bu başlık kişiye özel bir başlıktır
-
bu başlık onay beklemektedir. -
gündelik hayatta hergün karşımıza çıkan ahlaki sorunları ele alan felsefe disiplinine uygulamalı (pratik) etik deniyor. ben de bu başlık altında kürtaj, ötenazi, biyo etik, çevre etiği, hayvan hakları, siyasette temiz eller sorunu, intihar, biyo etik gibi uygulamalı etiğin bazı problemlerini ele alacağım.
uygulamalı etik; bir avuç kafayı yemiş filozofun oturdukları yerden spekülatif, dogrulanamayan çoğu zaman anlaşılamayan felsefi sistemlerinden farklı olarak insan ırkının karşılaştığı gerçek sorunları çözmeye hiç değilse bu alanda alternatif bakış açıları sunmaya çalışıyor.
bence de eğer felsefe insanların işine yarayacak bir şey söyleyecekse zaten bu alana eğilmesi gerekiyor. neyse ki geçtiğimiz yüzyılın ortalarından itibaren nihayet pratik etiğin önemi anlaşıldı. artık dünyanın en büyük filozofları bu konularla ilgili yazıyor.
pratik etigin gittikçe önem kazanmasının aslında bir kaç nedeni var:
1. geçtiğimiz yüzyılda teknolojik, siyasi ve toplumsal gelişmenin çok hızlı bir ivme kazanması insanlığın gündemine yeni sorunlar getirdi. örneğin 1970'li yıllardan başlayarak çevre kirliliği, küresel ısınma, ozon tabakasının incelmesi gibi teknolojinin yarattığı sorunlar bu alanlarda insanlığın sorumluluğunu araştıran bir etik kaygıya yol açtı ve çevre etiğini doğurdu.
benzer şekilde, endüstriyel hayvancılığın hem insan hem de hayvan sağlığı ve refahı açısından yol açtığı sorunlar bağımsız ve giderek güçlenen bir hayvan hakları etiğini gündeme getirdi.
yine artan nüfus, tıptaki ilerlemelerle birlikte kürtaj konusunu, uzayan ömür de ötenazi konusunu gündeme getirdi.
2. pratik etiğin yükselişinin bir diğer nedeni de insanın ahlaki açıdan daha yüksek bir bilinç düzeyine erişmesi. evet insanlık bu yüzyılda iki büyük savaş, soykırımlar, totaliter rejimler vb. gibi travmalar yaşadı ama bunlardan önemli dersler de aldı. bir yandan da köleliğin kaldırılması, kadınların statüsünün iyileştirilmesi, ırk ayrımcılığının ortadan kaldırılması, somurgeciliğiin ortadan kalkması, köleciliğin son kalıntılarının da temizlenmesi gibi ilerici gelişmeler de oldu. bu gelişmeler eski çağlardan bugüne, yönetenlerin olmasa bile halkların bilincinde ahlaki kaygıların giderek önem kazandığını gösteriyor. bu bilinç düzeyinin günlük hayatta karşımıza çıkan sorunların çözümüne yönelik de ahlaki bir araştırmanın da önünü açması kaçınılmazdı.
3. Felsefenin ilgilendiği pek çok konu, kapsamı giderek genişleyen bilim tarafından adeta yutulmuş durumda. çok fazla uzatmak istemiyorum ama felsefenin yüzyıllardır konusu olan doğa, mantık ve bilgi sorunları ile kozmoloji gibi alanlarda bilimin kaydettiği başarı felsefeyi adeta işsiz bıraktı. önceden doğa felsefesi dediğimiz şeyin bugün doğa bilimlerine dönüşmesi bile tek başına aslında pek çok şeyi açıklıyor. (bu konuda yine felsefenin içinden çıkan mantıksal pozitivizmin itirazlarına da bakabilirsiniz.) dahası bilimin felsefe sorunlarına el atması doğa bilimleri ile de sınırlı değil. bu durum toplumsal sorunları da ele alacak bir biçimde genişliyor. bilimsel yöntemin kanıtlanan başarısı sosyoloji, psikoloji gibi yeni bilimsel disiplinler ortaya çıkarmış durumda. (bu alanlarda bilimin ne kadar gelişmiş olduğu ayrı bir sorun.)
