bu başlık kişiye özel bir başlıktır
-
bu başlığın patilerime ait olması için onay beklenmektedir.
edit: oldu... moderasyonda patisi olanların patilerinden, diğerlerinin ellerinden öperim * -
kafamı meşgul eden hangi konuyla başlasam diye düşündüm. birini seçtim, hah tamam bu dedim, sonra başka bir düşünce fırladı öne, o da olur derken... kara kediyim madem, renklerden gidelim dedim. uğursuz siyah kediler, ikinci sınıf siyahi insanlar... uğursuzluklar, ırkçılık... renkler hâlâ önemli bu devirde.
siyahi oprah’nın, turuncu prens Harry ve yarı siyahi karısı meghan’la röportajının başlıklarını okuyordum. meğer bebekleri archie’nin fazla siyahi olmasından korkmuş Buckingham Sarayındaki bazı haspalar. haspa derken Charles da buna dâhildir kesin.
yıl olmuş 2021, milletin g.tünde don yok, aşı yok, sürünüyorlar, hastalıktan kırılıyorlar, hâlâ prenslikmiş, kraliçeymiş falan onlara sonra gelirim belki de, bir bebeğin fazla zenci olmasından endişelenmek nedir ya? bizdeki gibi, sağlıklı olsun da ne olursa olsun deyip, içten içe erkek olsun diye umut ederler ya? please god let it be White diye başpiskoposla dua etmişler midir? olmadı göbeğinin üstünde yüzük sallasaydınız, sağdan sola giderse beyaz olur bizden söylemesi. hele bir de tahtta 10 yüz milyonuncu sırada olan bir prensin çocuğu için. tavşanlar gibi üreyen William ve kate bir tane daha doğurdu mu, rüyasında bile göremez tahtı zaten.
gerçi prens philip’in ailesinin nazi kökenlerini düşünürsek şaşırmamak gerekir. ülkece milyonlarca sterlin verip aldıkları futbolcularından tutun, şarkıcılara kadar peynir beyazından daha koyu bir ten rengine sahip herkesi hor görüyorlar zaten. bütün dünyanın bu konuda çivisi çıkmış, bunların çıkmasın mı?
ırkçılık deyince, aklıma hep şu geliyor ayrıca.
renk dedik ya, bu arada, harry’nin turunculuğunun kökeni iyice unutuldu. çünkü siyah turuncudan çok daha kötü. en azından turuncu beyaza daha yakın. çok pis dedikodu yaparım, evet.
bi de sevgili meghan, evlenmeden böyle olduklarını bilmiyordum, hiç araştırmamıştım demek ne yav? bari 1-2 sezon the crown izleseydin be yavrum. ne yaptın, bir mağaradan çıkıp, doğrudan suits dizisine, oradan da buckingham sarayına mı geçtin?
god, please don’t save the queen artık, rica ederim. belki onunla birlikte bu ortaçağdan kalma saçma sapan gelenekler ve zihniyet de kaybolur gider. *
düşündüm de bir kara kedinin çemkirmeleri olsaydı başlığın adı, daha iyi olurdu herhâlde. * -
navigasyon uygulamaları hayatımızı çok kolaylaştırdı ama çok gıcık oluyorum bunlara ben. bir kere gittiğim yeri tekrar rahatça bulurum ama acayip miktar, mesafe ve yön özürlüyümdür. misal 1 km git deseler, 100 metre de gidebilirim 10 km de.
ne diyordum? ha, şu uygulamalar. zannedersin ki magellan kullanıyor. kuzeybatı yönünde ilerleyin diyor bana. yahu kuzeybatı neresi bilecek kadar cin olsam (içki olan cin değil, üç harflilerden de değil) uygulamaya ihtiyacım kalmaz. bakkala yol sorma hesabı, sağa dön düz git demesi lazım bana. arabaya pusula mı koydurtacaksın bana?
