bu başlık kişiye özel bir başlıktır
  1. bu başlık kişiye özel olması için onay beklemektedir.
    #246319 little thirty | 4 yıl önce
    0kişiye özel 
  2. ahlaka ilişkin sorunlara çok uzun zamandan beri kafa patlatıyorum. bu benim için biraz da takıntı haline geldi sanırım. (bunun nedenlerine daha sonra değineceğim.)

    ne var ki bu konularla ilgili tartışmalar yapabileceğim kimse yok, çünkü pek arkadaşım yok. olanlarsa bu konularla pek ilgili değiller.

    bu başlık altındaki amacım hem düşüncelerimi aktarmak hem de konuyla ilgili yazarların katkısı ve bir tür diyalektikle kendi düşüncelerimi olgunlaştırmak.

    düşüncelerim bir miktar dağınık olduğundan, takip etmesi zor olabilir. ayrıca yazdıklarımın başlık altındaki diğer girdilerle ilişkisini kurmak gibi bir özenim olmayacak. sistematik olmak gibi bir kaygım yok. gelişigüzel yazacağım.

    bu yüzden sistematik ve teorik açıdan kusursuz görüşler arıyorsanız bunu bu başlık altında bulmanız düşük bir ihtimal. bunu yetersiz görüşlerime karşı gelebilecek olası eleştirileri şimdiden bertaraf etmek için demiyorum-aksine bu başlığı açmamın sebebi bir çeşit etkileşim beklentisi içinde olmam. çünkü burada bu konular üzerine yoğunlaşan pek çok yazar olduğunu biliyorum. sadece yazdıklarımın kusurlu olabileceğini şimdiden kabul ettiğimin bilinmesini istiyorum.

    son olarak, konuyla ilgilenmiş büyük isimler ve başvuru kaynaklarına da yer vereceğim ancak girdilerin içerikleri daha ziyade benim karalamalarım ve hatalarla dolu akıl yürütmelerimden oluşacak. bu nedenle içeriği fazla öznel bulacaklar hemen engelleyebilirler.

    tek amacım doğrusuyla yanlışıyla uzunca bir süre kafa patlattığım konularda görüşlerimi dostça bir ortamda ele alıp tartışmak.
    #246326 little thirty | 4 yıl önce (  4 yıl önce)
    2kişiye özel 
  3. özgür iradeyi basitçe bireyin seçim özgürlüğüne sahip olması şeklinde tanımlayabiliriz.

    bu konu çok önemli.

    çünkü seçim şansımız yoksa ve bizler tamamen diğer insan dışı varlıklar gibi dışsal sebeplerle harekete geçiyorsak ahlak da bir yanılgıdan ibaret olacaktır.

    bu yüzden diğer konuları ele almadan önce özgür irade sorununa bakışımı netleştirmem gerekir.

    deterministler insanın, doğadaki diğer varlıklar gibi ''belirlenmiş'' olduğunu söyler. yani insan tercihlerinde hiç bir şekilde özgür değildir zira eğer birisi belirli bir şekilde davranıyorsa, bu başka türlü davranamayacağı içindir.bu durumda insanın davranışları da doğadakine benzer-ama daha karmaşık-bir takım yasalar tarafından belirlenmiştir.

    özgür irade savunucuları ise insanın bilinçli varlıklar olarak akıl yoluyla diğer varlıklardan ayrıldığını, dolayısıyla yapıp etmelerinde doğanın belirlenimlerinden bağışık olduklarını söylüyor. ( ve girdilerinde konuyu tolstoy'un görüşleri açısından ele aldım)

    tam burada kant'ı anmadan olmaz. kant insanın ikili bir doğaya sahip olduğunu, doğal yönüyle tıpkı insan dışı varlıklar gibi deterministik yasalara tabi olduğunu ancak diğer yandan da kendisini diğer varlıklardan ayıran aklı sayesinde özgürlük kazanabileceğini söylemiştir.

    yani insan bir yönüyle doğanın acımasız nedensellik yasalarına tabidir. acıkır, susar, koşunca terler, yüksek bir yerden düşünce yaralanır, yaşlanır vs... ama insan sadece doğal bir varlık değildir, aynı zamanda bir akıl varlığıdır. dolayısıyla insan bir aklı sayesinde doğanın kesin belirleniminden çıkar ve kendisi için koyduğu ahlaki kurallar ile özgürlüğüne kavuşur.

    ben insanın özgür iradesinin olduğunu ancak bunun belirli sınırlara sahip olduğunu düşünüyorum. bu anlamda, insanın bir yönüyle belirlenmiş bir yanıyla da özgür olduğu şeklindeki uzlaştırmacı görüşü paylaşıyorum.

    insan davranışı, bir ölçüde genetik ve çevresel koşullar (içerisinde doğulan kültür, inanılan/dayatılan din, eğitim vs) tarafından belirleniyor. ama ben bu verili koşullara rağmen-ve bu verili koşulların izin verdiği ölçüde- insanın bir özgürlük alanının da olduğunu düşünüyorum.

    örneğin ailesinden çok kötü genler almış, üstelik çok kötü bir sosyal çevrede yetişmiş birisi için dahi bir özgürlük alanı yok mudur? bu koşullarda doğmuş, büyümüş bir çocuğun ileride zorunlu olarak kötü birisi olacağını ''öngörsek'' bile yine de ''daha az'' ya da ''daha çok'' kötü olmak gibi bir seçeneği yok mudur?