4. son olarak, metafizik felsefe içerisinde filozofların yüzyıllardır birbiriyle çelişen sistemler ortaya koymasının insanlığa hiç bir katkısı olmadı. bu çelişik sistemlerin bir tanesinin doğru olması durumunda en az on tanesinin çöpe atılması gerektiğini de kabul etmek zorundayız ki tek bir sistemin bile gerçekliği doğru yansıttığına ilişkin elimizde hiç bir kanıt yok. durum buyken insanlığın gerçek sorunlarına ilişkin şeyleri inceleme konusu yapmak akla daha uygun değil midir?
***
daha önce etiğin teorik sorunları için bir başlık açmıştım, orada daha ziyade kavramsal konuları işlemeyi düşünmüştüm. ama sözlükte hemen hiç okunmadığını görünce biraz hevesim kırılmıştı. orada da yazmaya devam edeceğim çünkü pratik etiğin kavramlarını yine de teorik etikten aldığını, bu kavramları açıklığa kavuşturmadan pratiik sorunların anlaşılamayacağını düşünüyorum.
son olarak, bu konularda yeterli okuma yapmadığımı söylemek zorundayım. bu yüzden bu başlık altında, elimden geleni yapmaya çalışsam da, benden bir akademisyenin tutarlılığını, sistematikliğini ve en önemlisi ikna ediciliğini beklemeyin. ama bu alanda fazla okuma yapmadan, başkalarının görüşlerinden fazla etkilenmeden direk kendi kafamla ne düşündüğümü görmek, el yordamıyla birşeyler yazmak benim için önemli. şimdiden okuduğunuz için teşekkürler. -
ötanazi temel insan haklarından birisi olarak görülmelidir.
ötanazi karşıtları hayatın kutsallığına vurgu yapar, ötanazinin tanrı'dan rol çalmak olduğunu düşünür. bu mantık doğru olsaydı, doğal yollardan ölecek insanları tıbbın imkanlarından yararlanarak yaşatmak da aynı şekilde tanrıdan rol çalmak olacaktı. diğer yandan tanrıya inanmayanlar için bu argümanın geçerli olarak ileri sürülmesi-tanrının varlığını onlara kanıtlamadıkça- mümkün değildir. adam tanrının varlığına inanmıyor, ama siz ona inanmadığı bir varlıkla haklı çıkarılan bir görüşü kabul etmesini istiyorsunuz.
bir diğer grup, bu uygulamanın yaşam hakkının dokunulmazlığına ilişkin zincirleme bir etki yaratarak sonuçta insan hayatının dokunulmazlığı ilkesini sulandıracağını savunur. bu doğrultuda nazilerin de işe ilk olarak ötanazi programlarıyla başladığına işaret eder. (bkz: kaygan yamaç) halbuki bir uygulamanın tarihsel bir dönemde bir grup kötü insan tarafından kötü niyetle kullanılması o uygulamayı ahlaken yanlış bir uygulama yapmaz. naziler istemedikleri gruplardan kurtulmak için ötanazi adı altında cinayetler işlediler. ötanazi işledikleri cinayet için sadece bir paravandı. hitlerin işe ötanazi ile başladığı sonra hızını alamayıp soykırıma vardırdığı iddiası komik. soykırım önceden planlanmış makro bir dünya görüşünün doğal sonucu ve uygulamasıydı. konunun hızını alamamakla ne alakası var?
bir başka grup suistimal ihtimalini gündeme getirir. eğer ötanazi kabul edilirse, hastanın ölmesinden çıkar sağlayacak kişilerin, örneğin kötü niyetli mirasçıların, hastaya ölmesi için baskı yapabileceği ileri sürülür. yine hastanın ''kağıt üstünde'' sözde rızasının alınması çeşitli türden sahtekarlıklara açıktır. ancak bunu önlemenin yolu, ötanaziden vazgeçmek değil gerekli yasal çerçeveyi oluşturup önlemler almaktır.
bu ham düşüncelerin tek sonucu her yıl on binlerce insanın ölmeden önce büyük ve gereksiz acılar çekmesidir.
bu endişeler yerinde olsa bile bu sakıncalar on binlerce insanın korkunç acılardan kurtulması için göze alınabilecek istisnai durumlardır. suistimale açık olan istisnai durumlar nedeniyle aksiyon almaktan kaçınılması durumunda diğer pek çok hakkın da kabul edilmemesi gerekir. çünkü hemen hemen bütün haklar kötüye kullanılabilir. örneğin ifade özgürlüğü insanları ana akım medyayı elinde tutan bir avuç insan halkı egemen güçlerin çıkarları için manipüle edebilir. bu durum pek öyle istisnai bir durum olmasa bile biz ifade özgürlüğünün getirdiği yararların ağır bastığını düşündüğümüz için bu ilkeden vazgeçmiyoruz.
bu arada bir şeye dikkat çekmek gerekiyor. ötanaziye karşı çıkanlar sanıyor ki, ötanazi talep eden insanlar bunu iyileşebilecek hastalıklar için talep ediyor.
