bu başlık kişiye özel bir başlıktır
-
bu başlık umarım çok yakında, maverick adlı 5 yıldır bu mecrada olan fakat eser miktarda girdi yazmış bir kulzos yazarının, hezeyanlarına şahitlik edecek kişiye özel başlık açma çabasıdır. -
Attım kendimi Sait Faik'in adasına. Cemevinin çay bahçesinde bir masaya kuruluyorum. Bundan altı ay mukaddem 'Allah'ını üşüyen" bir çocuk hatırlıyorum. Doğuştan ehli sünnet edilmişliği ile şimdi Ali'yi üşümeye hasret. (içimdeki kutsal olan her şeyi yıkalı çok olmuştu)
Karşı masamda bir kadın oturuyor. garsonun ikimizle de çok geç ilgilenmesine bozuluyoruz. duygudaşlığımız birbirimize bakıp gülümsememize neden oluyor. Önündeki deftere bir şeyler çiziyor. çıkarıyorum defterimi çantamdan, Bu tarassut anını ondan gizli yazıyorum. Tahminen kırklı yaşlarının sonunda, sarışın, yüzünün kemikli yapısı az önce taktığı kemik gözlükleri ile ahenk oluşturan, omuzlarında sanki her şeyi taşıyan ama kendini taşıyamamanın hüznünü de taşıyan bir kadın...
"şehri uğultularıyla dolduran namussuz kalabalıktan" buraya kaçmak bilumum namussuzlukları önlemeye yaramıyor tabii ki ama unutturmaya yetiyor. çok önceleri unutmak hakkında "unutmak değil, unutamamaktır lanet" diye kötü bir cümle yazmıştım. yazdığım şeylerden bu denli utanmak istemezdim sanırım. Tam şu anda garsonun verdiği kırmızı tükenmez kalem, eskiz defterimin sararmış yapraklarına değerken, şimdi yazdıklarımdan utanmam için ne kadar beklemem gerekecek diye düşünüyorum.
Karşımda oturan levanten kadın kalkmaya hazırlanırken, onunla konuşma isteğimin vücudumu bir hastalık gibi sardığını fark ediyorum. İlk hamleyi yapma konusunda hiçbir zaman iyi olamadım. Beni bir şeyler yazma konusunda alıkoyan da bu oldu hep. "İlk dizeyi Allah'tan beklemenin" atıl kepazeliği!
Filmi üç gün geriye sarıyorum. gerçi ben o çağın çocuğu değilim. Daha radyasyonlu yıllarda geldim dünyaya. bir diğer deyişle; elektrikle bütünleşik bir kargışlanma... Neyse aldım kalemi elime, tersini çevirip sardım kaseti tam 66 saat geriye. Çiçek pasajında beyaz şarap ile köfteyi arkadaş eylemişken, uluorta "PİÇ" gibi kalıyorum.
Beni böyle piç gibi bırakan şey az önce üstüne toprak attığım, beyoğlu'nun son ağbisi miydi? Yoksa toprak lekesini tırnaklarımdan çıkaracak bir kimsenin eksikliği mi? Birbirine yapısal olarak çok benzeyen lakin pratikte, padişah ile kölemen köleleri kadar uzak bu iki sorunun cevabını bulmak için, kaç yüzyıl daha yaşamam gerekecek sualinin eklendiği paradoksal döngüyü düşünmek bile istemiyorum.
-Kaset şimdiki zamana sarıldı-
Karşımda oturan, bana eski şeyleri hatırlatan o kadın kalktı. Yüzümden tarassut etmenin utancını taşıyan kızarıklıkta... Kadının peşinden gitmek için hiçbir çaba göstermedim. İşte ben böyleyimdir Ahali! Tutkularımı ya da takıntı mı demeliydim, her neyse işte, kendi içimde doğurur, büyütür ve öldürürüm. tenimde bir ölünün soğukluğunu taşıyan istençli bir kayıtsızlık kalır sadece. (insan ölmeden böyle cümleler kurmamalı ama sanırım ben birkaç defa öldüm)
-kaset yoğun çabalar sonucunda altı ay öncesine sarıldı-
o gece Allah'ını üşüyen o çocuk, bütün bu olacaklardan habersiz kadına söz verdi. Kadın daha önce hiç gelmemişti bu adaya. ömründe, eser miktarda gördüğünü tahmin ettiği cumbalı evleri gösterecekti ona, birde karşılaşabilirlerse, küçükken sait faik'in yanında büyümüş olan Yorgiya hanım teyzesini...