bir de göbeklerde çıkış mevzusu var. ankara malum göbekler şehri. fışkıyeci başkan ara sokaklara bile göbek yaptırdı. uygulama kavşaktan birinci çıkışa girin diyor. birinci çıkış ne yahu? kavşaktan sağa ya da sola dön demek çok mu zor. neymiş bir sağ imiş, iki düz, üç de sol. bari saat yönünde dönseydeniz. g.tünüzden element uydurmuşsunuz. uygulamaların g.tü var mıdır bu arada? * sürekli bir yola, bir telefona bakmaya çalışmaktan şaşı oluyorum.
devamlı bir "rota yeniden hesaplanıyor" muhabbeti dönüyor. sürekli kavga ediyorum telefonla. bu arada google maps’in türkçesini arkadaşım seslendirdi. yandex’i de başka bir arkadaş. ikisini de her gördüğümde küfür ediyorum vallahi. alıştılar artık. canlarım, burayı okuyorsanız, sizi seviyorum, ağzınıza sağlık.
ama gerçekten de biraz daha hilal'e anlatır gibi yapmaları gerekiyor. sıfırlayamadım google’cım. * -
pandemiden yavaş yavaş etkilenmeye başladım galiba. gerçi annemin yanında kalmamdan kaynaklanıyor olabilir. annem aşı olmayı reddediyor. hiç evden çıkmıyorum zaten dese de, orada burada pazarda, avm’de fink atmayı pek seviyor. neyse ki artık istanbul’da değil de, bedava otobüse binme keyfi bitti. ilginç aslında cahil bir kadın da değil, türk standartlarına göre modern ama bu aralar biraz sapıttı. gerçi hangimiz sapıtmadık ki? az sonra bana erkek doktor bakmasın, dünya düz diyollar kıvamına gelecek diye endişeleniyorum.
geçen gün rüyamda yağmurlu bir günde bir yere gidiyorum. hatta istanbul’dayım galiba çünkü karşıya, anadolu yakasına metroyla geçmişim, dönüşüm rush hour’a denk gelecek, içim sıkılıyor. kalsam mı bu yakada, kuzenime gitsem mi diye düşünürken birdenbire yüzümde maske olmadığını fark ediyorum ve paniğe kapılıyorum. eyvah, metroya maskesiz binmişim diyorum. yağmur iyice bastırıyor, taksiye mi binsem acaba diyorum ve daha da geriliyorum çünkü taksiler benim için pandemiden önce de büyük riskti. yıllarca önce bir taksiciden domuz gribi kapmıştım, hastanelik olmuştum. o yüzden oldum olası gerilirim taksilerde.
neyse, şimdi maskesiz metroya bindiğim için çok dertleniyorum, nasıl yaptım bu salaklığı, neden kimse durdurmadı, “kesin kapmışımdır, eve bu hâlde gidemem, anneme bulaştırırsam ya?” diye. içim sıkılıyor.
ne o, beynimiz dinlenecek uykuda değil mi? yalan vallahi. gündüz yorulduğumdan daha fazla yoruluyorum uykumda. beni kim dövdü gece diye uyanıyorum genelde.
bu arada falcıya gidiyordum rüyamda, ne alakaysa. falcıyı ararken klasik İngiliz mobilyaları satan bir mağazaya giriyorum yağmurdan kaçmak için. çaktırmamaya çalışıyorum falcı aradığımı. adres soruyorum. sonra da vazgeçiyorum gitmekten.
ne diyecekti acaba merak ediyorum şimdi. rüyanda gördüğün falcının söyledikleri tutar mı ki acaba? *
sormayın, beynimde hakikaten çok acayip şeyler dönüyor. -
dün misvak başlığını gördüm de aklıma geldi. ilk kimin aklına geldi diye düşündüğüm birçok şey var.
misvak da onlardan biri mesela. kim ilk dalı aldı, kesti biçti, fırça yapıp, bir de onu ağzına sokup, “oha, bu dişlerimi daha sağlıklı yaptı” dedi?
veya fitil? ağızdan falan hap, şurup falan almak dururken, iğne yapmak varken, ilacı oradan sokunca süper etkili oluyor diyen ilk insan evladı kimdi? karşısındakine, bak bi dene dediğinde, o ne dedi acaba?
