bu başlık kişiye özel bir başlıktır
-
bu başlık şahsıma ait olması için onay beklemektedir. -
......Kemerburgaz TEM ayrımına kadar yoğun bir trafikten geçtikten sonra sileceklerin zor yetiştiği kar yağışı altında Kırklareli yoluna girdim. Tam o noktada şehvetime yenik düştüğüm için az çok pişmandım. Takılmadım. Altımdaki araba tam bu mevsim düşünülerek tasarlanmış olduğundan tüm dikkatim yolda Durusu Kavşağı’nda ana yoldan ayrıldım. Neyse ki karayollarının kar açma aracı benden yarım saat kadar önce geçmişti. Buna rağmen tipi halinde yağan kar yolu tekrar beyaza boyamıştı. Artık gelen geçen tek tük kamyonu da saymaysanız yolda başka araç, hele hele benim gibi binek otosu kullanan bir tek manyak yoktu alacakaranlık bastırırken. Ki kalın bulutların ardındaki güneş yerini geceye teslim ettiği vakit kamyonlar bile tamamen çekildiler.
Ara ara, yolu kaplayan ve iyice kalınlaşmaya başlayan kar tabakası üzerinde hiç beklemediğim kurt izleri, kenardaki bir çalının ardında parlayan gece yaratıklarının gözleri derken, o gün çiftliğe gidiyor olmamın kesinlikle yanlış karar olduğuna inandım. Neyse ki artık çiftliğe yaklaşmıştım.
15 dakikalık mesafedeyken, yolun sol tarafında bir siluet dikkatimi çekti. Önce belli belirsiz gördüm karın üstünde yatan kişiyi. Karın üzerinde çıplak yatan adamı. Şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. En az bir saat önce geçmiş olan bir kamyonun belli belirsiz izi dışında yolda benden başka hareket halinde tek bir araç yoktu. Kar üzerinde iz yoksa bu adam nereden gelmişti? Silineyazmış bir sürüklenme izi gördüm. Ama kolların karda bıraktığı ize bakılırsa bu adam ormandan kendi kendine yolun kenarına sürünmüştü. Yaşıyor mu? İlk sorum bu oldu arabayı yanında durdururken. İtiraf etmek gerekirse arabayı kendimle savaşarak durdurdum. Bu havada, akşam çökmüşken, kimsenin geçmediği ıssız bir yolda bir adamın çıplak yatıyor olması bildiğim bütün fizik kurallarıyla çelişti. Hayır tekerlek izleri sürünme izlerine oranla taze olsa biri attı derdim. Muhtemelen cesetti. Muhtemelen izleri kaybolmak üzere olan kamyondan atılmıştı. Kim bilir büyük ihtimal bir mafya hesaplaşması, belki de kıskanç bir kocanın marifeti. Eğer adam cesetse dokunmadan sürüp gitmeye karar verdim. Neyse ki kar en geç bir saat içinde arabanın açtığı izleri zaten kapatacaktı. Eğer ölüyse, ki büyük ihtimal ölüydü, bu adamı kendi sırlarıyla bırakıp arabaya atladığım gibi çiftliği gazlayacaktım. Arabayı durdurduktan sonra kapıyı açmam belki yarım dakika sürdü. İçimden, derinden gelen bir ses aklını mı kaçırdın be adam, gazla git diyordu. Birkaç defa çok yaklaştım sesin dediğini yapmaya. Ama yapmadım. Kapıyı açtım. Sırt üstü karın üzerinde yatıyordu. Gözleri kapalı olsa da görünürde yara izi yoktu. Tam ayağımın ucuyla dokunduğumda, göğsünün belli belirsiz kalktığını gördüm, ve ayağımla dokunduğum kolu hareketlendi. Yaşıyordu.
Hiç vakit kaybetmeden kucakladım. Buz gibi. Ceren’in pitonundan bile daha soğuk bir insan teni. Donmak üzere olmalıydı, belki de bazı organlarını kaybedecekti. Arka kapıyı açtım ve boylu boyunca koltuğa yatırdım. Kızıl kahve saçı ve uzun sakalı, sırım gibi kaslı ince uzun yapısıyla, ve sakalı gibi kızıl göğüs kıllarıyla oldukça çekici bir adamdı. Ama rengi en az bir ceset kadar soluktu. Buz beyazı. Arabanın içi sıcaktı, deri ceketimi çıkarıp üstüne örttüm, elim yüzünün üstündeyken belli belirsiz, kağıt kesiği gibi bir acı hissettim. Bir iki damla kan dudaklarına değince gözleri kocaman açıldı. Kızıl kahve, daha önce hiç görmediğim bir kızlıktaki gözleri belli belirsiz parladı. Neredeyse sönmekte olan bir sobadaki kor parçaları gibi.
Vakit kaybetmeden sürücü koltuğuna yerleştim. Bir karar vermem gerekiyordu. Ya çiftlik, ya da İstanbul’a geri dönüş. Ancak yolda kalma ihtimali korkuttu. Ki kalırsam adam hayatını kaybedecekti. Bir cesetle beraber bana ait olmayan arabanın içerisinde mahsur kalacaktım. Çiftliğe doğru arabayı sürdüm. Biliyorum. Belki de çiftlikte ölecekti. Belki de kurtarılma sınırını çoktan geçmişti.