    #246645 little thirty | 4 yıl önce (  4 yıl önce)
    11kişiye özel 
  4. bu girdide siyaset felsefesinin ahlak felsefesi ile doğrudan kesiştiği bir alandan bahsedeceğim.

    bir kaç soru sorarak başlamak uygun olur: uluslararası ilişkilerde ahlak kurallarına yer var mıdır? ya da insanlar arası ilişkilerde geçerli olduğunu varsaydığımız ahlaki kurallar aynı şekilde uluslararası ilişkilere de uygulanabilir mi? yoksa ulusların kaderini ellerinde tutanlar başka bir düzeydeki kurallara mı tabidir?

    uluslararası ilişkilerde çıkarların esas olduğu, bu alanda duygulara yer olmadığı söylenir. tarihe ve güncel pratiğe bakıldığında da devletleri yönetenlerin uluslararası ilişkilerde kendilerini geleneksel ahlak kurallarıyla bağlı saymadığını rahatlıkla görebiliriz. bunun teorik çerçevesini makyavelizm oluşturur. makyavel ünlü eseri prens'te yöneticilerin gücünü artırmak, istikrarı sağlamak ve başarılı olabilmek için her türlü ahlak dışı yönteme başvurabileceğini vaaz eder. ona göre insanlar arasındaki ahlak kuralları devlet yöneticilerini hiç bir şekilde bağlamaz, ona göre amaca giden her yol meşrudur.

    bu bakış açısının güncel bir versiyonunu uluslararası ilişkiler teorisindeki hakim paradigma olan realizm ortaya koyar. realizme göre devletler güç arayışıyla tanımlanan bir ulusal çıkar motivasyonuyla hareket eder. önemli olan, devletlerin gücü elde etmesi, bunu koruması ve artırmasıdır. dolayısıyla realizme göre de ahlaki kurallar uluslar arasındaki ilişkilerde kabul edilebilir bir değişken olamaz.

    bu yaygın kabul gören görüşlerde bir tuhaflık var.

    yani deniyor ki ''siz kendi aranızda birbirinize iyi davranın, insanlarla ilişkilerinizde ahlaki kuralları gözetin ama bizler devletleri yönetenler olarak kendimizi bu kurallarla bağlı saymayacağız. mesela sırf öyle uygun gördük diye binlerce insanın öldüğü savaşlara gireceğiz, uzak coğrafyalardan gelip petrol çalmak için işgaller yapacağız, en iğrenç istihbarat operasyonuyla suikastler düzenleyeceğiz, şirketlerimizin çıkarlarını korumak için darbeler yaptıracağız ve günün sonunda bütün bunları sizin iyiliğiniz için yaptığımızı söyleyeceğiz.''

    buradaki çelişki çok açık değil mi? insanlar arasında geçerli olan ahlak kuralları örgütlenmiş insan toplulukları arasındaki ilişkilere gelince bir anda geçerliliğini yitiriyor. ahlak kurallarının bağlayıcılığına bundan daha ağır bir saldırı düşünemiyorum. ama daha bitmedi. sadece elitler değil sıradan insanlar da sürekli devletler arası ilişkilerde duygulara yer yoktur deyip duruyor. mesela lord palmerston'un şu meşhur ''britanya'nın daimi dostları yoktur, daimi çıkarları vardır.'' sözünü papağan gibi tekrarlayanlar sadece siyasetçiler midir? akademisyenler, gazeteciler, hatta sıradan insanlar da ne yazık ki bu talihsiz ifadeyi ahlakı yadsımak için yeterli sayıyor. yani burada bir suç ortaklığı var.

    bir keresinde kendisini antiemperyalist olarak nitelendiren ve her fırsatta amerika'nın ortadoğu politikalarını eleştiren bir arkadaşıma sormuştum. türkiye bir gün gücünü artırsa ve eski osmanlı coğrafyasında yaşayan halkların topraklarına geri dönmeye çalışsa buna karşı çıkar mıydın? verdiği cevap çok ilginçti, abd, fransa, ingiltere uzaktan gelip bu coğrafyayı dizayn ediyorsa bu da bizim en doğal hakkımız, bunu tabi ki yapmalıyız demişti. ona bunun bir çok insanın ölümüyle sonuçlanacak bir savaşı gerektireceğini hatırlattığımda, ''savaşılır...'' cevabını almıştım. tam o dakikadan itibaren arkadaşımın abd emperyalizmine itiraz etme hakkını kaybettiğini farkettim. anlaşılan bir kere uluslararası ilişkilerde ahlaki kurallara yer olmadığına hükmedilince savunulan görüşlerde de bir tutarlık aranmıyordu.

    bu girdiyi çok uzatabilirim ama daha fazla yazıp okunmaz hale getirmek istemiyorum.

    bir insan nasıl ki bireysel hayatında komşusuna, arkadaşına, yabancılara hatta hasımlarına karşı davranışlarında ahlaki kuralları gözetmek zorundaysa, yönetici olunca da bu konudaki sorumluluklarında bir azalma olamaz. aksine, ahlaken yanlış bir kararın (mesela bir savaş kararının) binlerce insanın hayatına mal olduğu bir alanda ahlaki duyarlılığa her şeyden daha çok ihtiyaç yok mudur?

    son olarak, devletler insanların oluşturduğu yapılardır. bu yapıların, yani devletlerin, bir birleriyle olan ilişkilerinde en az bireysel ilişkilerdeki kadar ahlakın yeri olmalı. ahlakın statüsü bireysel ilişkilerde uluslararası ilişkilerden farklı diyenler, bu konudaki farklılığın sebebini hiç bir yerde söyleyemiyor.
    #246854 little thirty | 4 yıl önce (  4 yıl önce)
    0kişiye özel 
  5. etik ile ilgili en çok tartışılan konulardan biri de ahlaki görecilik meselesi.

    bir tanımla başlayalım. ahlaki görecilik, ahlaki değer, norm ve kuralların kişiye, zamana, kültüre göre içerik kazandığını ileri süren bir görüştür.

    bu ''bizim dışımızda'' nesnel bir ahlak kuralının olmayacağı anlamına gelir. pek çok insan tarafından ifade edildiği şekliyle : ''kime göre, neye göre doğru...''

    bu görüş çerçevesinde öldürme!, hırsızlık yapma!, yalan söyleme! gibi üzerinde uzlaşılması en kolay ahlak kurallarının bile varlığı özneye, zamana, mekana ve kültüre bağımlı hale getirilir.