Oysa o zamanlar Sartre kadar olmasa da varoluşçuydu. ontoloji kelimesini kullanmaktan gizli bir haz alıyordu. Kendi hayatının yörüngesini bizatihi kendi vereceği kararların değiştireceğini sanıyordu. Başka kimselerin de, kendi hayatını bu denli etkileyebileceğini o gece kavradı. Camus'nün tarafını tutmaya karar kılmıştı artık.
-kaseti ileri geri sarmaktan, tükenmez kalem de tükenmiş ve yılmıştı. adam çok içli bir şiirden şu dizeyi okudu; "yıldım demenin de bir anlamı yok artık" Kalem gereğinden fazla içlenerek, mürekkebi yaşlı, son kez sardı kaseti şimdiki zamana-
altı ay önce verdiği sözü tutacak olmanın "yanılgan" gururuyla (çünkü her gurur yanılgandır) sabah erken kalktı. Vapura binecekleri iskeleye varmak için atladı tramvaya. Buluşma yerine geldiğinde kadın ortalarda gözükmüyordu. Telefonlarını da açmıyordu. uyuyakalmıştı muhtemelen.
Kadına gelmesi için ısrar etmemişti oysa. zaten kendisi, o olmasa da gelecekti buraya. kadın arayıp, bir susuşma anında dahil etmişti kendini plana. şimdi onun gelmeyecek olması aslında hiçbir şeyi değiştirmemeliydi. buna karşın kendini hüznünden azade kılmayı başaramıyordu. hüznü gittikçe siniriyle karıştı. beklenti içine girmek ne menem bir şeydi böyle!
Aslında ona, tepe bir meyhanede " hiçbir gerçeğin bir yalan kadar acıtmayacağı" tezini savunacaktı. o yalan bir gün ortaya çıkmayacak olsa bile... işte hüznüne tebelleş olan siniri de bununla alakalıydı galiba. biraz sonra arayacak ve neden geç kaldığı hakkında binbir türlü yalanlar sıralayacaktı. kimseden bir şey duymak istemiyordu. hele ki ondan tek bir yalan daha duyacak olma düşüncesi bile, uzuvlarının faili meçhul bir cinayete sürüklenmesine yetiyordu. tırnaklarındaki toprağı çıkaracak birisine ihtiyacı yoktu artık.
çünkü delirmeye ramak kalmıştı!
5 Eylül 2021 - Burgazada cemevi çay bahçesi -
Dün gece Kızıltoprak'ta hiç tanımadığım bir evde kaldım. Oldum olası ilk defa kaldığım bir yerde, yerimi hep yabancılarım. Kafayı vurduğu gibi uyuyan, her yeri yatak belleyen o insanlardan olamadım maalesef. Herkes odalarına çekildikten sonra, Salonda misafir için ayrılan üçlü koltukta, benden önceki misafirlerin kokusu sinmiş nevresimlerin üstüne attım kendimi. hatırlıyorum da; küçükken uykuya dalmak için bin tane koyun saymaya çalışırdım. yarısına gelemeden atılırdım çocukluğumun serin uykularına... oysa şimdi büyümüş ve kuzu'larımı yitirmiştim.
Kızıltoprak denilince aklıma ilk gelen şey; Nilgün Marmara ve onun "Daktiloya çekilmemiş şiirleri" oluyor. Bütün ayrıksılığı ile yaşadığı bu semtteki evinde, şairler toplanır, zamanın ruhu hakkında konuşurlarmış. Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever, Ece Ayhan, İlhan berk ve daha niceleri... bu şairlerin içerisinde onu en iyi anlayan ve anlatan sivil şair ece ayhan olmuştur bence.