ütüyü icat eden arkadaş nerede? ne yaşadın hayatında da ütü gibi bir şey icat ettin, beraberinde herkesi yaktın, türk annelerini bir ömür manyaklığa mahkûm ettin? çorap ütüleyenler var bu ülkede çünkü. ve şu lastikli çarşafları hiç düşünmedin mi bunu yaparken?
koka yapraklarını alıp, bin türlü işlemden geçirip, pişirip, toz haline getirdikten sonra burnuna çekmeyi * ilk kim akıl etti? yani birçok kültürün yaprak, ot bitki çiğnediğini, tüttürdüğünü biliyorum kafayı “açmak” için ama bu kadar adımla başka bir şeyi elde etmek nasıl bir değişiklik arayışıdır?
ot bitki demişken, hadi o acı kakao bitkisinin meyvesini bir şekilde eritip, acı acı kahverengi bir şey yaptın. yenecek gibi değil yav. bu sevdadan vazgeçeyim demek yerine içine şeker yağ falan koyup çikolata hâline getiren kişiyi getirin, alnından öpeceğim. *
yemeklerden genelde merak ettiğim bir şey yok. enginar dışında. ahanda bu yahu. yani enginarı o hâliyle doğada yiyen hayvan falan da yoktur. katur kutur dış yaprakları ayıklayıp, içini bulup, içini pişirip, ilk kim yedi? sonra da yaprakları sıyırıp yedi mi peki? yoksa hepsini mi pişirdi?
son olarak, kadınlara dert olan birkaç şey var. ağda mesela? şekeri falan kaynatıp, karamel yapıp, yemek varken, kıllarını almak? ne yaptın üstüne mi döktün yanlışlıkla? nasıl ortaya çıktı bu? ne gerek vardı? ya sutyen? kim astı ki onları ilk defa bir şeye ve ortada öyle dolaştı. oh ne rahat bir şeymiş, iyi ki yapmışım demiş midir? *
biliyorum son dedim ama üzümün fermente olmuş hâlini içip, kafayı bulup, lan ben bu işi sevdim, daha da yapayım diyerek dünyaya yayan arkadaş, gel sıraya gir. çikolatacıdan sonra seni de öpecem. * -
geçenlerde bir yere giderken “saklı bahçe sitesi” diye bir yer gördüm. 20 katlı, etrafı beton duvarla çevrili tek bir binaydı. etrafında tek bir ağaç bile yoktu. biraz çim vardı. öyle büyük bir bahçe falan da değildi. ama adı saklı bahçe. iyi saklamışlar bahçeyi belli. kimse göremiyor.
ülkedeki doğa anlayışı bu işte. beton çevresinde çim ya da saksı bitkiler. bkz taksim meydanı, bkz istanbul’un neredeyse tamamı. hatta bkz ülkenin tamamı. sorsan çevrecinin daniskasıyız. betonu dök, en kötü yeşile boyarsın. al sana yeşil. çünkü yeşilden anladıkları dolar yeşili. ağaç dediğin de zaten sevgilinin adını kazıyabileceğin bir şey sadece. evet, burak gamze'yi seviyor. bütün ağaçları keserseniz, aşkınızı kazıyacağınız yer kalmayacak. bari öyle anlatalım.
canlı hiçbir şeye saygımız yok. ne bitkilere, ne hayvanlara. dün niğde’de, nesli tükenmekte olan bir vaşak ölü bulunmuş. haberi ya da fotosunu eklemeyeceğim ama hayvancağızı öldürmekle kalmamışlar, ağzını patilerini bağlayıp işkence edip öldürmüşler. sonra bir baktım, denizli’de tüfekle öldürülmüş 2 leylek haberi. sürekli silahlarla vurulmuş yunus haberleri geliyor zaten. ülkede kaçan da kurtulamıyor, uçan da, yüzen de.