    örneğin iki toplum düşünelim. birisi sakalını kesen erkeklerin öldürülmesi, diğeri sakalını kesmeyenlerin öldürülmesi kuralını benimsesin. bu gerçekçi gelmediyse birinde dul kadınlar korunsun, öbüründe ölen kocalarıyla birlikte canlı canlı yakılsın.(bkz: ). ahlaki göreciliğe göre bu farklı tarihsel ya da coğrafi arka plana sahip toplumlardan hiç biri bir diğerini yargılamamalı. çünkü bu farklı ahlakilik iddialarını değerlendirebileceğimiz tarafsız bir konum yoktur.

    ben bunun çok sığ bir kavrayış olduğunu düşünüyorum.

    görecilerin iddiasına göre ahlakın topluma-zamana göreli olduğunu, dolayısıyla, çok çeşitli hatta birbirine zıt davranışların hem iyi hem kötü olabileceğini akılda tutun. ne kadar çok toplum o kadar çok doğru ve yanlış varsa, mesela öldürmek eş zamanlı olarak hem doğru hem yanlış olabiliyorsa, o zaman doğru ve yanlıştan bahsetmenin anlamı ne? farklı ahlak sistemleri olabileceğini iddia etmenin vardığı mantıksal sonuç ahlaki nihilizm değil midir? belki ahlak görelidir demek yerine ahlak yoktur demek hem daha akıllıca hem daha dürüstçe olurdu. ama görececilik savunucuları ya akıllarındaki şeyi-yani nihilist olduklarını- söyleyecek kadar dürüst değil ya da ileri sürdükleri tezin mantıksal sonuçlarını görebilecek kadar akıllı değil.

    öte yandan, farklı ahlaki kuralların nesnel olarak temellendirilebileceği tarafsız bir konumun olmadığı argümanı da hatalı bir akıl yürütmeye dayanıyor. çünkü göreci, ahlaki hükümlerin evrenselliğini kabul etmek için insanların oydaşımını şart koşuyor, bu hiç bir zaman gerçekleşmeyeceğine göre de nesnel bir ahlak sistemleri yoktur diyor. oysa ahlak kuralları pek çok şekilde temellendirilebilir. örneğin masum bir insanı öldürmek kötüdür dediğimde bana bunun nedenini sorarsanız ben; ölen kişinin, ölürken acı çektiğini, geleceğinin çalındığını, yaşama hakkının elinden alındığını, çocuklarının yetim kaldığını, yakınlarının üzüldüğünü vs. söyler ve bu saydıklarımın sonucunda bütün insanlar için temel olan haz-acı dengesinin adil olmayan bir şekilde bozulduğunu söylerim. dolayısıyla katilin edimiyle yer yüzündeki tek değerli şey, mutluluk azalmış, tek kötü şey, acı artmıştır. böylece bir eylemin doğruluğunu veya yanlışlığını belirleyen nesnel bir ölçüte ulaşmış oluyoruz: yer yüzünde en fazla sayıda insanın acısını azaltan, mutluluğunu artıran eylem ahlaken doğru, tersi yanlıştır. (bkz: )

    son olarak görecilik kendi kendisini yenilgiye uğratır. çünkü ahlak normatiftir, yani olgulardan değil olması gerekenlerden bahseder. bu yüzden bir göreci bana belirli bir şekilde davranmam ''gerektiğini'' (bu örnekte farkı kültürleri yargılamamam gerektiğini) söylediği anda bana bunu tarafsız değil normatif bir konumdan seslenerek yapar. göreci bir yandan bana yargılama demektedir ama bir yandan da benim evrenselcilik görüşümü yargılayarak kendisi aynı ''yargılama tuzağına'' düşmektedir. göreci, doğru ve yanlış için tarafsız bir konum mu varsaymaktadır ki benim eylemime yanlış demektedir? eğer doğru ve yanlış kişiye göre değişiyorsa ve kimse kimseye kendi kuralını dayatmamalıysa göreci benden ne istemektedir ?

    görünen o ki göreci en iğrenç olanları da dahil bütün ''ahlak'' sistemlerini saygıya layık buluyor ama bir tek benim evrenselci (dolayısıyla yargılayıcı) ''ahlak'' sistemimi bunun dışında tutuyor.
    #265260 little thirty | 3 yıl önce (  3 yıl önce)
    2kişiye özel 
  6. -nereden geldik, neden burdayız ve nereye gidiyoruz?

    -gerçeklik ya da hayat diye bir şey var mı? varsa anlamı var mı?

    görünen o ki hayatın en önemli sorularına cevap veremiyoruz. ama hiç birşey olmamış gibi çok daha alt düzeydeki sorularla uğraşıp duruyoruz. insan bir yandan iş hayatında yaşadığı sorunlardan, para kazanma arzusundan, bir aile kurma isteğinden bahsediyor, bir yandan siyasi tartışmalara taraf oluyor, arkadaşlarıyla en önemsiz meseleler için kavga ediyor ya da kendi sağlıkları ile ilgili endişe duyuyor. ama en önemli sorulara gelince, işte bir tek bu sorular kimseyi ilgilendirmiyor.

    kurumsal dinler bu sorularla ilgilenen az sayıda insan için tatmin edici cevaplar veriyor. bu cevaplar beni de uzun bir süre tatmin etmiş ve bana bir yön duygusu vermişti. ama bir aşamadan sonra kendimi kandırdığımı( ya da daha doğru bir ifadeyle kandırıldığımı) hissettim.

    buradaki amacım kimin kimi hangi surette yarattığını ( ya da tanrının mı insanı yoksa insanın mı tanrıyı yarattığını) tartışmak değil. buna kutsal kitapları asgari ölçüde tarafsız bir gözle okuyan herkes kendi cevabını verecektir.
    ***

    biz şimdilik, kurumsal dinlerin cevaplarının saçma ve kabul edilemez olduğunu varsayalım. ama insanın anlam arayışına bilimsel bir bakış açısına sadık kalarak tatmin edici cevaplar bulmanın zorluğu da ortada. nihayetinde bilim olguları ve bunlar arasındaki ilişkileri ele alır, işte o kadar. zaten metafizik konuları ele almaya hiç de elverişli olmayan bir yöntem kullanır. durum buysa hayatın anlamı sorusunu mekanik dünyanın sınırları içerisine kalarak temellendiremeyiz. bu yüzden bir kez daha yukarı bakalım:

    -'in evrende ilk devinimi yaratan ''hareket etmeyen hareket ettiricisi'' (tanrısı?) bir ölçüde entelektüel tatmin sağlasa da işin manevi boyutuna yani anlam arayışına ilişkin hiç bir şey söylemiyordu. (bu aquinalı thomas'ın ''ilk neden'' argümanı için de aynı şekilde geçerli)

    -'nın tanrısı (bkz: ) ise tanrı herşeydir dediği için tanrı'yı hem bir kaya parçasında hem de newton'da görüyor, şefkati olduğu gibi cinayeti de evrensel ruhla ilişkilendiriyordu. bunu nasıl tanrı kavramıyla bağdaştırdığını bilmiyorum. çünkü tanrı doğadan başka birşey değilse tanrı kelimesine neden ihtiyaç duyulsun ki? herşeyin kaynağı doğadır demek daha anlaşılır olmaz mı? burada naturalistler daha samimi ve tutarlı görünüyor.

    -'in tanrısı bir miktar tatmin edici gözüküyor. bir saatçinin bir saati yapıp işlemeye bırakması gibi onun tanrısı da evreni yaratıp, onu kendi yasalarının işleyişine bırakıyor. evrenin makro ve mikro sistemlerindeki kusursuz işleyiş, hassas ayarların evrenin her yerinde oluşturduğu ve en üst seviyesinde insanı ortaya çıkardığı tasarım harikası koşullar gerçekten de evrensel bir yaratıcıya işaret ediyor gibi. atomlardan gezegenlere bu müthiş düzen ve ahengin arkasında ontolojik statüsü farklı bir varlığın olduğuna inanmak makul görünüyor. (ilk neden argümanının yarım bıraktığı işi tasarım argümanı tamamlar gözüküyor gibi.)

    ama william paley'in tanrısındaki sorun şuydu ki bu tanrı evreni yarattıktan sonra hiç bir şeye karışmaz olmuş adeta emekliye ayrılmıştı. emekliye ayrılmış tanrının iyi tarafı da evrenin işleyişine saçma sapan müdahale etmesine yani peygamberleri aracılığıyla anlamsız mucizeler sergilemesine gerek olmaması. zaten bu mucizeleri de biz hiç görüp duymamıştık, mucize denen şeyler birilerinin görüp duyduğunu başkalarına aktarmasından ibaretti. bunun da psikolojik, sosyolojik, siyasi nedenler olabilirdi. (buradaki akıl yürütme hume'a ait) ayrıca, paley'in tasavvurundaki tanrı emekliye ayrıldığından kötülük sorunu da kendiliğinden çözülmüş oluyordu.

    -'nin kitabı da bu bakış açısının bir uzantısı. orada da kurumsal dinlerin çelişkileri kanıtlarıyla elden geçiriliyor ve tanrı kavramı din kavramından ayrılıyordu. paine özellikle şu soruları soruyordu: tanrı vahyini neden tüm insanlığa değil de fi tarihinde yaşamış ayrıcalıklı kullarına gönderdi? diyordu ki, ben bu vahyi tecrübe etmedim, bana bu vahyi aktaranlar (din adamları) da tecrübe etmedi. hatta bu vahyi aldığı iddia edilen kişi yaşadı mı onu da bilmiyorum. neden inanayım?

    ve diyordu ki, vahyin içerdiği hükümler neden böyle? bu akıl almaz çelişkileri, akla ve vicdana aykırı hükümleri, bu edebiyat harikası metinleri yüce, merhametli ve bağışlayıcı bir tanrı inancıyla nasıl bağdaştıracaksınız? tanrı'yı tıpkı bir insan gibi kızan, kıskanan, intikam alan zalim bir varlık gibi göstermek tanrıya hakaret etmek değil midir? ayrıca tarihsel bir metin, çeşitli değiştirme çabalarına karşı nasıl korunacak? korunsa bile çeviri ile anlam bozulmalarına nasıl dayanacak? eğer tanrının kitabı koruduğunu iddia ediyorsak bu çelişkili, anlamsız, bilimle, sağduyuyla çelişen bu hükümlerin de bu halleriyle- ve son derece kusurlu bir şekilde- tanrı tarafından gönderili olduğunu kabul etmeliyiz ki bu da kusursuz bir tanrı anlayışıyla pek bağdaşmaz.

    Paine tanrı vahyinin belirli aracılara değil, tüm insanlığa açık olduğunu düşünüyordu. evrene yazılmış fizik yasaları, kusursuz işleyen matematik yapı ve her insanın vicdanına işlenmiş ahlak kuralları yoluyla herkes tanrı'yı kavrayabilirdi.

    başta olmak üzere aydınlanma filozofları da aynı düşünce çizgisini (bkz: ) takip etmiş ve tanrıya inanmanın, dolayısıyla hayata bir anlam atfetmenin, tek yolunun kurumsal dinler olmadığını göstermiştir.
    ***

    görünen o ki, hayatın anlamı sorusuna hayatın içinden değil de ötesinden bir cevap bulma zorunluluğuyla karşı karşıyayız.

    bu basit ama zor sorularla yüzleşen herkes için çok acı verici birşeydir. ancak arayışlarına devam edenler bir ölçüde rahatlamış gözükür.

    hala cevap arayanlar, hayattaki anlam arayışlarını ontolojik statüsü farklı yüce bir varlık üzerinden makul bir biçimde pekala gerekçelendirebilir. çünkü insanlığın ulaştığı bilgi seviyesi ve kavrayış gücü sayesinde, artık kimse hayatın anlamını temellendirmek için kurumsal dinlerin çökmek üzere olan yapısına bel bağlamak zorunda değil.