Şimdi düşünüyorum da; kendini camdan aşağı bıraktığı o kısacık anda, neler gelmişti acaba aklına? Sanırım bunu hiçbir zaman öğrenmek mümkün olmayacak. ama bana kalırsa; mor elbisesi kanlanmadan, vücudu paramparça olmadan önceki o kısacık çizgide, ilk defa ayrıksı olmadığını duyumsamış olabilir miydi? Bedeni zift gibi karanlık asfalta mı çakılmıştı? yoksa Kızıltoprak'ın kızıllığına mı karışmıştı? Eğer öyleyse çok sevinirim Tanrım!
Cenazede Ece Ayhan'ın, Nilgün Marmara'nın annesinden okul numarasını öğrendiğini okumuştum bir yerlerde. Sonrasında da o meşhur "Meçhul öğrenci anıtı" şiiri peydah olmuştu zaten.
"Aldırma 128! intiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek"
Birine veda ederken, onu bu kadar içten, güzel ve sahici duygularla anlatabilecek bir dilden yoksunum! Yoksunluk ve yoksulluk arasındaki kavramsal farktan bahsetmeden önce, biz en iyisi en iyi bildiğimiz şeyi yapalım; Aldırmayalım ve 128 tane asfaltlarla barışmamış mor atları sayarken, uyumaya çalışalım.
...
Kızıltoprak'ta sabah oldu. Kendimi bir an önce bir çorbacıya atmak ve ağzımın dünden kalan bol içki ve sigara barındıran tadını değiştirmek istiyordum. Evden çıkabilmek için birinin uyanmasına ihtiyacım vardı. Çünkü kimse uyanmadan evden çıkarsam kendimi hırsız gibi hissedecektim. Bu ucuz ve bayat duygulardan vakit kaybetmeden kurtulmalıyım... Ev sahibi nihayet uyanmıştı. Selamımı iletip, gladyatörler gibi çıktım evden.
yol kenarında bir çorbacı bulup oturuyorum ve bir kâse mercimek söylüyorum. "Mercimek yok ezo vereyim mi abi" diyor garson.-oysa kendime uzaktan bakabilseydim, seçim yapacak durumda olmadığımı ben bile anlayabilirdim- "Olur getir" diyerek savuşturuyorum garsonu... çorbayı hiç beğenmedim. yarısını bile içemeden, bolca ekmek yiyerek açlığımı bastırmaya çalıştım sadece. Hesabı ödemeye giderken aklıma pırıltı saçan bir fikir geldi: bence insan beğenmediği yemeğin en fazla yarısını ödemeli. Bu çok anarşist fikrimi kasiyer ile paylaşmadan, hesabın tamamını ödeyerek ve içimdeki anarşisti susturarak çıkıyorum çorbacıdan.
Para çekmem gerektiği aklıma geliyor hemen. Yolun karşısında, cüzdanımdaki beş benzemez kartlardan en az bir tanesine uyacak bankayı gözüme kestiriyorum. Bankaya doğru yürürken aklıma yıllar önce yazdığım kötü bir dize geliyor.
"Bankaya para çekmeye gidip seni sevmek, diyalektiktir"
Para çekme işini ve kimseyi sevmemenin diyalektiği üzerindeki fikirlerimi hallettikten sonra, Kalamış'a doğru sürüyorum ayaklarımı. Kalamış parkında bir banka oturup sigara yakıyorum. Uzaklardan bir kediyi yanıma oturması için çağırıyorum. hemen gelip kuruluyor yanıma. bir süre öylece oturduktan sonra kucağıma çıkmak istiyor. İnsanlardan öğrendiği bir davranış olmalı sanırım: her şeyin daha fazlasını istemek! engel olmuyorum kediciğe, çıkıyor kucağıma ama çıkmasıyla şortuma kızıl toprak lekesinin bulaşması bir oluyor. hemen oracıkta affediyorum kediciği. iyi ve ahlaklı bir insan olduğum için değil. yüzünde bir insan suretine rastlamadığım için, yaptığı şeyden pişman olacak kadar kibirli olmadığı için. yani seni sen olduğun için affediyorum kedicik! peki sen?