Bu karmaşık düşüncelere boş verdim. Tüm dikkattim buz pateninden ziyade slalom kayak pistini andıran yolda sürdüm arabayı. Ki hakkını vermek lazım. Eğer benim ‘önden çekişli’ alfa romeo spider olsaydı muhtemelen o yolun sonu gelmezdi. Hele ki tentesi kapanmayan arabada, yanımda donmuş bir cesetle...
Bu düşünceler içerisinde vardım çiftliğe. En güzel sürpriz benim için dumanı tüten baca oldu. Ben her ne kadar komut vermeyi unutsam da sevgilim çoktan çiftlikle ilgilenen aileyi aramıştı ben yoldayken. Ev, en azından şöminenin yandığı salon ve yine tahminen şöminesinin yandığı yatak odası sıcacık olmuştu. Fuat seni seviyorum. Benim aklıma gelmeyenleri düşünüyor olman da seni sevmemim bir diğer nedeni. İşte tam bu nedenlerden dolayı acımasızca cezalandırılmayı hakkediyorsun.
Kollarımda deri ceketime sarılı, henüz kendinde gelememiş adam, elimin izin verdiği ölçüde cebimden anahtarı çıkarıp, zorlukla ön kapıyı açıyorum elimin el verdiği derecede çabukça. Çılgıncasına hızını arttıran tipi açık koyu kumral saçımda çoktan beyaz bir iz yaptı. Eğer 10-15 dakika daha tereddüt etsem arabanın bütün avantajına rağmen yolda kalacağım gerçeğine kıkırdayarak içeri girdim. Antreden salona geçtiğimde cayır cayır yanan şömineden kaynaklı sıcak hava buz gibi yüzüme çarptı... -
... Üzerimde ince bir gömlek, kapıyı açana kadar üşüyen bedenim yanan ateşten kaynaklı sıcak ortamla ön sevişme halinde kollarımdaki buz gibi çıplak adamı şöminenin karşısında ısınmış kadife kanepeye yatırdım. Başının altına yastığı yerleştirirken gözleri tekrar açıldı, ve mırıldandı.
“Teşekkürler!”, belli belirsiz anladığım, ve kızıl kahve gözleri kapandı. Salona göre soğuk olduğundan ürpererek girdiğim mutfakta ilk iş ocağı yaktım ve yarı dolu çaydanlığı yerleştirdim. Buz gibi olmasına aldırmadan girdiğim kilerden zencefil ve ıhlamur alıp buzluğa yöneldim. Dondurulmuş sebze-meyve çekmecesinden parmaklarım donarak bir avuç yaban mersini çıkardım. Avuçlarımdaki karışımı yavaştan kaynayan suya attığımda donuk yaban mersinlerinden ötürü su durağan hale gelse de kısa sürede tekrar kaynadı. Kaynar karışımı bir fincan içinde salona getirdiğimde kanepeye hareketsiz yatırdığım beden kıpırdanmaya başlamıştı. Huzursuz bir rüyadaymışçasına. Bardan aldığım bir şişe Belvedere votkasından iki şata denk gelecek ölçüyü fincana doldurup kanepenin yanına geldim.
“Selam yabancı!”, dedim. Belli belirsiz açılan gözlerindense berrak bir bardak su kadar renksiz el ve ayak parmaklarını inceliyordum. Şaşırtıcı bir şekilde morarma belirtisi aksine solgunluğa rağmen normal görünüyordu tırnakları. Oysa ben çoktan uzuvları olmasa da en iyi ihtimalle el ve ayak parmaklarını kaybedeceğine inanmıştım bu yabancının. Benim yaklaştığımı fark edince doğruldu:
“Beni kurtardığın için sana minnettarım.”, Türkçesi her ne kadar son derece düzgün olsa da kulağım hafif bir aksan yakaladı. Ancak aksana göre Türkçede ya da İngilizcede kimin nereli olduğunu yakalama konusunda kendime ne kadar güvensem de bu donmuş yabancının aksanını çözemedim.
“Lafı olmaz, lütfen, ben insanlık görevimi yaptım.” Dedikten sonra üstünde dumanı tüten fincanı uzattım. “Bunu iç şimdi kendine getirir seni.” Parmakları hala buz gibiydi. Sıcak kanlı bir hayvandansa daha önce dediğim gibi, soğukkanlı bir hayvana, örneğin bir pitona dokunuyormuşçasına irkildim parmakları parmaklarıma değdiğinde.
“Teşekkür ederim”, dedi ve gülümsedi. Dokunuşunun aksine gülümsemesi içimi ısıttı. Adam çekiciydi. Tek kelimeyle çekici. Hatta belki de çarpıcı. Yanlış anlamayın Fuat her ne kadar dünyanın en kıskanç sevgilisi olsa da başka bir erkekle birlikte olmama o görmediği sürece ses etmez. Ancak onunla ilişkimiz başladığından beri profesyonel olarak oyunculuk kariyerim gereği birlikte olduklarım dışında hiç bir erkekle beraber olmadım. Doğrusu içimden gelmedi. Yoksa cinsellik ve ilişki kavramlarını birinden ayırabiliyorum. Uzun lafın kısası, gülümsemesi Fuat’la beraber olmaya başladığımdan beri unuttuğum bir arzuyu ateşledi. Yabancı bir teni kendi tenimde hissetme arzusu. Ki işin garip yanı bunu düzgün fiziği ile değil, hele hele buz gibi yakıcı, o yabancı teniyle hiç değil, ateş gibi yanan kızıl kahve gözleriyle yaptı.