    cevabı bulamayanlara da iyi bir haberim var. bu makro sorulara cevap bulamadığınız için ilk bakışta önemli görülen gündelik sorunlara da aldırmamayı öğreneceksiniz. hatta hayatın en büyük ıstırapları (ölüm, yakınların kaybı vs) bile zamanın sonsuzluğunda ve uzayın karanlığında kaybolup gidecek. sırf bu yüzden geceleri rahat uyuyacaksınız. ayrıca hayat sizin içini dolduracağınız bir anlama sahip olabilir. nietzsche'nin kaba nihilizmine mahkum değilsiniz, dünyadaki toplam acıyı azaltıp toplam mutluluğu artırarak hayatınıza hiç bir dinin sağlayamayacağı bir anlam kazandırabilirsiniz.
    #275066 little thirty | 3 yıl önce (  3 yıl önce)
    1kişiye özel 
  7. ahlak cinsel ilişkinin şekli, zamanı, meşruiyeti ve sınırlarıyla ilgilenmeli midir?

    hangi insanlık hallerinin ahlakın menziline girdiğini anlamak için öncelikle ahlakın ne olduğunu tanımlamak, bu yapılamasa bile ahlakın işlevini anlamaya çalışmak gerekir. mesele aslında çok basit: ahlak iyiyi ve kötüyü belirler, buna ulaşılacak/bundan sakınacak yolları gösterir.

    ancak iyi ve kötü insan deneyiminin tek kategorisi değildir. iyi ve kötü dışında kalan, iyi ve kötü ile uzaktan yakından alakası olmayan pek çok şey var. mesela kauçuk iyi midir kötü müdür? (işlevsel anlamda değil ahlaki anlamda) ya da bağdaş kurarak oturmak iyi midir kötü müdür? Ya ayakta işemek? kahveyi soğutup içmek? kendi kendine konuşmak? (tabi başkalarını rahatsız edecek desibele çıkmadan)

    görüldüğü üzere iyi ve kötü kategorilerine sokamayacağımız dolayısıyla ahlakın tamamen nötr olduğu pek çok konu var. aslında ahlakın alanına giren pek az şey var. hatta bunlar sınırlı sayıda bir kaç kelime ile ifade edilebilir: öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, yalan söylemeyeceksin, incitmeyeceksin vs. dahası bütün bunlar bile de aslında şu tek dan çıkarılabilir: kendine nasıl davranılmasını istiyorsan başkalarına da öyle davran.

    peki cinsellik bu işin neresinde? cinsellik iyi mi? kötü mü? yoksa iyi ve kötüyle ilgisiz mi?

    ben iki reşit birey arasında karşılıklı rızaya dayanan ilişkinin iyi ve kötü olarak adlandırılması için hiç bir sebep göremiyorum. ahlak zarar vermemekle ilgiliyse reşit kişiler arasında rızaya dayalı cinsel ilişkiden bu anlamda zarar gören birisi var mıdır? ahlak aynı zamanda iyi karakter ve mizaç ile ilgiliyse iyi bir insan cinsel ilişkiye girdiğinde iyiliğinden bir şey eksilir mi? ben bu sorulara hayır diyorum. cinselliğin iyi davranışla iyi karakterle hiç bir ilgisi yok. yeter ki içine başka kötülükler karıştırılmasın. (bunu aşağıdaki bölümde açıklayacağım.)

    toparlarsak, cinsel ilişkinin meşruiyeti için reşit olma ve karşılıklı rıza gibi iki olmazsa olmaz ilke belirledik ve geri kalanı bizi ilgilendirmez dedik. şimdi bu iki ilkeye bir başkasını da eklememiz gerekecek: insanları araçsallaştırmamak.
    aslında bana göre ilk başta saydığımız, ve bütün ahlak sistemlerinde ifadesini bulan öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, yalan söyleyeceksin gibi ilkelerin yanına araçsallaştırmayacaksını da eklemek gerekir. (bkz: ) tabi ki belirli durumlarda bu en temel buyrukların bile istisnaları olabilir ama ben şimdilik bu konuya girmiyorum.

    bir insanı araçsallaştırmak onu başka bir amaca ulaşmak için kullanılabilecek bir araç olarak görmektir. bu amaç sayısız görünümler kazanabilir ve para, mevki, şöhret gibi cinsel haz da olabilir. aslında cinsel ilişkilerin tamamı bir tür araçsallaştırmayı içerir. cinsel hazzı aramayan ve partnerini bu ''yüksek'' amaç için kullanmayan bir cinsellik pratiğini yakalamak çok zordur. İşte tam da burada duvara tosluyorum ve başlangıçta kınadığım ahlakçıya dönüşüyorum. çünkü bu ilkeyi ( kimseyi araçsallaştırmama ilkesini) kabul ettiğim anda, ister istemez, cinsel ilişkilerin tamamını değilse de yüzde doksanını ahlak dışı ilan ederken buluyorum kendimi. bu durumda cinselliğe en sofu adamdan bile daha çok itiraz ediyor, daha fazla ahkam kesmiş oluyorum. Bu insanlar, ne kadar dar görüşlü olursa olsun, cinselliğe hiç değilse nikah gibi basit bir işlemle ruhsat verebiliyor. bense itirazımı evli çiftleri de içine alacak şekilde genişletiyorum. halbuki ilk başta cinsellik ahlakın konusu değildir demiştim. şimdi ise cinsel ilişkilerin tamamına yakınını ahlak dışı ilan ediyorum. peki nedir bu?

    aslında çelişkiye düşmüyorum. ben cinselliğin kendisini değil gündelik pratikte cinselliğin yaşanış biçimini ahlak dışı buluyorum. en başta söyledim, cinsel ilişkiye ahlaken karşı çıkmak için hiç bir rasyonel neden yok. ama cinsel ilişkilere karıştırılan kirli motifler hakkında konuşmaya hakkımız var. bu yüzden ben cinselliği ahlakla ilgisiz sayarken partnerini araçsallaştırmayı içeren cinsellik dahil her türlü ilişki biçimini ahlaken gayrı meşru buluyorum. eğer arkadaşlığın bugün yaygınlık kazanmış formu bir tür araçsallaştırmayı içeriyorsa buna da karşı çıkıyorum. bu dostluğun kendisine karşı çıktığım anlamına gelmiyor. aynı şeyi cinsellikle ilgili söylüyorum işte. yoksa cinsel ilişkiyi ne yüceltiyorum ne yeriyorum. aslında ilk başta söylediklerime tamamen sadığım.