ötanazi savunuclarının hemen hemen tamamı, bunu sadece geriye dönüşü mümkün olmayan, ölüm garantili hastalıklar ve insanın dayanma kapasitesini aşan ağrı ve acıların dindirilmesi için istiyor. bütün bunların da profesyonel hekimlerin kararı, onayı ve desteğiyle gerçekleşmesini savunuyorlar.
ötanazi isteyenlere intihar yolunun açık olduğu, ötenazi isteyenlerin kendi hayatlarının ve ölümlerinin sorumluluğunu üstlenmesi gerektiği ileri sürülebilir. bununla birlikte, her ne kadar ikisi de aynı sonuca götürse de intiharla ilgili psikolojik bariyerlerin olduğunu kabul etmek gerekir.
bunu önlemenin bir yolu varken, yer yüzünde bunca acı gerçekten çok gereksiz.
not: daha önce ötanazi başlığı altında dile getirdiğim bazı fikirleri geliştirerek bu başlığa ekledim. -
ölüm cezası akademik çevrelerden çok sokaklarda, kahvelerde, sosyal medyada konuşulan bir konu. özellikle bir cinayet, tecavüz vb. bir olay yaşandığında toplumun aklına hemen her zaman ölüm cezası geliyor.
halk adam asmaya çok meraklı olduğu için siyasetçiler de uygun gördükleri aralıklarda bu konuyu gündeme getirir, ama sonra halkın ilgisinin dağılmasıyla onlar da genelde bu konuyu unuturlar.
ben bu konulara girme niyetinde değilim. halkın bu konudaki taşkın eğilimlerini sosyologlar, siyasetçilerin çıkışlarını siyaset bilimcileri değerlendirsin.
ölüm cezasını sadece fikir zemininde ele alacağım.
***
ölüm cezası; yandaşları için adaletin yerini bulması, karşıtları için toplum eliyle işlenen bir cinayettir.
yandaşlarının ve benim de içinde bulunduğum karşıtlarının görüşlerini izleyen maddelerde özetliyorum.
1. idam yanlıları yaşama hakkına saygı duymayan bir katilin kendisinin de yaşama hakkını kaybettiğini ileri sürmektedir. bu yüzden cinayet gibi büyük bir suçta idam meşrudur. öldüren ölmeyi hak etmiştir. başka bir temellendirmeye de ihtiyaç yoktur. (kıssasa kıssas.) özetle cinayet gibi bir suçta idam cezası adil ve gereklidir.
buna çeşitli biçimlerde karşı çıkılabilir.
evet cinayet işlenebilecek en büyük kötülüklerden birisidir. peki ölüm cezası ile mevcut kötülüğe bir yenisini eklemenin mantığı nedir? ölüm cezası yeni bir cinayet işlemek değil midir?
ölüm cezası haklı bir sebebe dayandığından cinayet sayılmaz denilebilir. ancak ölüm cezası sonuçları itibariyle kişisel bir cinayetten pek de farklı değildir. yine aynı ölüm, aynı acılar, geride kalanlar.
ikincisi, ölüm cezasının faydacı bir bakış açısından makul hiç bir gerekçesi yoktur. katil idam edilse bile öldürülen kişi çıkıp da geri gelemez. ayrıca, hukuk sistemi intikam mantığına dayanan bir görüşe dayanarak kurulamaz. halk duygularıyla hareket edebilse de devlet her zaman aklı temsil etmelidir.
tarih boyunca ibret için çoluğun çocuğun gözü önünde kurulan dar ağaçlarının tek sonucu toplumdaki vahşet ve intikam duygularının kışkırtılması, toplumdaki temel değerlerin yozlaşması olmuştur. ''devlet baba''nın sergilediği bu vahşetin körpe zihinlerde nasıl olumsuz tesirler yaratacağını tahmin etmek için freud olmaya gerek yok.