Hazırladığım çaydan bir yudum aldı ve her ne kadar saklamaya çalışsa da yüzü buruştu. Sanki çay değil de zehirli bir sıvıya değmişçesine dili.
“Özür dilerim, tarçına karşı alerjim var. Maalesef her ne kadar zahmet ettiysen de içemem.”
“Önemli değil, içmek zorunda değilsin, havadan dolayı ben de içebilirim.”, dedim gülümseyerek. Tarçın alerjisi olan birini ilk defa duydum, sevmeyen duymuştum ama alerji? Fincanı alırken parmakları tekrar değdi elime. Her ne kadar kaynar fincanı kavramış olsa da şaşırtıcı bir şekilde parmakları soğuktu. Buz gibi. Piton gibi. İç güdülerim hareketlendi. Hem de karşıt iki yönde aynı anda. Bir tarafım çeşitli hormonlar etkisinde beni şehvete sevk etse de diğer tarafım tehlikeli bir vahşi hayvanla karşılaşmışçasına tetikte kendini geri çekti.
“Eğer şımarıklık olarak görmezsen, sıcak bir banyo yapabilmem mümkün mü, ve belki de temiz kıyafetler.”
“Tabii ki, asla şımarıklık olarak göremem, ne demek. Gel istersen seni banyoya götüreyim. Yürüyebilecek durumda mısın, koluna gireyim mi?”
“Biraz bitkinim halen ama teşekkür ederim kendim yürüyebilirim.” Belki bir fetiş olarak da görülebilir, ama birlikte olduğum adamın karşımda tamamen çıplak olması ve benim tamamen giyinik olmam kelimenin her anlamıyla beni azdırır. Yukarı kata beni sessiz adımlar eşliğinde takip ederken bu düşünceler kafamdan geçti, azgınlık olarak tanımladığım şehvet arzusu yavaş yavaş irkilme güdümün üstesinden geliyordu.
Net ve minimal bir anlayış ile şekillenen banyo köşede yanan şömine sayesinde sıcacıktı. Haddinden büyük yekpare parçalar halinde döşenmiş mermer zemin üzerinde yürürken ayaklarının üşüdüğünü sanmıyorum. Fuat titizliğinde bir adam eminim ki zeminde kesilen her parçayı tek tek seçmişti. Bir an için mermer ocağında ona yardımcı olan satış görevlisine üzüldüm, zavallı kim bilir nasıl bir işkenceden geçmişti.
Bu şekilde alakasız konuları düşünerek girdiğimiz banyonun duvar kaplaması Bianco lasa maccihiadan oyulmuş kadar düzgün ve solgun fizikli yabancıyı ve daha önemlisi şehveti kafamdan uzaklaştırmaya çalışsam da başarılı olamadım. Konuşmadan onu duşa yöneltip dolaptan büyük boy bir havlu aldım. Havluyu alırken parmakları parmaklarıma değdi ve havluyu almaktansa eli elimi kavradı. Evet, gafil avlandım. Boyu en az benim kadar uzun olduğu için zorlanmadan uzandı ve dudakları dudaklarımı buldu. Gömleğin üstünden bile soğukluğu içime işleyen buz gibi sol eliyse sırtıma dayandı ve benim kadar iri bir adamı hiç zorlanmadan kendine çekti. Kızıl-kahve gözleri gözlerimin içinde normalde hiç sevmediğim halde dudağımı dişlemesi ve bana hafif bir acı vermesi daha önce hissetmediğim bir keyif yaşatırken gözleri alev gibi yandı.
“Her şey için çok teşekkür ederim dediğinde gözleri hala alışılmışın dışında parlak ve soluk dudağında bir damla kan vardı. Benim kanım. Görüntü irrite etmek bir yana açıklayamadığım şekilde hoşuma gitti. Onunla öpüşmek başka bir erkekle öpüşmekten çok farklı bir his diyebilirim. Yaşattığı his şehvetten öte, daha önce bilmediğim, tanımadığım arzular çıkarttı içimden. 14 yaşında ilk defa öpüşen saf bir oğlan çocuğu gibi gülümsedim:
“Sen rahatına bak şimdi, ben aşağıdayım. Uzun yolculuktan sonra biraz şarap içip rahatlayacağım. Sana kıyafet çıkarmamı ister misin?”
“Teşekkürler, havlu yeterli olur”, dedi hala aksanını çözemediğim hafif buğulu, ağır etkili sesiyle. Göz kırptığında yine içimde uyanan 14 yaşındaki oğlan çocuğuna engel olamadım ve kıkırdadım. -
...