    peki cinsellik bir şekilde partneri araçsallaştırmayı içeriyorsa insanlar bu kadar ihtiyaç duydukları birşeyi yapamayacak mı?

    yapabilirler, çünkü sevginin yıkayamayacağı hiç bir kir yoktur.. burada partnere duyulan sevgi, içine bir miktar araçsallaştırma güdüsü katılsa bile- her türlü cinselliği temize çıkarabilir. cinsellik eğer karşılıklı sevgiye dayanan bir ilişkiye eşlik ediyorsa zaten burada araçsallaştırmaktan pek bahsedilemez.

    ben şahsen aşka inanmam ama deli gibi seven iki insanın birbirlerini araç olarak gördüklerini kimse söyleyemez. partneri için canını verebilecek kadar çok seven birine sen partnerini araçsallaştırıyorsun, onu kullanıyorsun diyemeyiz.

    evet yine partner aracılığıyla alınan bir haz vardır, hatta sevgi varsa bu belki en yüksek seviyesindedir, ancak asıl amaç araçsallaştırmak olmadığı için bu tür bir cinsel ilişkiyi kımse kınamamalıdır. ben de böyle bir cinsel ilişkiyi ne yüceltirim ne yererim.

    tabi ek olarak söylenecek şeyler de var. cinsel ilişki sadece partnerleri ilgilendirmiyor. cinsel ilişkinin kendisi ahlakın konusu olmasa da üçüncü taraflara (mesela aldatılan kocalara) etkisi bizi doğrudan ahlaki tartışmalara götürür. çünkü zarar vermekle ilgili olduğu ölçüde herşey ahlakın konusudur. hatta aldatılan eşi bunu öğrenmezse bile bir tür zarar görür. birisinin sizin arkanızdan iğrenç bir iftira attığını düşünün, ama duymadınız bile. zarar görürsünüz işte yine. burada da cinsel ilişkinin üçüncü taraflar için görünür olsun görünmez olsun zararlarını hesaba katmak gerekir.

    #276101 little thirty | 3 yıl önce (  3 yıl önce)
    5kişiye özel 
  8. ahlak'ın kötü davranışı cezalandırdığını, iyiyi ödüllendirdiğini a priori kabul ediyoruz.

    ama gerçek hayatta, ironik bir şekilde, ahlak, kötülere hiç bir ceza vermezken iyileri sürekli baskı altına alıyor. yani kötü insanlar ahlakın kısıtlamalarına hiç aldırmaz, vicdanlarıyla hiç bir zaman hesaplaşmaya girmez, yaptıkları kötülükler için kendilerini hiç bir zaman kötü hissetmezken, ahlaki duyarlılıkları gelişmiş insanlar, sürekli vicdanlarına hesap veriyor, en küçük yanlışlarında bile çok büyük acılar çekiyorlar. hatta iyi insanlar başkalarının yaptıkları kötülükler için de acı çekiyor. öyle iyi insanlar tanıdım ki, kendi basit insani kusurları nedeniyle vicdan azabı yaşadıkları yetmiyormuş gibi bir de başkalarının kötülüklerinden dolayı kendilerini sorumlu tutuyorlardı- bu sefer de onların kötülüklerini engelleyemedikleri için.

    schindler'in listesi' nde sonlara doğru olan bir sahne bu ruh halini güzel resmediyordu: oscar shindler yüzlerce yahudiyi soykırımdan kurtarmış olmasına rağmen filmin sonunda kurtaramadığı her yahudi için kendini suçluyordu: ''bu araba, eğer satsaydım, 10 yahudi daha kurtulurdu, saatimle iki yahudi daha...'' diğer taraftaysa, yahudileri gaz odalarına doldurup kitleler halinde öldürenlerin vicdanları rahattı.

    evet, tanımı ve kavramın inşası gereği ahlak ''iyiyi'' değil ''kötüyü'' cezalandırıyor. ama pratik hayata döndüğümüzde aynı ahlak ''kötü insanları'' değil ''iyi insanları'' cezalandırıyor gibi görünüyor. nasıl oluyor bu? sanırım buna ahlak paradoksu diyebiliriz. (belki bu paradoksa bir çözüm olarak ahlak bütün kötü davranışları değil sadece iyi insanlardaki kötü davranışları cezalandırır diyebiliriz ama bu da ahlakın tanımını tümden değiştirmek olur.)

    iyi insanların ahlaki duyarlılıkları nedeniyle çektikleri acıların izi bu insanların niyetleriyle dünyanın geri kalanının mevcut durumu arasındaki uyumsuzluğa kadar sürülebilir. bu insanların duyarlılıkları o kadar gelişmiş, niyetleri o kadar yücelmiş ki idealleri ve dünyanın gerçekleri arasında sürekli bocalamak zorunda kalıyorlar. yani kire pasa batmış bir dünyada tertemiz kalmaya çalışan yalnız ruhlar bunlar. kötülükleri engellemeye yönelik doğuştan bir iç güdüleri var ama boğazına kadar kötülüğe batmış bir dünyada neyi değiştirebilirler ki? eğer dünyada iyilik kötülüğe, iyi niyet alçaklığa, dürüstlük sahtekarlığa ağır bassaydı ahlaki duyarlılıkları onlara mutluluk bile verebilirdi. ama dünyanın şimdiki halinde, mevcut duyarlılıklarıyla acı çekiyorlar.

    bildiğiniz üzere, ahlakı yadsıyıp onun yerine bencilliği koymak isteyen filozoflar da oldu. tabi ki gerekçeleri farklıydı. onlar ahlakı yanlış bir bilinçle ya da toplumsal ya da tarihsel güç mücadeleleriyle ilişkilendirdiler ve kısıtlanmayan beni kutsadılar. ahlakın güya maskesini indiren bu egoist düşünsel gelenekten tiksiniyorum. iyiliğe değil kötülüğe adanan bu felsefenin insanlığın düşünsel mirasında bir parazit olduğunu düşünüyorum.