2. idam yanlıları bu cezanın caydırıcı olduğunu ileri sürer. cinayet işleyen bir kişinin asılması pek çok potansiyel katil adayını cinayet işlemeden önce ikinci kez düşünmeye zorlayacağı iddia edilir.
bu iddia akla yatkın görünüyor. cinayet öncesi harekete geçmeden önce ''ikinci kez düşünme'' denilen şeyin şu şekilde olması beklenebilir: ''x'i öldürmek istiyorum, ama öldürürsem beni idam ederler, sadece x değil ben de ölürüm, hayatın bütün güzelliklerinden de mahrum kalırım. hayır bu çok mantıksız, yapmayacağım.''
ama biraz derinlemesine düşündüğümüzde bu iddianın hayali bir insan tasavvuruna dayandığı görülecektir. buradaki hata insanın doğru bir kayıp-kazanç değerlendirmesi yapan rasyonel bir varlık olarak görülmesidir. gerçek durum kesinlikle bu değildir. insanoğlunun eyleme geçerken temel motivasyonu irrasyonel güdüleridir. özellikle cinayet gibi suçlar insanın dizginlenemez, akıl dışı, tutkulu doğasından kaynaklanır. ayrıca, cinayet işleyecek kadar gözü dönmüş birisi rasyonel değerlendirmeler yapabilecek en son kişidir. eğer bir katil belirli bir rasyonel değerlendirme kapasitesine sahip olsaydı bile sadece idam edilmekten değil hapse girmekten de korkardı. hangi insan kızgınlıkla işlediği bir cinayet yüzünden hayatının geri kalanını bir hücrede geçirmek ister? istemez çünkü bu onun çıkarına aykırıdır ama yine de cinayetini işler. benzer şekilde kimse idam edilmek istemez, ama birisini öldürmeyi kafasına koymuş bir katil bunu muhtemelen yapacaktır.
bütün bunların çok teorik olduğunu düşünüyorsanız idam cezasının olduğu ülkelerde suç oranlarında bir azalma olup olmadığına bakın. paradoksal bir şekilde idam cezası uygulayan ülkelerde cinayet oranları çok ama çok daha yüksek. elbette suç oranlarını etkileyen pek çok coğrafi, kültürel, tarihi değişken olabilir ve idam cezasını kaldıran ülkelerin halihazırda belirli bir toplumsal olgunluğa erişmiş, zengin, müreffeh ülkeler olduğu ileri sürülebilir.
ancak bu sefer de idam cezasını caydırıcılık temelinde savunanların aynı ülkenin idam cezası uygulayan farklı bölgelerinde (örneğin abd'deki bazı eyaletlerinde) suç oranlarının neden düşmediğini açıklayacak alternatif teoriler geliştirmeleri gerekir.
görüldüğü gibi caydırıcılık argümanının pratik hayatta hiç bir karşılığı yok ve bütün iddia basit bir akıl yürütme ve bir parça istatistik veri ile çöküyor.
3. idam yanlılarının gündeme getirdiği bir diğer konu katillerin, tecavüzcülerin, hırsızların toplumun sınırlı kaynaklarıyla beslendiği, bunun suçluyu değil toplumu cezalandırmak anlamına geldiğidir.
bir kural olarak; nefsi müdafa dışında öldürmenin hiç bir ahlaki gerekçesi olamaz. idam da nihayetinde bir öldürme eylemidir ve tam da bu yüzden haklı çıkarılamaz. mahkumların barınma yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarının karşılanması işte bu iğrenç suçla elimizi kirletmemek için ödeyeceğimiz küçük bir bedeldir.
ayrıca medeni bir devlet bu küçük bedelin hesabını yapmaz. bunca ağlayıp sızlanmaya karşın, mahkumlara ayrılan kamu kaynakları mevcut haliyle maliyeye yük oluşturmaktan çok ama çok uzaktır. bu olsa olsa suçlunun hayatta tutulmasını imkansız kılacak maddi koşullara sahip küçük, ilkel kabilelere ait bir sorun olabilir. bunu gerçek bir sorun olarak gösterenler halkı aldatmaktadır.