Banyonun kapısını kapattığımda açılan muslukla beraber sıcak suyun sesi duyuldu. Bir narkotikten farksız öpücüğünün etkisi içimde dağılırken kalın kafamı yumrukladım. “Olm kendine gel lan Hakan!” dedim, hafif kısık bir sesle. Kafamda karmaşık duygular, mahzenin yolunu tuttum ve bir şişe kırmızı şarap seçtim. Ateşi besledikten sonra şöminenin karşında elimde kadeh kanepeye yerleştim. Düşünmeye çalışsam da düşünemiyordum. Kim bu adam? O kar fırtınanın ortasında yolun kenarında neden baygın yatıyordu? Kim onu oraya attı? Neden çıplak? Nasıl yaşadı? Neden buz gibi teni? Ya gözleri! Hele ki o gözleri, insan gibi değil, sanki her ne kadar kendime itiraf etmekten çekinsem de insandan daha mı üstün? Orada ne süre oturdum hiç bir fikrim yok, ancak ateş etkisini kaybederken yukarıdan halen su sesi geliyordu. Diğer taraftan fark etmeden şişenin dörtte üçünü bitirmiştim. Tek başıma. Yabancıyı beklemektense, gidip Kara Bey’i görmeye karar verdim. Çünkü dışardaki alışılmışın dışındaki fırtına belki de ürkütmüştü. Yoğun yağan tipi sık aralıklarla çakan şimşeklerin ışığında salonun camına çarparken hayatım boyunca böyle bir fırtına görmediğimi düşündüm. Koltukta yanımda duran deri ceketimi giydim ve dış kapıyı açtığım vakit ince ceketin fırtınaya bir tülbentten daha güçlü koruma sağlamamasına aldırmadan kuvvetli adımlarla ahıra yürüdüm. Neyse ki ahır çiftlik evinden 50 metre ötede.
İçerisi tahmin ettiğimden soğuk buzhane gibiydi, ancak ahırın alışıldık kokusundan güçlü, kesif bir koku çarptı burnuma. Daha önce çok seyrek duysam da kan kokusunu tanıdım. Dehşet içinde ışığı yaktığım zaman kanımı donduran manzarayla karşılaştım. Neyse ki Kara Bey değil. Ancak ahırdaki sevdiğim diğer aygır Sentimental tam ortada, kanlar içerisinde yerdeydi. Bölmesinin kapısı paramparça. Kim ya da ne ahşap bölme kapısını bu şekilde tahrip edebilir aklım almadı. Ancak o anda parçalanan kapıyı düşünmeden Sentimental’ın yanına koştum. Hayvan nefes almıyordu. Her taraf kan içinde olsa da cesedi şaşırtıcı bir şekilde tahrip edilmemişti. Ceset soğuk havaya rağmen henüz sıcaklığını koruduğuna göre bu işi yapan her ne ise, ben girmeden dakikalar önce oradaydı. Hayır soru kelimesi kim değil, ne. Çünkü gördüğüm manzarayı hele ki Sentimental kadar kuvvetli bir aygırı, bölmenin kapısını o hale getiren şey bir insan olamaz. Bunun bilincine daha o anda vardım.
Sentimental için yapacak bir şey yoktu o noktada. Hemen diğer atlara koştum. Hepsinden önce, biricik aygırım Kara Bey’e. Diğer atlar gibi son derece huzursuzdu. Bölmesinin gerisini çifteliyordu. Karşısında beni görünce bütün sesiyle kişnedi ve şaha kalktı, sonra yanıma gelip bölmeden başını uzattı. Korkusu bir pompa gibi inip kalkan kalbine hızlı ancak kesik nefesine yansımıştı. Sıcak elimle burnunu okşadım. Biraz sakinleyince yanına girdim ve eğersiz sırtına çıkıp başına doğru uzandım. Her ne kadar anlamasa da kulağına rahatlatıcı cümleler fısıldadım. Ta ki nefesi normale dönüp sakinleşene kadar. Sonrasında aynısın ağırda kalan diğer 3 kısrağa da yaptım. Ta ki hepsi sakinleşene kadar. Maalesef her ne kadar kuvvetli bir erkek olsam da Sentimental’ın cesedini olduğu yerde bırakmak zorundaydım. Köşedeki traktörün üstünü örten brandayla kapadım en azından.
Ahırdan çıktığımda şimşek ve gök gürültüsü aynı şiddetle devam etse de kar biraz hızını azaltmıştı. Bu defa fırtınadan ziyade allak bullak olan duygularımın etkisinde kafamda binlerce soru, elimde birbiriyle uyumsuz iki yapbozun birine karışmış parçaları evin yolunu tuttum. Her ne kadar Sentimental ile aramızda Kara Bey ile olduğu gibi duygusal bir bağ olmasa da atın vahşice katledilmesi duygusal anlamda beni derinden yaraladı. Allak bullak düşüncelerle çiftlik evine vardığımda yabancı beni ardına kadar açık giriş kapısında bekliyordu. O yakıcı soğuğa rağmen çıplak vücudunu sadece beline sardığı havlu örtmekten uzak, elinde bir kadeh şarap. Muhtemelen benim sehpanın üzerinde bıraktığım kadeh. Vücuduna renk gelmişti. Daha belki de bir saat önce neredeyse saydam denebilecek teni iyice koyulaşmış tam bir Orta Doğu’luya özgü sağlıklı renge bürünmüştü. Önceleri aksanından dolayı kuzey Avrupalı. Hatta Sibiryalı olduğunu düşünsem de değişen ten rengi aklımı karıştırdı. Kafkas, Arap, Pers hatta Berberi kökenli bile olabilir diye geçti içimden.
Yüzünde anlamını çözemediğim bir gülümseme vardı. Hayır, sıcak değil. Buz gibi. Sanki bir piton gülümseyebilseydi... Tehlikeli. Bütün iç güdülerim biri hariç tek ses arkanı dön ve git dese de bir tanesi sakın durma ve ona git dedi. Tahmin edeceğiniz gibi şehveti dinledim. Teni koyulaştığı gibi belirgin bir şekilde sağlık gelmişti bünyesine. Belki düzgün adaleleri daha şiş. Neredeyse gerçek olamayacak kadar düzgün bir vücut, kırışıksız olmasına rağmen o yakıcı koyu kızıl-kahve yanan gözleriyle hiç de 20li yaşlarında gibi görünmeyen, tahminen benden bile genç bir adam.