...
Kızıl toprak lekesi bulaşmış şortumla, sahil boyu yürümeye karar veriyorum. sabahın bu vaktinde sahilde yürümeyeli uzun yıllar olmuştu. ne çok şey kaçırıyoruz aslında ve ne kadar çok, gün doğumlarına haksızlıklar ediyoruz... Etrafımda koşu yapan, yürüyen insanlar, kıçlarındaki o donla nasıl rahat ettiklerini bir türlü anlayamadığım bisikletliler geçiyor. Ama durun! bir şey eksik değil mi? Dün gece de irfan abi "hep eksik, hep eksik, hep eksik..." diye bağırmamış mıydı sahneden?
normal bir yerde, sabahın bu vaktinde şu yürüdüğüm kadar yolu yürüseydim, en azından bir tane de olsa evsiz birine rastlardım. Şimdi anlıyorum ki; evsiz insanların bir evi olması için çığıran zengin mahallelilerin tek derdi; kendi vasat huzurlarıymış!
insanlar etrafımdan akmaya devam ederlerken, onlarla bütünleşemediğimi yani bir nevi kaynamamış bir kemiğin, deride yarattığı o huzursuzluğu hissediyorum. evden çıktığımdan beri tekrar edip durduğum turgut uyar dizesi, gelip çarpıyor yüzüme.
"bir karışsam içlerine bir uysam biraz gülmesem
ertesi gün kimbilir nasıl yaşarım"
oysa dün gece karışmamış mıydım içlerine. onlar gibi değil miydim? evet öyleydim! peki o zaman; yürürken altımdan kayan bu asfalt, koşmakla yakalanmayacak şu insanlar, kendimi unuttuğum yeri hatırlayamadığım şu zaman dilimi niye var?
kabullenmek en iyisi. vazgeçmek zor "ama bir o kadar da güzel"... hüzünlü şarkılar kadar güzel... alıp başımı gitmeliyim. kendimi hatırlamayı öğrenmeliyim. bırakalım sol yanında mutlu olsun o insanlar. başlarını koyabileceği bir omuzları olsun... kapılar kapalı, perdeler çekik, diş fırçaları sakin...biliyorum; o evlerde çaylar hep çift demlik.
Sabahın bir yerinde, adına kurbağalı dere denen ama hiç kurbağa olmayan derenin yanından geçerken, özlemle kargışlanacağımı bile bile vazgeçiyorum geceden! (Alkışlamak serbest!)
Aldırma 2239! ocaklardaki Tek demlik çayları, çift demlik yapacak birine rastlanır elbet.
Bu son satırları yazdıktan sonra "Tanrım Mola" diyebilen bir şairin tüm kitaplarını teker teker okuyacağım. İşte size öldükten sonra kıymeti bilinecek bir şair daha.* Elimdeki kitaplarının baskı sayılarını topladığımda, iki elin parmaklarını bile geçmiyor. Okunmak istiyorsan; ya kalemine otosansür bulaşacak ya da en basitinden öleceksin galiba! Seni hatırlayan son kişi de seni unuttuğunda, gerçekten ölmüş olacaksın diye sürebilir bu paragraf -ama sürmeyecek-
Size dün gece hiç tanımadığım bir evde, hiç tanımadığım insanlarla kaldığımı söylemiş miydim? İçlerinden birini hatırlıyorum galiba. ama üzgünüm, sizi çıkarabilmem mümkün değil. konuşalım ama hiç tanışmayalım.
