bu başlık kişiye özel bir başlıktır
-
merhaba sayın kulzos sakinleri,
bu başlık, kişisel başlığım olmak için onay beklemektedir ama bu sefer yukarda yazacak olan "bu başlık kişiye özel bir başlıktır" ibaresi sizi yanılgıya sokmasın. burada elimden geldiğince farklı yazarların kelimelerine yer verecek, kendim bir nevi toparlayıcılık rolü üstleneceğim.
yapılan radyo programlarının birbirinden güzel konseptleri beni farklı konular ve konseptler düşünmeye itti. bir yandan da düşündüğüm özgün bir başlık edinme fikrini zihnimde gündeme getirdiğimde; farklı yazarlarla çeşitli konular hakkında konuştuğum ve onların düşüncelerini derlemeye çalıştığım yazılar düşündüm. konuşulanları dümdüz bir röportaj olarak değil, konuşulanlar üzerinden hazırlanan ortak bir yazı ürünü olarak ortaya koyabileceğim bir başlık düşüncesi kafamda şekillenmeye başladı.
başlık adı soru-cevap gibi dursa da amacım, tam olarak soru-cevap olduğunu söyleyemeyeceğim bir sohbet havası yaratıp konuştuğum yazarı kendimden daha ön planda tuttuğum bir yazı ortaya koymak. kulzos'ta bulunduğum süre boyunca birden çok yazarla birden çok konu üzerine güzel şeyler konuştum. bu tarz bir başlığı oluşturmanın, burada yazılar biriktirmenin sözlük bünyesine renk katabileceğine ve hem katkı sağlayacak hem de okuyacak olan herkesin bundan zevk duyacağına inanıyorum. hepimiz burada bulunup ortak bir sayfada buluşmuşsak, belki bunu gözler önüne sermek gerekir.
şu aşamada, aklımdan geçen fikirleri tam olarak yansıtmam veya yapmak istediklerimi tam olarak bilmem mümkün değil. zaman geçtikçe, bu başlıkta yazılar biriktikçe anlatmak istediklerim ve ne yapmaya çalıştığım daha güzel anlaşılacaktır, benim tarafımdan da.
bir gün eve dönerken yine aklımda bu başlık fikri vardı ve isim de o sırada aklıma geldi. zaten kadıköy'de öylesine karşılaştığım bazı insanlarla, oturup uzun uzun sohbet etmek isterim. -
başlığın ilk konuğu, sayın @mangetsu.
"ben, mangetsu. 20li yaşları çoktan aşmış, 40lı yaşlara daha yolu olan, müziksiz anı dahi geçmeyen, bir yorgun adam. gerekiyorsa insan yitirmekten imtina etmeyen ama yitirdiklerinde de saplanıp kalan. susarak bağıran, bir yorgun adam." dedi ve onunla "yorgunluk ve sevmek" hakkında konuştuk. o anlattı, bense onun anlattıklarını size anlatacağım şimdi.
"hoyratça harcadığım zor yakalanmış mutluluklarım var benim" der mangetsu, bunu çok kez duydum ondan. mutlulukları daha kolay yakalamasını dilemek gerçekten iyi bir dilek mi olur emin olamadım hiçbirinde, belki zarar veririm çekincesiyle. acı eşiği gibi bir mutluluk eşiğinin varlığından haberdarız ikimiz de. o eşiğin varlığı mı insanları yoruyor yoksa yorulduğumuz için mi o eşik oluşmakta bunu çözebilmiş değiliz henüz. ben yorulmayı denizin kıyıya yakın yerlerinde koşmak olarak tanımlarım. onun tabiriyleyse bağlı olduğun bir yerde koşmak, yorulmanın kendisi. kat edebildiğin bir yol veya ağrıyan bacaklarına devam etmeleri için gösterebileceğin bir kazanç yok önünde. yalnızca yoruldun. o zor yakalanmış mutluluklar da burada devreye giriyor olsa gerek, tekrar yorulmak için bir sebep lazım insana.