4. bir diğer iddiaya göre cinayetten etkilenen maktülün yakınlarının ancak katilin bedeninin ortadan kaldırılmasıyla tatmin edilebileceğidir.
cinayete kurban giden bir insanın yakınlarının katilin de aynı akıbete uğramasını istemesi son derece meşrudur. meşru olmayan mahkemelerin mağdur olanların anlık (ve elbette anlaşılabilir) duygularına göre karar vermesidir. hukuk sistemi doğrudan suçtan etkilenenlerin talepleri üzerine inşa edilseydi bütün hukuk sisteminin çözülür kaosun önü alınamazdı.
bir de şu var: maktülün yakınları elbette çok acı çekmektedir ancak katilin de işlenen cinayette hiç bir sorumluluğu olmayan yakınları vardır. katilin 6 yaşında bir kızının olduğunu ve babasının halkın önünde asıldığını düşünün. bu kızın hayatı daha başlamadan bitmiş olmayacak mıdır? (gerçi gözü dönmüş toplumun azgın üyeleri, katilin annesi, babası için de idam istemekte, hatta küçük çocuklarının da maktülle aynı akıbete uğramasını dileyebilmektedir. bu görüşü benimseyen insanların ahlaki açıdan katille aynı ahlaki statüde olduğunu düşünüyorum.)
5. bir başka iddiaya göre katilin varlığı ortadan kaldırılarak ileride yaratacağı olası tehlikelerden toplum korunacaktır.
bu da ilk bakışta mantıklı bir argüman gibi duruyor. ancak ölüm cezası bir toplumu kötülüklerden korumanın en kötü yolu. bunun yerine toplumun güvenliğini sağlamak için başka pek çok alternatif yöntem denenebilir. örneğin canavarca hisle, planlayarak, çıkar gözeterek adam öldürenler ayrı bir sınıf olarak değerlendirilebilir ve bu kişiler için yasal hapis süreleri-insani koşulları gözetmek koşuluyla- ağırlaştırılabilir.
ayrıca amaç toplumu korumaksa, bunu hiç bir şey ahlaklı bireyler yetiştiren kaliteli bir eğitim sistemi kadar iyi yapamaz. ayrıca suç oranlarının artmasında sosyo-ekonomik koşulların da etkisi vardır. suça zemin hazırlayan belli başlı bataklıkların kurutulması daha etkili sonuçlar verebilir. ayrıca mahkumiyet süresi boyunca uygulanan iyi planlanmış bir rehabilitasyon süreciyle suçlular topluma bir şekilde kazandırabilir.
***
idam cezasının ne ölçüde adil bir karşılık olduğunu tartışırken göz önünde bulundurmamız gereken bir diğer önemli husus da suçun psikolojisidir. daha önce yine bir kişisel başlık altında insanın eylemlerinde ne kadar özgür olduğu konusunu tartışmıştım. orada insanın çevresel, biyolojik, kültürel ve ekonomik faktörler tarafından koşullanan bir varlık olduğunu ancak yine de bu unsurların izin verdiği bir çerçeve içerisinde hareket serbestisine sahip olduğunu ileri sürmüştüm. oradaki görüşlerimi aynen koruyorum. bana göre hiç bir çevresel ya da biyolojik koşullanma cinayet gibi ekstrem bir eylemi haklı çıkaramaz, sadece onu kolaylaştırır ya da zorlaştırır. daha hafif suçlar/kabahatler için ise çevre ve genlerden aktarılan özelliklerin, kültürel ve ekonomik iklimin daha belirleyici olabileceğine inanıyorum. yani suçun şiddeti ile irade gücünün kendisini göstermesi arasında doğru bir orantı var gözüküyor. (küçük kusurlar önemsenmez, hatta çoğu durumda kusur olarak bile görülmez ama psikopatlar dışında çok az kişi adam öldürme düşüncesiyle barışıktır.)