hayvan hakları yasası mı? insan haklarına bile saygı yok ki hayvanların olsun. bir de kadın şiddeti diyoruz. hayvana bunu yapan, karısına, sevgilisine, çocuğuna ne yapmaz ki? -
nerelisin diye bir soru var türkiye’de. herkes sormayı pek sever. bu çok masum görünen soru aslında çok tipik bir coğrafyaya göre profilleme yoludur. çünkü memlekette hiçbir ilin sevdiği başka bir il yoktur. Bayburtlular Gümüşhanelileri sevmez, Gümüşhaneliler de Bayburtluları. Yozgat, Kayseri de öyledir. Çık yukarı, Giresun Ordu çekişmesi yaşanır. sevmeyeceğin zaten adamı, ne soruyorsun nerelisin diye? ne kadar sevmeyeceğini anlamak için herhâlde. çünkü nereli olduğun, aslında kişiliğini belirler insanların gözünde. x ilinden olanlara güven olmaz, z şehrinden olanlar kaypaktır, iş asla yapılmaz. y şehrine kız verilmez.
peki, bir kişinin nereli olduğunu ne belirler? doğduğu yer mi, büyüdüğü yer mi, ömrü boyunca yaşadığı yer mi? anladığım kadarıyla türkiye’de baba memleketidir. peki ya anne?
dedesi yıllar önce malatya’dan istanbul’a göç etmiş mesela. babası, kendisi istanbul’da doğmuş, hayatında bir kez bile dede memleketine gitmemiş çocuk Malatyalıyım diyor. bu sadece bana mı acayip geliyor?
bir de niye baba memleketi? annenin hiç mi etkisi yok çocuğun üstünde? aslında anneler büyütüyor çocukları. anne-baba aynı yerden olsa anlarım ama ülkenin farklı uçlarından olunca iş değişiyor bence. beni ele alalım mesela. babamın sülalenin büyük bir kısmı elazığlı ama dedem öğretmenmiş. bütün ülkeyi gezmiş. 2 yıl burada 3 yıl orada vs. babam hasbelkader nevşehir’de doğmuş. 1 yıl falan kalmış orada sadece. babamlar 3 kardeş, hepsi farklı yerlerde doğmuş.
gelelim anneme. sülalecek zonguldaklılar. orada sorun yok. zonguldak’tan çıkmış okumak için ankara’ya gelmiş, babamla tanışmış ve ortaya lachatte çıkmış. ben ayrı bir hikâyeyim zaten. bırak şehir değiştirmeyi, sürekli ülke değiştirerek büyümüş bir insanım. ama ben de hasbelkader ankara doğumluyum. gerçi istanbul’da yaşadığım süre, ankara’da yaşadığım süreden daha fazla mesela. sözde babamın sülalesinin memleketi olan elazığ’ı hayatımda görmedim. yetiştirme tarzıma bakarsan, anne kültürü ağır basıyor. karadeniz yemekleriyle büyüdüm anne sayesinde. onların usulüne göre yemek yapmayı öğrendim çünkü anne öğretti. ereğli’yi çok gidip görmüşlüğüm vardır. sahil şehrinin rahatlığıyla büyümüş anne ve anadolu’nun ya da doğu’nun tutuculuğundan zerre kadar almamış babam sayesinde fazla bir baskı hissetmedim üstünde büyürken.
peki tüm bunları neden yazdım? insanlar bana nerelisin diye sorduğunda çok fena kasılıyorum sevgili kulzos ahalisi ya. ne diyeceğimi bilemiyorum. zaten ülkeye baktığımda, uzaylıyım diyesim geliyor genelde. *
dipnot: işbu girdideye konu olan, kendi hayatım dışındaki tüm iller rastgele seçilmiştir. hiçbir ile laf sokmak değildir amacım.