bir yorgunluktan diğerine koşarken hepimizin hayatını etrafında şekillendirdiği ve istemeden de olsa sürekli etrafında döndüğü kavramlar vardır bana göre. bu kavramları "ne?" veya "kim?" sorusuna cevaben söyleyebilirsiniz, dışardan bir göze ilki daha güzel görünse de. mangetsu'nun hatırlattığı üzere ihtimallerden biriyse aslında merkezde bir boşluk olduğuydu. bunun adının neden boşluk olduğunu sormadım ona ama bir boşluğun bile varlığı, bir nevi "sen kimsin" sorusuna verilemeyen cevapların -daha doğrusu, verilen çok fazla cevabın- temsili gibi geldi bana. hiçbirinin tam olarak merkezde olmadığı çok şey, kenarlarda birleşerek ayrışıyor ve estetik bir mozaik çıkartıyorlar ortaya. mutlu ederek mutlu oluyor, severek sevilmiş kadar oluyorsunuz belki. küçük yalanlarınızın arasına birisi daha takılıyor hayatınızda. salgılanan ufak tefek hormonlar. kedinin yavrusunu birkaç ay sonra bırakması veya kafeinin yorgun değilmişsiniz zannettirmesi gibi size.
bu merkezdeki kavramı "sevgi" olarak seçtiğinizde dört bir yanınız sevgi doluymuş ve siz her yerdeki sevgiyi görüp gün yüzüne çıkartabiliyormuşsunuz gibi bir anlam yaratırken kavram sevgi değil de "sevmek" olduğunda, akla yanında yalnızlığı da getiriyor. yalnızlık denildiğindeki fotoğraf hüzünlü bir manzara ve tek başına bir insanın kesişiminden oluşuyormuş gibi görünse de asıl olan hep kalabalıklar ve söylenmeyenlerdir. sırlar birbirine söylenmez de dağlara taşlara haykırılır. sevgi değil de sevmek dendiğinde sevilmek kenara çekilirken yapılan işin beklentisizliği gün gibi ortada kalır.
bu kavram sevgi değil de sevmek olduğunda beraber olunmaz, yalnızlık paylaşılır. paylaşacak birisi gelene kadar da yalnızızdır.
yalnızlığı paylaşmak kendinize ait olan odaya birisini almakla başlar ama zamanla, o oda da buzdağının görünen kısmı olacaktır. siz hep bir yeri daha açmaya ve hep orada kendinizi saklamaya başlarsınız. karşınızdaki için de böyledir bu bana göre. paylaşılacak olanlar hiçbir zaman bitmez ama o odada hem en güçlü hem en savunmasızsınızdır. küçük bir çocuğun yalnızlığı geldi benim aklıma, ve yalnızlığın da sevginin de her yerde olduğunu hatırladım. yine de çocukluğun güzelliğinden bahsetmeden bitirilemiyor mangetsu'yla olan konuşmalar. o yüzden "büyürken hafızaya attığımız anılar bir gün bir yerlerde tekrar canlandırınca değerli." diyor, hatırlanacak güzel anılar diliyoruz hepinize.
işte bir yerde oturmuş bekliyoruz şimdi. vurmasını günışığının yere. birdenbire . -
bugünkü misafirim, sayın @sol si re sol
"sol si re sol; şaire göre yolun yarısına gelmiş kendi tahminine göre ise sona çok da bir şey kalmamış yaşlarında, hayatının 19 yılı müzikle geçmiş hatta bu 19 yılın 15 yılında da profesyonel olarak müziğin içinde hayat bulmuş biri" dedi ve onunla "müzik ve ahenk" hakkında konuştuk. o bana anlattı, bense onun anlattıklarını size anlatacağım şimdi.
müzik; her türlü duyguyu ifade etmek için kullanılan ortak dil, "ağzından bir harf dahi çıkmasına gerek kalmadan konuşabilmek, anlatabilmek, anlayabilmek.", aynı eseri dinlerken düşünülebilecek farklı şeyler bile olsa insanları ortak bir duyguda birleştirebilmek demek.