    az önce bahsettiğim paradoksa rağmen ahlaki duyarlılığı kurtulunması gereken bir yük olarak da görmüyorum. tam aksine ahlaki değerlerin önemini herşeyden üstün tutuyorum. kötülerden, bencillerden, alçaklardan, duyarsızlardan nefret ediyor, kalbi ve vicdanı temiz insanlara hayranlık duyuyorum. ben de kötülüklerimden arınıp iyi insanlar arasına girebilmeye çabalıyorum en azından bunu arzuluyorum. insanların ahlaki duyarlılık kazandığı, vicdanlarına hesap verdiği, birbirlerine karşı tertemiz duygular beslediği bir dünyada yaşamayı herşeyden çok istiyorum. hiç değilse bu tarz insanların sayısının arttığı bir dünyada.

    ama bu arada iyi insanların da kendi sorumluluklarında olmayan şeyler için vicdanlarına aşırı yüklenmemesini, hiç değilse başkalarının kötülükleri yüzünden acı çekmemelerini yürekten istiyorum. değişmesinler, ama kendilerine iyi davransınlar. vicdanları asla körelmesin ama hiç değilse kendi sebep olmadıkları kötülükler için acı duymasınlar. dünya bu insanlara adil değil, keşke onlar kendilerine biraz adil olsalar.
    #291885 little thirty | 4 ay önce (  4 ay önce)
    0kişiye özel 
  9. bu girdi bir öncekinin devamı. bir önceki girdide ahlak parodoksu adını verdiğim birşeyden bahsetmiş ve vicdan gibi içsel mekanizmalarla iyileri baskı altına alan ahlakın kötülere hiç bir zaman dokunmadığını söylemiştim.

    bu girdide ahlakın iyileri içsel mekanizmalar aracılığıyla değil bu sefer ''dışarıdan'' nasıl etkilediğini ele almak istiyorum.

    ne demek istediğimi basitleştirilmiş bir örnekle anlatmak çok daha kolay olacak: biri alçak, düzenbaz, serseri diğeri aşırı merhametli, vicdanlı, duyarlı iki adamdan oluşan küçültülmüş bir topluluk düşünün. mevcut kaynakların sınırlı olduğu bir senaryoda kazanan her zaman alçak adam olacaktır ve sonunda bütün kaynaklara o çökecektir. çünkü alçak olan her türlü hileyi kullanarak diğerinin tepesine binecek hatta büyük ihtimalle onu köleleştirecektir. ahlaki duyarlılığı aşırı gelişmiş olan adam öbür yanağını çevirme öğretisine bağlı kaldığı için bu yapılanlara karşı tepkisiz kalacak ve kolayca öbürünün avı olacaktır.

    bu fazlasıyla basitleştirilmiş bir örnek kabul ediyorum ayrıca devletin, yasanın ve otoritenin olduğu yerde herşey bu kadar basit işlemez, en azından kötü adam sınırsız bir özgürlüğe sahip değildir. (sonuçta devletin varlık amacı hobbes'tan beri bu şekilde gerekçelendirilmişti.) hatta devletin varlığı durumunda, ahlak kuralları, yasalara yansıdığı ölçüde, iyileri koruyup kötüleri kontrol altında da tutabilir.

    ama yasaların koruması altında bile kötülerin iyilere karşı avantaj kazanabileceği geniş bir manevra alanı var. nasıl olur demeyin işte örnekler:

    -bencil güdülerin etkisi altında hiç bir ahlaki kural tanımayan bir girişimci ''para herşey değildir, çiğnenmemesi gereken bazı ilkeler vardır'' diyen bir girişimciyi piyasadan kovar. biri yasanın elini bağlamadığı kirli işlerde zenginleşirken, öbürü attığı her adımı ahlaki açıdan sorgular. çok absürt bir örnek biliyorum ama çok açıklayıcı: aynı sermayeye sahip iki girişimci, bir de büyüyen bir sigara pazarı var. birisi sadece para kazanmayı düşünüyor, öbürü insan ömrünü kısaltan birşeyden para kazanmanın ahlakiliğini sorguluyor. hangisi başarılı iş adamı tanımına uyar sizce?
    -bir arkadaşlık grubunda en fazla sömürülmeye açık kişi herkesin yardımına koşan, kimseye hayır diyemeyen kişi olacaktır. öte yandan bencil güdülerle hareket eden- hele de bunu gizleme yeteneğine sahipse- her zaman kazançlı çıkacaktır. bunu detaylandırmaya pek gerek görmüyorum, bu hepimizin hayatında yeterli sayıda örnekle doğrulanmış bir gerçek olmalı.
    -iki kardeşten birisi duyarlı bir adam öbürü kendine odaklı bir götelek olsun. sizce yaşlı anne ve babasının bakımı işleri kimin üzerine kalır? miras paylaşımı olduğunda, sırf bu konuyu tartışmayı incitici bulduğu için kim öz kardeşi lehine kendi hakkından feragat eder?
    - bir işyerinde ne yazık ki başarıya giden yol sadece içsel niteliklere ve çalışkanlığa bağlı değildir. eğer bencil güdülerle hareket edip ustaca bunu gizleyebiliyorsanız, üstlerinize yalakalık yapıyorsanız, diğerlerinin üzerine basıp yükselmekten çekinmiyorsanız başarılı olma şansınız artar. iyi insanlar hiç bir zaman makam ve mevki için arkadaşlarını satmayacaklarından, gördükleri yanlışları söylemek zorunda olduklarından yine dezavantajlıdırlar. zaten ahlaki öncelikleri olan insanlar bu tür şeylere öbürleri kadar değer de vermezler. o yüzden yüksek makamlar bu kişiler için uygun değildir.

    bunlar aklıma bir çırpıda gelenler. örnekler sonsuz sayıda çoğaltılabilir.