-
mekân isimlerinin başına “meşhur” ibaresinin konmasına gıcık oluyorum. “meşhur bilmem ne köftecisi” mesela. hele hiç duymadığım bir isimse iyice sinir oluyorum. sinir olacak yer arıyor da olabilirim tabii, o ayrı.
mesela ben şimdi ben bir dükkân açsam, adını “meşhur kara kedi köftecisi” koysam... tabii bu durumda meşhur olan kara kedi de olabilir, köfte de olabilir. neyse dil bilimi işine girmeyelim... bu köftemi meşhur yapar mı? yapmaz. zaten benim köftelerimi yemeyin derim. hiç beceremem. annem de beceremezmiş, anneannem de. daha gerisini bilmiyorum ama en baştan biri köfte yapmayı bilmiyormuş ki, sonraki nesiller hiç öğrenememiş belli ki.
yanlış anlamayın, annem de anneannem de nefis yemek yaparlar. ama annemin köftesi kâbus gibi olurdu. zaten iştahsız bir çocukmuşum, yemeyi sevmezmişim, köfte olunca iyice facia. allahım o köfte ağızda çiğnedikçe büyür sanki. dağdan aşağıya inen kartopu gibi. ay yutamam, ölüm resmen. o tabak bitecek! bitmezdi ama. annem anlatır hep, “sabah uyandığında kaç kez yanağının içinde köfte buldum” diye. niye kalkıp, gece atmıyormuşum onu da bilmiyorum. büyüdükçe farklı taktikler geliştirdim sonra.
elalemin babası pasta yapmayı öğrenirken, benim annem köfte yapmayı neden öğrenemedi? bana kimse neden öğretmedi? * eski kayınvalidemin de köftesi güzel olmazdı diyelim bırakalım. gıybet olmasın. neyse, ne diyordum? meşhur bilmem neci’lerden hiç haz almıyorum.
bunun kadar sinir olduğum bir şey daha var, o da ankara’nın aspavacıları. onlar da meşhur koyuyorlar dükkânın adını. bir meydanda üç tane aspavacı mı olur yav? ''allah sağlık, para, afiyet versin amin''. o arada bir de köfte versin kara kediye. aslında bana köfte verme, bana köfte yapmayı öğret. * -
pandemi, tam kapanma falan derken televizyonu normalinden daha fazla izler olduk. diziler, haberler, tartışma programları. ulusal kanallar, dijital platformlar, oradan oraya zaplayıp duruyoruz. ama dikkatimi çeken bir şey var. pırlanta reklamlarındaki artış.
bu millet kafayı yedi vallahi. insanlar aç, hastalıktan kırılıyor ölüyor, bunalmış, pandemiden önce de refah yüksek değildi ama şimdi durum hakikaten felaket. bu firmalar kalkmış, dizi kanallarına sponsor olmuşlar, dizi başlarken ve biterken, reklama girerken, reklamdan çıkarken, haberlerde bile reklam arasında pırlanta, yerli diziler, yabancı diziler, her yerde pırlanta. nagehan’la, ersan şen tartışıyor, alttan pırlanta reklamı kj olarak geçiyor.
seda sayan çıkmış her kadının hakkıdır diyor. zannedersin ki norveç’te yaşıyor. türkiye’de kadınlar her hakka kavuştular, pırlanta hakkı kaldı. yahu her kadının hakkı insan gibi yaşamak öncelikle. 1 ocak’tan bu yana ülkede 125 kadın öldürülmüş. devamlı şiddet görenlerin sayısı kim bilir kaç yüz katı bunun. çıkmış ciddi bir suratla, pırlanta her kadının hakkı diyor. tabii o ciddiyet botoks’un da etkisi olabilir.
bir başka marka da beş taş 3 bin bilmem kaç liradan başlayan fiyatlarla diye reklam yapıyor. 2021 yılında net asgari ücret 2,825 lira. 90 kuruşunu da unutmayalım. hedef kitle kim? gündüz programlarını seyreden insanlar kim? 2 gün önce patates soğan dağıtılmış, insanların pazara, kasaba gidecek parası yok, sen pırlantayı kime pazarlıyorsun? daha üst seviyedeki adam da senin kıytırık beş taşını ne yapsın?
tabii ötv sıfır pırlantada. bu arada yeni öğrendim, kürklerde de ötv sıfırlanmış. bu yarasa yarasa bülent ersoy’un işine yarayacak gibi geliyor.