Korkmamı gerektirecek bir neden olmamalı diye düşündüm. Ondan daha iriyim. 10 yaşından beri profesyonel olarak kickboks yapıyorum. Öyle bir kavga ortamında sırtım yere gelmez kolay kolay. Kaplan istisnası dışında deneyip de bileğini bükemediğim erkek olmadı. Olmaz da. Evde bana karşı tehdit olarak kullanacağı ateşli bir silah olmadığı gerçeğini de bildiğime göre. Evet, o zaman neden çekiniyordum? Ki çekinmek. Ki ürkmek. O kadar yabancı hisler ki benim için. Daha önce bilmediğim hisler. Sadece sözlük tanımlarını bildiğim için adını koyabildiğim iki yabancı his.
Aklım geride bıraktığım ahırda, ne olduğunu çözemediğim bir tehlike altında adını bile bilmediğim, kar fırtınası altında çırılçıplak, donmak üzere bulduğum yabancının elinde bir kadeh şarap kapıya dayanıp davetkar bir pozda beni beklemesi. Aklımın birbirinden farklı, ancak aynı anda alarm veren bu kadar yeni ve eski his ile karışması daha önce başıma gelmemişti. -
benden liseli eşcinsellere tavsiyeler olsun:
şimdi önünüzde birkaç seçenek var yavrularım. birincisi olmadığınız biri olmayı seçmek. eş dost arasında düz gibi davranacaksın. çifte sosyal medya hesabın, devamlı tarihçesini sildiğin bir bilgisayarın, telefonun olacak. hatta erkeksen belki bir kadınla, kadınsan da bir erkekle evleneceksin. beraber bir ev, bir araba alacaksınız. bir ortamda birisi ibne dediğinde yüzün hafif gerilecek. ama susacaksın. başka bir ortamda salağın teki homofobik şakalar, aşağılamalar; daha da kötüsü açıklamalar yaptığında, başını çevireceksin. ama toplum tarafından kabul gören bir aile anası-babası olacaksın. ailen torunlarınla, eşinle, seninle gurur duyacak. 1.6lt orta alt sınıf dizel alman malı arabanın kapısını açıp trafiğin ortasında işine giderken gözün kelvin klayn reklamına takılacak. ve diyeceksin kendine, bu muydu? yatakta tatmin edemediğin adam-kadın zaten seni aldatıyor olacak. tıpkı senin onu hemcinslerinle aldattığın gibi. akşam yemekleri konuşmadan geçecek. televizyonun karşısında pinekleyeceksiniz. seks 10-12 dakikalık kaçamaklardan ibaret olacak.
başka bir seçim şansı evlenmezsin. birçoklarının yaptığı gibi. başına kuma gömersin. iki hayatın olur. insanlar hep ne zaman evleneceğini sorar; bilmezler ev arkadaşının aslında yatağını paylaştığını.
bir başka seçenek de olduğun gibi olursun. dürüst olursun. dışlanırsın. ötekileştirilirsin. hatta ailen seni öldürebilir bile. inan bana türkiye'de yaşayan birçok insan aileni haklı bulabilecek kadar bilinçsiz ve şerefsizlerden olacak. ama gece kafanı yastığa koyduğunda rahat olursun. ya da ertesi gün yaşayacaklarını düşünerek olamazsın.
bir başka seçenek canım. eşcinselliğin olması gerektiği gibi yaşandığı bir ülkeye göç edersin. bildiğin, tanıdığın, sevdiğin her şeyi geride bırakarak. olduğun gibi davrandığın ve yaşadığın için hesap vermezsin, ya da mücadele etmezsin, ancak bu defa da orada tutunabilmek, "0"dan hayat kurabilmek için mücadele edersin.
biliyorum o şen şakrak halinle içini karartan iğrenç bir akbaba gibi konuştum; ama hangi yolu seçersen seç tatlım kolay bir hayatın olmayacak. sen yaşlar anneme ilk açıldığımda kadın bana "sen herkesten daha iyi olmak zorundasın. daha başarılı olmak zorundasın." dediğinde çok kızmıştım. kavga edip kalplerimizi kırmıştık. ama orta yaşın tam ortasında götrüyorum ki kadın haklıymış. keşke bazen onu daha çok dinleseydim diyorum.
sonuçta eşcinsellik bir tercih değil yönelimdir. aynı zamanda bütün toplumsal rollerini belirleyen bir kimlik. gizli ya da açık. eşcinselliğini nasıl yaşayacağın senin tercihin. -
......
“Üşüyeceksin, içeri gel.” derken beline özensiz sarılan havlu düştü ve ayaklarının çevresine yayıldı. Bir bütün olarak oldukça çekici bir erkek karşımda, yağan karın altında hafif buğulu bana bakıyordu. Adımlarım kendiliğinden hızlandı. Ona ulaştığımda kadehi uzattı bana. “Şunu iç, ihtiyacın var.” Daha ilk yudumda kadehte sunduğu şeyin, açtığım şarap olmadığını anladım. Kokuyu tanısam da tanıdığımdan farklıydı. Hayır. Kadehin içindeki kırmızı sıvı açtığımın dışında da bir şarap değildi. Ne olduğunu anlasam da kendime itiraf edemediğim sıvıyı içtim. Son damlasına kadar. Bu defa şehvet de dahil bütün iç güdümlerim daha dudaklarıma değer değmez tükür ve kadehi at dese de hayır. Kadehi dudaklarıma götüren elime ve azgın bir açlıkla kadehe saldıran ağzıma engel olamadım. Son damlaya kadar.