zira tanışırsak bozuşuruz diye ilerleyebilir bu hikaye -ama ilerlemeyecek!-
bostancı sahil - 26.09.2021
-
"kim demiş erkekler ağlamaz diye
buyrun meyhaneye ağlamazsam erkek değilim"
yeni bir tarafımı keşfediyorum bugün. evet bugün 5 kasım 2024. ankara trenindeyim, "ezbere bir türkiye haritası çiziyorum", hüngür hüngür ağlamak neymiş bunu keşfediyorum. irfan alış öldü bugün. artık onu anlattığımız yerlerde bu geçmiş zaman ekini ekleyeceğiz cümlelerimize. oysa daha 1 hafta önce konuşmuştuk "senin plağını ben göndereceğim, üstüne de bir şeyler yazarım" demişti. ilk plaklarına yani peyk grubunun 25. yıla özel çıkarttıkları plağa "salih benim ölmemi istiyor repo yapıyor" yazmıştı. o gün ne kadar da gülmüştük bu espriye. ama böyle bir günün geleceğini nereden bilecektik. o plağın arkasında espri ile yazılan o cümlerlerin bugün gelip boğazıma bir yumru, içime bir karanlık oturtacağını nereden bilecektik ki!
30 kasım'da doğdum ben. oldum olası doğum günlerine önem veren birisi olmadım ama yine de kutlandı doğum günlerim. kimisine ben de çok sevindim. kimisi ise anlamsızdı. ama bu kasım var ya bu kasım... o kadar çok şey aldı götürdü ki benden... gelmesin bir daha diye bekliyorum artık. her olan şeyi yılın bir ayına yüklemekle hata yapıyorum muhtemelen ama ne olacaktı ki başka. sevdiği birisini kaybetmiş bir adamdan mantıklı davranması beklenemez sonuçta.
ah benim irfan abim. gözlerindeki o ışıltıyı, iyi geçen konserlerden sonra çocuk gibi heyecanlanıp "çocuklar nasıl geçti" demeni, kulaklarımdan hiç gitmeyen ve hiçbir zaman gitmeyecek olan o ıslığını... o kadar unutulmaz şeyler bıraktın ki geride... hep ürettin, direndin, isyan ettin... öyle tatlı su solcuları gibi değildi seninkisi, kendin gibi sahiciydi o da... pandemi döneminde parasız kalan müzisyenler işlerini kaybederken, hatta kendilerini öldürürken sen çıktın olta dayanışma diye bir yer kurdun ve ışık oldun yüzlerce müzisyene. hakkın hiçbir zaman ödenmeyecek abi. bize kattıkların, sözlerin, duruşun, ıslığın ve en önemlisi de kendi bildiğini okuyan bu alçak şerefsiz sektöre bir kez olsun bile boyun eğmeyen o samimi tavrın ile hatırlayacağız seni.
bugün iyikilerin yerini keşkeler aldı abi. keşke biz bunları yazmak zorunda kalmasaydık, keşke o plağın arkasına yazılmış sözler sadece bir espri olarak kalsaydı. keşke o şarkıları tekrar ve tekrar her defasında ağlayarak dinleyecek olmasaydık... iyi ki tanıdım seni irfan abim ama keşke böyle erken, böyle ansızın gitmeseydin...
ankara trenindeyim ve kendimi bir piç gibi hissediyorum. ıslıkları, şarkıları, sözleri ve en sahici tarafı gitmiş gibi dünyanın. yarın akşam geri döneceğim istanbula. zor da olsa perşembe günü kasımpaşa'da seni kaldırıp götürecekleri yerde olacağım. nasıl uğurlayacağım seni bilmiyorum. nasıl diyeceğim uğurlar olsun diye bilmiyorum. ferhan abi mahzuni'nin arkasından ferhangi şeyler'de "kendi gider sözü kalır ozanlar ölmez ölmez hü" derdi sazıyla. ben ne diyeceğim senin arkandan abi? ben nasıl veda edeceğim sana. sana da söylemiştim "senin gibi birkaç insan sayesinde yaşamaya ve mücadele etmeye devam ediyoruz" diye... şimdi nasıl daha katlanır yapacağız burayı ustam, nasıl katlacağız senin sazın ve sözün olmadan bu dünyaya?
hamiyet oyunundan sonra "alkışınız daim olsun" demiştim size. şimdi devrin daim olsun diyorum benim güzel canım abim. seni çok özleyeceğim abi çok!