-
aslında birazdan okuyacağınız sayıklamalarımı yazabileceğim birçok başlık vardı. kulzos yazarlarının itiraflarıyla başladım, sorumluluk’a geçtim, anne babaların yanlışlarına bile yazmayı düşündüm ama sonra kendi başlığımda karar kıldım. biraz uzun olacak, şimdiden uyarayım.
yaklaşık 7 aydır haftanın 7 günü akşama kadar çalışmama neden olan bir projeyi nihayet tamamlayıp dün akşam teslim ettim. üstümden nasıl bir baskı kalktığını tarif edemem. hem zihinsel hem de fiziksel bir yorgunluğa yol açıyordu. şu anda üstümden kamyon geçmiş gibi hissediyorum. o yüzden bugünü boş gün ilan ettim ve fark ettim ki çok çok uzun zamandır boş günüm olmamış. öyle ki ne yapardım boş günlerimde hatırlamıyorum bile.
itirafım bu değil aslında geleceğim oraya, durun. kahvaltının ardından biraz daha yatayım dedim. kediler de geldi, yattık. şıllık hatunlar yatar yatmaz 3 gündür uyumamış gibi uykuya daldılar. ama ben? dönüp duruyorum. içimde bir huzursuzluk. biraz beynimi çalıştırdıktan sonra nedenini anldım: sorumluluk duygusu.
çünkü aslında işim var biraz ama zamanı da var. yaptığım iş öyle bir iş. çevirileri teslim tarihine, yayın tarihine yetiştiriyorum. yani işim hiç bitmiyor. şükür deyip evrene doğru mesajı gönderelim. ama ah şu sorumluluk duygusu... anne ve babamdan nefret ediyorum beni böyle yetiştirdikleri için. gerçekten içimde çok büyük bir öfke var bu konuda. alın size itiraf. vallahi çok sinir oluyorum.
çünkü okuldayken bile eve geldiğimde önce ödevler biterdi. sonra zaman kalırsa lay lay... bu alışkanlık üniversite ve sonra iş hayatına da sarktı. sadece iş ve okulla sınırlı kalsa iyi. bir evlat, bir eş, bir arkadaş, bir insan olarak aklınıza gelecek her konuda sorumluluklar bir numaralı öncelik oldu hayatımda. bunlar bir rutine oturtuldu ki aksamasın. tek ihmal ettiğim kendime, mutluluğuma, fiziksel ve akıl sağlığıma olan sorumluluğumdu. bundan bir süre önce bir girdide ya da yorumda bahsetmiştim. yazın su kıtlığı kapıdayken, eklem ağrılarıma iyi gelmesi için küveti bile doldurmayı vicdanım el vermiyor. çünkü çevreye karşı sorumlu duyarlı bir çocuk yetişti.
şimdi de sözde boş günümde tembellik yapamıyorum işte. kafamdan bir ses, git bekleyen işleri önceden bitir ki, bir aksilik olursa öne geçmiş olursun diyor. bekletme işleri diyor.
başka bir ses, babanın eşini aradın mı? kadın yalnız şimdi diyor. her konuştuğumda içimi şişiriyor, sadece kendini anlatıyor, moralimi bozuyor ama olsun. babamın eşi nihayetinde. sahip çıkmamı isterdi.
bir diğer ses, bak annen gezip tozuyor, aşı da olmuyor hastalık kapıp hastanelik olur, ölür valla ikna et şunu, zaten tansiyon ilaçlarını da içmiyor diye beynimi kemiriyor.
bütün dünyanın sorumlusu benim sanki. superman bile böylesini hissetmemiştir. garibim gelmiş başka gezegenden, gerzek dünyalıların hepsini kurtarmaya çalışıyor.
bu patoloji sınırındaki sorumluluk hissimin altında çocukluktan gelen kaygı bozukluğunun olduğunun farkındayım. işte o, ya yapmazsam ve bir şey olursa hissi de bunu fena körüklüyor. ama ne yapayım kemiklerle işlemiş bir kere.
işte anne ve babaların yaptığı en büyük yanlışlardan biri bu. çok fazla sorumluluk yüklemeyin çocuklara. her şeyin fazlası zarar derler ya? bu da öyle. öncelik kendi sağlıkları ve mutluluk olsun. azıcık bencil olsunlar. herkesin her şeyin canı cehenneme diyebilsinler.
