vaadedilen bir çıkar uğruna destekledikleri bu eylem destek veren kişiler için hiçte kötü bir eylem olarak sınıflandırılmaz aksine o topluluk için iyi bir olay olarak anımsanır, fakat bu topluluk içinde otelde yanan kimselerden tanıdığı veya en azından kendi türünden bir canlı yandığı için yine bir vicdan azabı söz konusu olsa da uzlaşılan bu kurmaca bireyin kendi duygularını bastırır.

    bu kurmacalara askerlerin savaş alanında kendi ülke çıkarları için insan öldürmeleri ve bu eylemleri çıkarları çatışan ve iki farklı konu üzerinde ötekilerle uzlaşan bireylerin sadece kendi çıkarlarını savunan askerlerle empati kurabilmesi örneği verilebilir, ve farkettiyseniz ilginç bir olay var bu kısımda eğer ki karşı tarafta öldürülen asker güzel bir kadın ise bu toplum içerisinde "evrimsel süreçten gelen" sağlıklı eli yüzü düzgün bir bireyle üreme fırsatını değerlendirdiğinden kişi bu konuda üzüntü duyabilir ve bunu zayiat olarak düşünebilir, bu aslında ne kadar büyük bir kurmacada ortak olsanız dahi ben'in ötekiyle oluşturduğu bu ortaklığın içgüdüsel olarak yanlışlanabilirliğini, sorgulanabilirliğini gösterir çünkü ikincil doğadan önce gelen ve ne kadar baskılanırsa yine o denli açığa çıkmak isteyen milyonlarca yıllık bir evrimsel sürecin izlerini taşırız.


    dolayısıyla iyi ve kötü, insanların veya topluluğun ortak bir paydada huzur içinde yaşamak, çıkarlarını korumak için yarattığı göreceli iki kavramdır ve aynı zamanda değişkendir.

    burda sadece kişinin kendini iyi veya kötü olarak sınıflandırması bir anlam ifade etmez çünkü bu yargıların öteki tarafından kişiye atfedilmesi gerekir, bununla neyi açıklamak istiyorum ?

    iyi ve kötü kavramı aslında ben ve öteki ile ilintilidir, ben kendi isteklerimi baskılayıp öteki ile bir konu hakkında uzlaşıya giderim ve bu uzlaşıların toplamı üzerinden bir değer ve denetim mekanizması kurar bu ortak iletişim kanalına uymayan veya reddeden kimseleri cezalandırır ve iletişimin sağlıklı ilerlemesini sağlarım.

    dolayısıyla bu ortak uzlaşıları benimsemeyen insanlar kötüdür, ıslah edilmesi veya cezalandırılması gerekir bu kendi topluluğumda çıkar sağlamak icin oteki ile kurmak istediğim sağlıklı iletişimin bir nevi güvencesi olur.

    devam etmeden önce doğal çıkar çatışması bağlamında iki şempanze grubu arasındaki ilişkiyi inceleyen bir araştırma örneğiyle başlayalım çünkü bu örnek, insan dışında sistematik bir şekilde çevredeki başka bir grubun erkeklerini öldürmek için sınır devriyesi atan ve denk geldikleri erkekleri öldürmeleri ve böylece kendi bölgelerini genişletmek istemelerini konu alıyor tanıdık gelmiştir sanırım bu durum.

    (robert sapolsky - hate and brain kesit )

    sapolsky'nin konuşmanın tamamında öfke ve bunun biyolojik ve evrimsel tarafını, ırkçılık ve önyargı gibi kavramlara da değinerek anlatıyor bu konuşma üzerinden örnekler vereceğim yine kaynak olarak meraklısı videonun tamamına göz atabilir.

    çıkar çatışması ve koalisyona örnek teşkil etmesi açısından bir başka deney olan (bkz: )'ne bakalım.


    -alıntı

    -- spoiler --


    Robbers Cave Deneyi: Ön Yargı Azaltılabilir Mi?
    Muzaffer Sherif, sosyal psikolojinin kurucularından biri olarak kabul edilen ve bu alanda önemli katkıları olan sosyal psikologlardan biridir. Bu alandaki çalışmalarından bazıları ‘Gerçekçi Çatışma Kuramı’nı içermektedir. Bu kuram kısaca; sınırlı kaynakların gruplar arasında çatışmaya neden olduğunu, bunun sonucunda da ön yargı ve ayrımcılığın doğduğunu savunur. Muzaffer Sherif ve arkadaşlarının bu kuramı test etmek için yaptığı çalışmalardan en dikkat çekici olanı 1954 yılında Oklahoma’da izci kampında yapılan Robbers Cave Deneyi’dir. Bu deney 3 aşamadan oluşmaktaydı:

    Bağ Kurma Aşaması: Kamptaki katılımcılar; 11-12 yaşlarında birbirini önceden tanımayan 22 çocuktan oluşmaktaydı. İki gruba ayrılan çocuklar birbirlerinin farkına varmadan önce, kendi grupları içerisinde birbirleriyle bağ kurmaları ve sosyal normlar oluşturmaları amacıyla yüzme ve yürüyüş gibi aktivitelere katıldılar. Bu aşamada gruplar kendilerine “The Ratters” ve “The Eagles” isimlerini verdiler ve kendi kültürel normlarını ve kendi kültürlerini oluşturdular.