Sonuç olarak burada anlatmaya çalıştığım şey açısından önemli olan çeşitli dışsal faktörlerin eylemi şu ya da bu yönde etkilemesidir. örneğin, şiddetli geçimsizlik yaşayan mutsuz fakir bir ailede dünyaya gözünü açan, uyuşturucu ve suç çetelerinin cirit attığı bir mahallede büyüyen, bilişsel yetenekleri sınırlı olan, şiddete meyilli bir kültür iklimini soluyan bir çocuğu düşünün. şimdi de mutlu, zengin bir ailede yetişen, iyi eğitim almış zeki bir çocuktan bahsedelim. bu ikisinin de hayata aynı yerden başladığını söyleyebilir miyiz? suçluların hemen her zaman belirli bir alt gruptan çıkması suç ile çevre arasında- nedensellik olmasa da-en azından anlamlı bir korelasyon olduğunu gösteriyor. kimse doğduğu aileyi, yetiştiği çevreyi, ekonomik durumunu, psikolojik rahatsızlıklarını isteyerek seçmez. elbette bunlar cinayet gibi büyük suçların işlenmesi için mazaret değildir. ancak eğer adaletten bahsediyorsak bütün bu dışsal faktörlerin suça zemin hazırladığını, verilecek cezanın da buna uygun olmasını itiraf etmemiz gerekir. kimse katillerin, tecavüzcülerin toplumun içinde elini kolunu sallayarak gezmesini isteyecek kadar delirmiş değildir. istenen sadece spesifik bir suçu mahkum ederken bu unsurların da hesaba katılmasıdır.
peki suçu belirleyen faktörlerin hesaplanması ne kadar mümkündür? eğer bir suçlunun hangi faktörlerin sonucu olarak suç işlediğini matematiksel bir kesinlikle ölçebilseydik bu şüphesiz iyi olurdu. ancak bir kişinin ne kadar kendi iradesiyle ne kadar dışsal zorlamalarla harekete geçtiğini saptayabilecek olanaklardan tamamen yoksunuz. o halde yapabileceğimiz tek bir şey var: yanılabileceğimizi bilerek cezaları insani sınırlar içerisinde tutmak. doğal olarak, bunun mantıksal sonucu ölüm cezasının hiç bir suça uygulanmamasıdır.
şimdi ekstrem bir örnek vereceğim. bir şizofreni hastası düşünün. bu kişi hastalığını kendi seçmemiş, üstelik bu hastalık yüzünden de hayatı mahvolmuştur. ne okulu bitirebilmiş, ne arkadaş edinebilmiş ne de adam akıllı bir meslek sahibi olabilmiştir. halüsilasyon gördüğü için gerçeklerle bağı tamamen kopmuştur. bu kişi hitlerin aramızda dolaştığına son derece emindir. yeni bir soykırımı önlemenin tek yolu onu bulup öldürmektir. bunu yapmayı istemese de bir kişiyi öldürüp milyonlarca hayatı kurtarabileceğini düşünmektedir. hitleri polise ihbar etmek aklının ucundan bile geçmemektedir. çünkü polisin de hitlere çalıştığı kendisine rapor edilmiştir. ya bu cinayeti işleyecek ya da ölene kadar bu gerçekle yüzleşmekten kaçtığı için pişmanlık duyacaktır. babasının silahını alarak hitleri sokaklarda aramaya başlar ve ilk gördüğü bıyıklıyı yere serer.
şimdi bu kişi ne kadar iradesi ile hareket etmiştir? iradesi varsa bile bu kişiye kötü niyet atfetmek mümkün müdür? (ne var ki bu durumda bile idam isteyenler her zaman çoğunlukta olacaktır.)
idam cezasıyla ilgili bir diğer sorun da suistimale çok açık olmasıdır. yıllarca uygulamada kaldıktan sonra bozulan ya da hatalı olduğu anlaşılan haksız mahkeme kararları çok yaygındır. pek çok kişi bir iftira, siyasi komplo ya da basit bir yanlış anlama yüzünden cinayetle suçlanmış ve yıllarca hapis yatmıştır. neyse ki bu kişiler en azından en değerli şeylerini, yani hayatlarını korumuşlar, şanslılarsa hapishaneden çıkıp tazminat almışlardır.
bir de bu insanların ölüm cezasına çarptırıldığını düşünün. bu en durgun vicdanı bile kanatmaz mı? bu bir hiç uğruna katledilen bu insanın ailesine ne denecektir, devlet eliyle işlenen bu cinayetin bedeli nasıl ödenecektir, toplumun vicdanı nasıl onarılacaktır, hukuk sistemine güven nasıl sağlanacaktır?
sanırım en başından beri söylemek istediğim şeyin özü şu: ölüm cezası iyi ve adil olduğunu iddia eden bir toplumun örgütlü cinayetidir.