-
yahu karma, geçtim şu dünyayı, şu ülkede onca adam dururken, beni mi buldun çarpacak? alacağın olsun valla...
isyanımın nedenini söyleyeyim sevgili kulzos ahalisi. haftada bir fizyoterapiste gidiyorum bu aralar. ama ne olduysa şu tam kapanma sırasında onlara izin mi yokmuş, neymiş. acil durum olarak görmüyorlar herhalde. neyse, kızcağız randevuları yan taraftaki dişçiden yolluyor. bugün için randevum geldi, sabah gerile gerile gittim. yasadışı bi şey yapıyorum ya? kendimi hazırlıyorum. polis çevirirse ne diyecem diye. kanal tedavisi yaptırdım da, ilaçlarım bitti de, bilmem ne de... sanki polis dişçi anasını satayım çok anlayacak. anksiyete puanım +5 falan arttı yani.
ne giderken polis gördüm, ne de yolda gelirken. dönüşte de uğrayıp market alışverişini hallettim. temel ihtiyaçlar. söylemesi ayıp, temel ihtiyacım börekti bugün. eve geldim, salata yaptım kendime, oturdum yemeye. ulen bize ne senin böreğinden lachatte demeyin çünkü yerken dişim kırıldı yahu!!!!! büyük harflerle haykırıyorum burada. foşur foşur kan akıyo ağzımdan. vampir gibiyim.
ne yaptım ben de? fizyoterapistin yanındaki dişiyi aradım. acil randevu, imdat diye. demezler mi, en erken pazartesiye verebiliriz diye? *
sen misin sokağa kaçak randevuyla çıkan. karma affetmedi.
neyse, Kahpe kader sen bana ne zaman güleceksin? diyorum. mirkelam doğru sormuş. cevabını alabildi mi acaba?
-
açılın gündemle ilgili çemkirmeye geldim. bürokrat bir babanın ve devletin en üst düzeylerinde çalışmış memur bir annenin kızıyım, onların anlattığı dudak uçuklatacak hikâyeleri biliyorum. küçükken birçok hikâyeye de tanık oldum. habercilik yaptım, orada da birçok şey gördüm, duydum ama böylesini vallahi ilk defa görüp duyuyorum.
ülkenin en güzel tatil yörelerinden birinde, biri bir tankı devletten alıyor, sokaklarda sürerek gidiyor ve bir otelin kapısına dayanıyor göz dağı, tehdit için. tank yahu, tank! ordudan ödünç alıyor herhâlde. yani geri veriyor mu iş bitince bilmiyorum. bilmiyorum çünkü işin daha da acı yanı, 2018’de olan bu olay ne hikmetse hiçbir yerde haber olmuyor. kimse görmüyor, duymuyor. ya da görmezden duymazdan geliyor.
narcos’ta da arabalara zırhlı zımbırtılarla çevirip tank yapıyorlardı, tamam da, bizimkiler gerçek tank ödünç almışlar. tankla otel basıyorlar. hani narcos’ta yerel polisi falan rüşvetle bağlayıp, birbirlerinin evini basıyorlardı ya? bir adım öteye taşımız bu işi. netflix’e dizi senaryosu teklifi götürsek, bu kısmı eklesek, abartmayın o kadar da fanteziyi derler.
daha neler göreceğiz acaba diye merak etmiyor değilim ama evrene demeydan okumak istemiyorum. damadın deyişiyle, “sonumuzu hayreylesin...”