Sonrası? Sonrası bulanık. Kadehin içindeki sıvı daha dudaklarıma değdiği anda etkiledi. Bilinen herhangi kimyasaldan çok daha hızlı etkiledi. Kendimden geçmedim, ama kendimden geçtim. Başka biri oldum. Kendime hakim olamadım. Daha doğrusu bedenime. Bedenim bilincimin önüne geçip kontrolü ele aldı. Hayatımda ilk defa.
İtiraf etmem gerekir ki kadehten sonrası net değil. Tıpkı kapıda çıplak dikilen siluet gibi kar fırtınasından bir perdenin arkasında. Hatta kafamdaki kopuk, bulanık görüntüler sanki benim anım değil de, çok eskiden, kafamın güzel olduğu bir gece izlediğim bir filmin sahneleri gibi.
Hatırladığım kadarıyla. Seks vardı. Haşin bir seks. Kırılan kemik seslerine kadar haşin. Kanlı. Vücutlardan akan kan... Görüntüden ziyade kokusu. Kırılan ama sanki kırılmamış kemikler. Acıyan ama acıdan keyif olan iki vücut. Defalarca tek beden olan iki vücut. Kanepede, halıda. Kırılan mobilya sesleri. Kırılan cam sesleri. Görüntülerden öte seslerin ve hele ki iyice güçlenen kokuların kafamda çok daha net olması.
Bir süre. Bir süre ne kadar tanımsız değil mi. Bir süre birkaç saniye de olabilir, birkaç sene de. Kullanan kişinin kullandığı yere ve betimlediği zaman parçasına göre tanım kazanan ya da kazanmayan. Bir süre sonra kendimden geçtim. İşte bu yaşamış olmama rağmen benim için bile tanımsız kalan bir süre. Ağır fiziksel aktiviteye rağmen yorgunluktan ziyade hazdan dolayı kendimden geçtim ve tıpkı alkolün limitini ilk defa zorlayan bir ergen gibi onun kollarında gözlerim kapandı.
İÇİMDEKİ “ŞEY”
Gözlerimi açtığımda öncelikle yoğun ışıktan rahatsız oldum. Bir süre nerede olduğumu anlayamadım. İstemsizce güneş gözlüğü ararken elime kırık cam parçaları geldi. Ortadaki cam sehpanın kırık parçaları arasında sızdığımı anlamam bu şekilde gerçekleşti. Ağrıyan göz kapaklarımı açıp başımı kaldırdım. Hayır sehpa niyeyse yerinde kırılmaktansa taşındığı pencere önünde kırılmıştı. Parlak kış güneşi de doğrudan gözlerime geliyordu. Keskin cam parçalarına aldırmadan doğruldum. Canım yanıyordu. Ama keskin cam parçalarından ziyade sanki ağır bir hastalıktan uyanmışçasına sızlayan kemiklerim. Gözlerimi ovuşturdum ve çevreme baktım. Gizemli yabancı orada değildi, ancak salon tam bir savaş alanına dönmüştü. Mobilyalar yer değiştirmiş ve bazıları sehpa gibi parçalar halinde. Sert seksten hoşlansam da bu kadarı benim için bile fazlaydı. Üstelik her ne kadar zihnimi zorlasam da önceki gece, yabancının bana verdiği kadehi kafayı diktikten sonrası tamamen bulanıktı kafamda. Adam belki de mutfaktaydı. Doğruldum. Kırık eşyaların ve cam parçalarının arasından dikkatlice yürüyüp mutfağa yöneldim. Açtım. Daha önce hissetmediğim kadar aç. Mutfağa yönelmem doğrusu adamı bulmaktansa açlığımı gidermek adınaydı. Mutfağa geçmeden holdeki boy aynasında vücuduma baktım. Her ne kadar önceki gece tam anlamıyla net olmasa da vücudumda ne en ufak bir morluk ne de kesik göze çarpıyordu. Çıplak vücudumu dikkatlice inceledim. Tek fark bir gecede belirgin bir şekilde solan ten rengimdi. Ancak biraz daha dikkatli bakınca tek farkın bu olmadığını fark ettim. Gözlerim de değişmişti. Tıpkı yabancının gözleri gibi, kızıl kahveydi artık. Normalde siyaha çalan koyu kahve gözlerimde kızıl bir ton açıkça görünüyordu. Ellerimle tekrar ovuşturdum gözlerimi ve aynaya yaklaştım. Belirgin bir şekilde ortadaydı. Her ne kadar inanmak istemesem de artık öncesinden bile daha parlak ve kızıl kahveydi gözlerim. Orada durdum ve uzun uzun bedenimi süzdüm. Isırıldığımı çok net hatırlıyorum, boynum. Bileklerim, ayak bileklerim, ayak parmaklarım ve parmaklarım. Boynumu derin ısırmış ve emmişti. En ufak bir morarma ya da diş izi olmaması son derece garip geldi. Daha garibi ise iki gün önce, kaynar çayla, ofisteki iş arkadaşımın yanlışlıkla yaktığı sol kolumdaki yanık izinin tamamen iyileşmesi oldu. Şaşkınlık içerisinde gözüm sağ baldırıma kaydı. Hayır. 14 yaşında kaykay yaparken başarısız bir atlama deneyi esnasında daldığım cam korkuluk, ve kırılan camın sağ baldırımda açtığı, ve asla geçemeyen iz yerinde yoktu. Açık kahve, bacak kıllarım pürüzsüz cildim üzerinde o olay hiç yaşanmamışçasına bana bakıyorlardı. Şaşkınlıktan kaygıya kayan bir hisle bacağıma dokundum ve kıllarım dışında elime o tanıdık yara izinin pütürlü hissi gelmedi.
