"Şairi, canlı ve üretici kılan, toprağıdır: yani halkı ve tarihi! kökleriyle, tarihinden özsuyunu süzüp dallarıyla halkının antenlerini oluşturdukça, ayaktadır ve verimlidir: üreteceği şiir, toprağına dökülünce bereketlenecektir, çünkü bakarsın yarısı halk olup somutlaşmıştır, yarısı tarih olup gerçekleşmiş! Şair, toprağından sökülmedikçe, ayakta ölür: ağaçlar gibi.
Şairin 'boşa çalışması'...
Şairin 'uzun' ölümü, toprağından 'sökülünce' başlıyor: tarihini kaybetmiş, halkından kopmuştur. Yabancı dalga uzunluklarından yanlış antenlerle, yanlış duygular algılayıp, yanlış bir dil dokusuyla çevresine yaymak ister. Hangi çevresine? altında toprağı, yani halkı ve tarihi olmadan, sinyalleri ne ahmet-mehmet olur somutlaşır, ne tarih olur gerçekleşir. Evrenin ıssız karanlığında kaybolur.
Bu, 'şairin boşa çalışması' demektir ki, 'uzun' ölümünün ana sebebidir. Çünkü sinyalleri halkı tarafından algılanmayan şair, kökü havada kaldığı için, gittikçe daha bencil, gittikçe daha yabancı, gittikçe daha soyut sinyallere düşecek; önce çevresinden, sonra eşinden dostundan, nihayet hayattan kopup ölümle kadeh tokuşturmaya başlayacaktır.
Hesabı kimden sorulacak?
Ölüm birden gelse, iyi! Gelmiyor. Önce ilgisizliği gönderiyor, arkasından istihzayı, sonra da unutulmayı! Öyle ki, sonunda şairin kapısını çaldığında, eski yakınları bile 'on yıl gecikmiş bir ölüm' diyebileceklerdir. Üstelik, 'ayakta olmayan'.
Türk Edebiyat Tarihi'ni yazacak olanlar böyle 'uzun' ölen şairlerin hesabını kimlerden soracaklar? O şairleri topraklarından sökenlerden mi? Soyut 'ecnebiliklerine' alkış tutanlardan mı? Alkolizm batağında kadehdeşlik edenlerden mi? Yoksa birkaç sanatçı nesline 'çağdaşlaşma'nın, 'ulusallık' kapısından geçeceğini bir türlü anlatamayan, 'kültür politikaları'nın sorumlularından mı?
Şair dediğin toprağında yaşar, ayakta ölür."
--
spoiler --