    Rekabet Aşaması: Bu aşamada araştırmacılar iki grubun birbirine karşı rekabet içine girebileceği futbol, beyzbol, halat çekme gibi etkinlikler düzenlediler. Kazanan takım ödüllendiriliyordu. Bu çekişmeli oyunlar iki grup arasında çatışma ve gerilim yaratmıştı. “The Ratters” grubu kazanacaklarından oldukça emindi. Araştırmacıların berabere kalınmayacak, bir grubun mutlaka kazanacağı şekilde organize ettikleri yarışmalar süresince saldırganlık ilk olarak sözlü atışmalar ile başladı. Daha sonra bu atışmaların şiddeti giderek arttı. Beyzbol maçında The Eagles grubu, The Rattles grubunun bayrağını yaktı. Ardından buna karşılık olarak The Rattles grubu The Eagles grubunun odasına girip kişisel eşyalarını çalarak ortalığı dağıttılar. Daha sonrasında kavga eden çocukları, araştırmacılar ayırmak zorunda kaldı. Çatışma aşamasının en sonunda The Eagles grubunun kazandığı ilan edildi.

    Sürtüşmeleri Azaltma Aşaması: Çocuklardan diğer üyeleri tanımlamaları istendi. Çocuklar kendi gruplarını överken, diğer gruptaki çocuklar için negatif özellikler söylediler. Bu sırada çekişmeli oyunların yerini çok sayıda film izleme gibi çatışma içermeyen sosyal temas aldı. Ancak Sherif grupların birbiri ile temas etmelerinin sürtüşmeyi azaltmak için yeterli olmadığına inanıyordu. Temasın yanı sıra ortak amaçlar için birlikte mücadele edilmesi de gerekliydi. Örneğin; araştırmacılar su şebekesini bozarak acil durum yarattılar. İki grubun da iş birliği yaparak arızayı gidermesi gerekiyordu. Başka bir sefer de yemek taşıyan kamyonun çamura saplanması sonucu çocuklar hep birlikte halat çekerek bu sorunu çözdüler. Bunlar gibi iş birliği ve ortak bir amaç için beraber mücadele etmeyi gerektiren durumlar; iki grup arasındaki düşmanca duyguların azalmasını sağlamakla birlikte, diğer gruptaki çocuklar için söylenen negatif özelliklerin yerini pozitif özelliklerin almasında rol oynadı.

    Sonuç olarak Robbers Cave deneyinde ‘Gerçekçi Çatışma Kuramı’nı test eden Muzaffer Sherif ve arkadaşları; grupların sınırlı imkanlar uğruna çatışmasının ön yargı ve ayrımcılığa yol açtığını, sadece bir arada olarak sosyal temas içinde olmanın bu ön yargıların azalmasında yeterli olmadığını, ayrıca ortak bir amaç için birlikte mücadele etmenin istenen sonuca ulaştırdığını gözlemlemişlerdir.


    -- spoiler --


    alıntı-

    dolayısıyla rekabetin yoğun olduğu zamanlarda kendi türünüzün ve grubunuzun çıkarlarını korumak için koalisyon oluşturabilirsiniz, farklı görüşte olan toplulukların ortak bir paydada buluşarak yine ortak bir sorunla mücadele ettiğini ve kötülediğini görebiliriz.

    kötülük ve iyilik kavramlarını, sadece tanrı ile bağdaştırmak zaten başlı başına hatalı bir sorgulama, çünkü zaten varlığı konusunda emin olunamayacak bir şeyi var kabul edip bunun üstüne sorgulama yapmak güncel tüm biyolojik ve sosyolojik araştırmaları hiçe saymak demek bir açıdan, kötü kelimesinin karşılığı olan evil sözcüğünün adam yerine eve sözcüğüne ses olarak yakınlığı bile bu ataerkil tranformasyona ibretlik bir işaret baktığımızda.

    dolayısıyla genel olarak bu konu, ben'in öteki ile uzlaşı içerisinde yarattığı kurmacanın bir denetim mekanizmasıdır ve farklı koalisyonların yine çıkarları doğrultusunda başkalarını kendi kurmaca değer yargılarıyla sınıflandırmasıdır.

    kaynaklar;

    www.gordiondanismanlik.com/...
    youtu.be/...
    youtu.be/...



    #278235 isthatnotokey | 3 yıl önce
    3kavram