Gayri ihtiyari mutfağa gittim. Çekmeceden elime gelen ilk keskin et bıçağını aldım. Aynanın karşısına geri döndüm. Aynadan bana bakan “yabancının” gözleri koyu kahve olsa da belli belirsiz kızıllık açıkça görünüyordu loş ışıkta. Sol elimdeki bıçak istemsiz karnıma yöneldi. Refleks olarak sağ elim karnımı kavrasa da, onu indirdim. Keskin bıçakla göbek deliğimin hemen üstünden başlayıp göğüslerimin arasına kadar çizdim. Evet canım yandı. Evet, açılan yarıktan kan aşağı doğru süzüldü ve ayaklarımın arasında yere damlamaya başladı. Ve tekrar evet. Aynadaki çarpıcı herifin karnından aşağı doğru akan kan şehvetin daha önce bilmediğim, tanımadığım bir kapısını açtı. Koyu kırmızı parlamaya başlayan gözlerim aynada gördüğüne inanamadı. Ancak gözlerimin inanamadığının gerçekleşeceğini biliyordum. İçten bir yerden biliyordum. Keskin bıçağın açtığı derin kesik göbek deliğimden başlayarak kısa saniyeler içinde göğsüme kadar kapandı. Cildim pürüzsüz. Sadece göğsümde kandan bir iz. Bıçak hala sol elimde. Sağ elimin işaret parmağı kandan izi sildi. Yaradan en ufak bir iz kalmadı kan silinince. İşaret parmağımı istemsizce dudaklarıma götürüp yaladım. Doyasıya. Kendi kanımı daha önce bilmediğim bir açlıkla yaladım. Sanki günlerdir bir şey yememişim gibi yaladım. Zaten koyu kızıl olan gözbebeklerim parmağımı yalarken iki kor parçasına dönüştü. Açlık. Tarif edilemez bir açlıkla dizlerimin üstüne çöktüm ve yere damlayan kanı yaladım. Kendi kanımı. Hiç faydası olmadı. Tersine açlığım sanki daha da arttı.
.....
-
....
O anda çalan cep telefonumun sesiyle irkildim. Bir yerlerde çalıyordu. Uzakta. Bir şeylerin arasında kalmış, belli. Mantığım gayet net duyduğum sesi duymamam gerektiğini söylese de. Duyuyordum. Elimin altında gibi. Hayvani bir güdüyle yöneldim sese. Deri ceketimin cebindeydi. İki parçaya yırtılmış deri ceketimin cebinde. Sadece ceket değil. Önceki akşam üzerimde olan kıyafetlerin tamamı parça parça salona yayılmıştı; üzerlerinde yer yer kan lekeleri. Telefon çalarken, belli belirsiz canlandı gözümde. Yabancı beni tuttuğu gibi pencerenin önün çektiği cam sehpanın üstüne fırlatmıştı. Beni. 1,98 boyundaki beni. 115 kg ağırlığındaki bedenimi. Bir basket topunu atar gibi iki elinin arasında kaldırıp atmıştı. Üstelik ben hiç karşı koymamıştım. Koysam ne olacaktı? Ben sırt üstü parçalanan sehpayla beraber yere yığılırken, cam parçaları vücudumun her yerine girmişken herif sıçradı. El ve ayakları insan eli ve ayağı gibi olsa da onları pençe gibi kullandı. Kıyafetlerim. Önü kapalı deri ceket-gömlek ve kot pantolon. Hepsini yırtıp atmıştı dört pençesiyle. Zorlanmadan. Kağıt yırtar gibi. Deri ceketi, kot pantolonu bedenimden yırtıp attı. Cam kırıkları bütün bedenimi çizerken, elleriyle kollarımı, ayakları bacaklarımı çarmıha gerer gibi yere mıhladı ve upuzun köpek dişleri boynuma kapandı. Görüntüler tekrar flulaştı. Zaten görüntü bir anı gibi bile değildi. Görüntü seneler önce izlediğim grotesk bir film sahnesiydi sanki. Cam kırıkları içinde yatan adamın gözünden çekilmiş bir film. Renklerin hepsinin çok kuvvetli olduğu siyah-beyaz bir film. Yepyeni ama senelerce öncesinde kalmış. Gözlerimi kapayıp hatırlamaya zorladım kendimi, ama arkası gelmedi. Sıçrayan ve bedenim üzerine inen yabancı. Kıyafetlerimi parçalayan el ve ayakları. Bedenimi parçalayan parmakları, dişleri. Kanın kesif ancak leziz kokusu. Cep telefonumdan gelen mesaj sesiyle gözlerimi açtım.
Arayan ve cevap alamayınca mesajı gönderen Fuat’tı. Mesajı okudum:
“Güneşim, veteriner Semih aradı az önce. Çiftliğe varmak üzereymiş. Hamile olan Papatya’yı kontrol edecek. Ben kar fırtınasından dolayı iptal olur sanıyordum, ancak arabasına güvendiği için geliyormuş. Varmak üzeredir; haberin olsun.”