    özetle ahlak, bu değerler setine sahip olan kişiye, sınırlar koyar, ona hem içeriden hem dışarıdan baskı uygular. hoşumuza gitmese de bence bunu kabul etmek gerekiyor.

    peki buradan ahlakın kurtulunması gereken bir yük olduğu sonucu çıkar mı? bir kez daha vurguluyorum, kesinlikle hayır. zaten gerçekten ahlaklı hiç bir adam, sahip olduğum değerler beni dezavantajlı duruma getiriyor diye ahlaklı olmaktan vazgeçmez. ahlaklı olmak kendi içinde bir amaçtır, öyle olmasaydı zaten ahlaki değerler bu statüde olmazdı, o zaman onlara sıradan kurallar muamelesi yapar, ya da canımız istediği gibi değiştirirdik.

    peki sorun nerede başlıyor? ahlak makul olmayan taleplerde bulunmaya başladığı zaman.

    makul olan makul olmayan talepler ayrımı zor bir konu ama (pasifizm gibi) bazı ahlaki öğretilerin taleplerinin makul olmadığı çünkü iyileri salt kötülülerin insafına terk ettiği de aşikar.

    özet: ahlak aşırıya götürüldüğünde kendisini boşa çıkarıyor gibi gözüküyor.

    edit: pasifizmi bir siyasal mücadele yöntemi olarak görmekte yanlış birşey yok. belirli siyasi koşullarda, uygun dozda bir pasifizm iyi sonuçlar verebilir, vermiştir de. ben zaten burada pasifizmin bir ''siyasi mücadele yöntemi'' olarak değerini tartışmıyorum, pasifizmin evrensel olma iddiasındaki değerlerini ve bunun olası sonuçlarını sorguluyorum. Bir Siyasi mücadele metodu olarak pasifizm ile evrensel değerler sistemi olarak pasifizm birbirinden ne kadar ayrılabilir o da ayrı bir konu.
    #292845 little thirty | 2 ay önce (  2 ay önce)
    0kişiye özel 
  10. ahlakı akıl üzerinden temellendirmenin akıl ile haklı çıkarılacak bir tarafı yok. yani ahlak neden bu temel üstünde yükselsin, ahlak kuralları neden akıldan türetilsin sorularına aklımızla bir cevap veremeyiz. bu çabaların belki de en önemli nedeni aydınlanmadan başlayarak rasyonalitenin büyük bir prestij kazanması olabilir. ahlak gibi değerli bir şeyi bizim için başka değerli bir şeyle açıklamak istiyoruz. ya da aklın gücüne tam güvendiğimiz için ahlakı da ancak gücüne tam güvendiğimiz birşey ile açıklarsak yeterince temellendirmiş olabileceğimizi varsayıyoruz. ama bu çabalar en çok tutulan kant etiğinde bile bir yere varmıyor. (kant etiği bunca eleştiriye karşı bugüne kadar nasıl geldi onu da merak etmiyor değilim.)

    peki akılın ahlaki akıl yürütmelerimizde hiç bir etkisi yok mu? elbette var. belirli öncülleri kabul ettiğimiz takdirde rasyonalite üzerinden çok sayıda yeni kural türetebiliriz. ama burada önemli olan belirli ön kabullerin zaten verili olması. ahlakın temelinde bu ön kabuller vardır. örneğin, bentham'ın yararcılık etiğinin öncülünü alalım:

    öncül: başka insanların acı çekmesine neden olmak kötü mutlu olmalarını sağlamak iyidir.

    bunu kabul etmeyen birisine akıl yoluyla haksız olduğunu gösteremem. birisi hayır başka insanlara verdiğim acı kötü değildir dediğinde onu ikna etmek için birşey yapamam.

    ahlaki tartışmalarımızda bu tarz ön kabuller zorunlu olarak kabul edilmeli.

    ama bu ön kabul bir kez kabul edildi mi akıl yoluyla pek çok yeni kural türetebiliriz. şimdi şemayı genişletelim:

    öncül : başka insanların acılar kötü mutlulukları iyidir. o halde;

    -bir şey zorunlu olarak iyiyse fazlası daha iyidir, zorunlu olarak kötüyse fazlası daha kötüdür.
    -dünyada daha az acı, daha çok mutluluk iyidir.
    -en fazla sayıda insanın en fazla mutluluğa ve en az acıya sahip olması iyidir.
    -en fazla mutluluğa ve en az acıya sebep olacak eylemin tercih edilmesi gerekir.
    -insanlar gibi acı ve haz kapasitesine sahip hayvanların da hesaba katılması gerekir.
    -bu nedenle hayvanların sömürülmesi (acı çekmelerine neden oldukları için) yanlıştır.
    -hayvanların sömürülmesi yanlışsa, bu sömürüye katılmak da yanlıştır.
    -sömürüye katılmak yanlışsa, et yemek de (sömürüye katılmak anlamına geldiği için) yanlıştır.
    -gelecek nesiller de acı ve haz kapasitesine sahiptir, onlar da dikkate alınmalı
    -çevrenin kirlenmesi, iklimin değişmesi onlar için acıya sebep olacaktır, o halde buna neden olan eylemler yanlıştır.
    -ötenazi başka insanların çektiği dayanılmaz acıları ortadan kaldırır, o halde doğrudur.

    bütün bu kuralların doğru olduğunu ancak ve ancak ilk öncülü kabul eden birisine akıl yoluyla kanıtlayabilirim. bunlar zaten yararcı etiğe sahip filozofların rasyonalite üzerinden bir çırpıda türettikleri ahlaki kurallar. bunlar akıl yoluyla ilk öncülden türetilmiştir. ben bu kuralların akıl yoluyla nasıl türetildiğini bu kısa girdide uzun uzun anlatmıyorum. sadece söylemeye çalıştığım şey ilave kuralların akıl yoluyla pekala türetilebildiği ama bunun yapılabilmesi için ilk öncülün kabul edilmesi gerektiği.

    ahlaki kurallarımızı türettiğimiz buna benzer çok sayıda ön kabulümüz olabilir. acı ve haz öncülü bunlardan sadece birisi.

    özetle; ilk öncüllerin kabul edilip, diğerlerinin akıl yoluyla temellendirilmesi yeni kurallar türetmemizi sağlar. rasyonaliteye ahlak alanında düşen görev budur ve aklın gücüne güvenen filozoflar bununla yetinmelidir. çünkü bu da az birşey değildir.

    #293701 little thirty | 2 hafta önce (  2 hafta önce)
    0kişiye özel