Veteriner Semih. Adamı hatırladım. Daha önce birkaç defa karşılaşmıştım. Atlar ve yarış atları konusunda uzmanlaşmış, hatta bu alanda İstanbul’daki tek isim haline gelmişti. Fuat herifi sevmezdi, zira adam benden hoşlandığını saklamaya çalışmıyordu. Benden hoşlanması değil, o yanımdayken pervasızca flört etmeye çalışması onu irrite etti. Açlık. Adam dikkatimi çekecek biri değildi. Belli ki başrol oynadığım pornoları geceler boyu izlemiş, eşcinselliğini ancak orta yaşlarında kabullenmiş bir adamdı. Ve öyle sanıyorum ki beni Fuat’in renti sanıyordu. Bu çok sık başıma geliyor. İnsanlar, özellikle geyler, hele ki bana porno filmlerden aşina olanlar dünyada Fuat’tan gerçekten hoşlandığıma inanmazlar. İşte bu adamlar hele ki biraz ekonomik durumları iyiyse o geceler boyu beni izleyerek kurdukları en yakası açılmadık hayalleri yüklü bir meblağ karşılığında da olsa yaşayabileceklerini sanırlar. Yani, eğer Fuat yaşıyorsa neden onlar yaşamasın? Hiç biri Fuat’a deliler gibi aşık olduğuma, dahası; Fuat’ın bana aşık olduğunu akıllarının ucundan geçirmez. Açlık. Semih. Adam daha önce hiç ilgimi çekmedi. Hatta beni kolay lokma olarak görmesi Fuat’ı irrite ettiğinden bile çok irrite etmiştir. Ama. O kadar açtım ki. Ancak açlık? Sol elimde bıçak, sağ elimde telefon. Gözüm Fuat’ın mesajında. Sadece iki sözcük üzerinde. Veteriner Semih. Açlık. Şehvet. Şehveti bastıran açlık.
Ellerim yanıyormuş gibi hem bıçağı hem telefonu yere attım. Benliğim mantığımın idaresinden çıktı çalan zil sesiyle. Mantığımın çok ötesinde, fazlasıyla yabancı olduğum ancak bir o kadar tanıdık bir güdünün emrindeydi bedenim. Az önce aynanın önünde bana diz çöktürüp yere damlayan kanımı yalatan güdünün emrinde. Bilincimin ötesinde, benliğimin dışında harap salondan giriş holüne geçip salonun kapısını sıkı sıkı kapattım. Önceki gece yabancının belinden kapının önünde ayaklarının dibine serilen havluyu otomatik bir hareketle alıp çıplak bedenimin çevresine sardım. Yüzümde erkek yakan çarpık gülümsem, en flörtöz pozumda kapıyı açtım.
... -
kim ister ki gey olmak diye bir soru var.
eğer her şeyi başa sarma şansım olsa, ve seçim şansım olsa; hani tercih diyenler var ya. düz olmayı seçer miydim? 12-13 yaşında eşcinsel olduğumu fark ettiğim ilk yıllar cevabım evet olurdu. fakat şimdi dönüp bakıyorum da, uzun yıllardır bu sorunun cevabı hayır.
öncelikle, eğer eşcinsel olmasaydım, çoğunluk olacaktım. sunni, düz, türk, erkek. sonuçta türkiye'de şu 4 özelliği bünyesinde birleştirmiş erkekler hükmediyor. kabul ailem geleneği mi desem, sol kanatta olduğum ve iktidardan uzak olacağım için hükmeden kısımda olmayacaktım. ama yine de kazanan grupta olacaktım. eşcinsel olduğum için mutluyum; çünkü hayatı sorgulamaya 12-13 yaşında başladım. sorguladıkça kendi değer yargılarım oluştu bir bir. kendimi ifade etme şeklim gelişti. muhtemelen 25-26 yaşına gelene kadar fark edemeyeceğim bir çok kavramı çok daha erken keşfettim. belki değer yargılarım yanlıştır, ama hiç olmazsa kendimi karşımdakinin yerine koymaya çabalıyorum. hiç olmazsa insanlara ön yargıyla yaklaşmaktansa öncelikle onları olduğu gibi kabul ediyorum. sanırım düz olsaydım ister istemez bir çok ön yargım olacaktı. kim bilir belki de eşcinsel bireylere ön yargıyla yaklaşıp ayrımcılık yapacaktım.
eğer seçim şansım olsaydı? beni ben yapan şeyi seçerdim. çünkü gey olmasaydım ben olmazdım. bambaşka bir adam olurdu benim bedenim içinde. son derece sıkıcı bir adam. ön görülebilen bir adam.
hem bilmiyorum eşcinsel olmak keyifli. ne kadar leş olursa olsun tekyön kadar müşteri profili çeşitlilik gösteren bir bar var mı türkiye'de. ülkenin her katmanından insanın girdiği ve bir arada eğlendiği kaç mekan biliyorsunuz? birlikte olduğum adamların bir çetelesini yapsam ve eğer gey olmasaydım liste istediği kadar uzun olsun, bu kadar çeşitli olur muydu? gey olmak insanı zenginleştiriyor. zengin olmak kolay değil, bizdeki zenginliğe sahip olmayan insanlar bizi doğal olarak ötekileştiriyor. varsın yapsınlar. kaybeden onlar olur, çünkü bizim zenginliğimiz paylaştıkça azalan tipten değil.