kalbimiz atmaya başlayıp o seslerle var olmamızla beraber, ritim duygusunun ölene dek bizimle beraber olacağını söyleyebiliriz. atan bir kalp canlılığın ilk göstergesidir, yani yaşamın olduğu her yerde bir ritim bulmaya muhtacız hepimiz. canlılık yoksa bile rüzgarın esişini, suyun akışını duymak değil dinlemeyi bilmek gerekir. doğanın müziğini görmenizle ve dinlemenizle beraber kalp atışınızdan başlayan kocaman bir mucizenin kapıları aralanacaktır, ahenkle.
bir müzik eserindeki her saniyenin uyumu; size etrafınızdaki her şeyi, ve kendi hislerinizi, özetleyen bir tablo sunacaktır. uyumu reddettiğimizde veya bulamadığımızda bizi bekleyen yalnızlık ve sıkışmışlık hislerinin en güzel çaresi sanattır. biz burada müzikten bahsediyoruz ama her rengin kendi varlığıyla barışık ve birbiriyle uyumlu olduğu bir resim, her hareketin birbirini yakalamayacak kadar yavaş ama kovalayacak kadar hızlı bir şekilde takip ettiği bir dans yeri geldiğinde anlatılmak istenen uyumu tam anlamıyla yansıtabilir karşıdakine, hem de hiç kelime kullanmadan. bütün sanat dallarının köklendiği ağacın adı uyum olsa gerek.
uyumun hayatımızın özünde yer alabilecek en güzel şeylerden birisi olduğunu düşünsem de, sayın sol si re sol bunun mutluluk getirip getirmeyeceğini sorgulamamı sağladı. mutluluk dediğimiz kavram uzak ve buğulu buradan bakınca, yani tanımlamak bir hayli zor ancak kendi ritmimizi ve doğayı, kendi duygularımızı ve duyularımızı hesaba katarak düşündüğümüz ufak tanımın bile içinde birden çok şeyle uyum içerisinde olmayı barındırdığını düşünüyorum. bununla birlikte, bu bilincin ve uyumun insanı yalnızlığa itebileceğiyle ilgili çok yerinde ve yine farklı bir yerden bakmamı sağlayacak bir açı gösterdi bana sol si re sol. yalnızlığımızla da uyumlu olmak düşüncesini bir kenara koyarak, bizim bu diyaloğumuzun ve sol si re sol'ün gösterdiği "farklı"ların bile, uyumun içinde kendine her zaman yer bulabildiğini düşünerek noktaladım düşüncemi.
tüm bu uyum ve güzellikler karşısında etrafımızdaki yaşamın "büyülü" yönünü kaçırıyor olmamız, en başta bahsettiğim kapıya vurulmuş kilitler olarak dönüyor bize. olmamız gerektiğinden daha vurdumduymaz, sıradan ve kendi gözümüzde önemsiz hale geliyoruz oysa durmadan işleyen doğada her birimizin rolü uyuma zarar vermemek üzerine kurulu olmalıydı. bu büyüyü yakalamanın önemli ve güzel yollarından birisi ise kendimizi sanatla iç içe tutmak.
zira sanat değiştirir, dönüştürür, arındırır. -
bugünkü konuğum sayın @kendime notlar
"...ben cevabı vermektense, cevabın beni sarıp sarmalayıp soranın karşısına çıkabilmesini isterdim. böylelikle benim dilsel yetersizliklerime hapsolmazdık, “hakiki” cevabı da elde edebilirdik. ben, şu anda, özne, öznellik, kendilik, hayatın yönetimi, zamanın yönetimi gibi birkaç anahtar sözcükle okumalar yapmaya çalışıyorum. son 10 yıla bakınca diyebilirim ki hiçbir zaman insanlar, olaylar ve fikirler ilgimi çekmemiş. ilgimi çeken şeyler insanları harekete geçiren arzular, eylemlerini ve konuşmalarını mümkün kılan psikolojik veya toplumsal durumlar ve düşünmelerini mümkün kılan felsefi süreçler olmuş." dedi. onunla "şehirler ve tanışmak" hakkında konuştuk. o bana anlattı, bense onun anlattıklarını size anlatacağım şimdi.
yukarda kendime notlar'ın kim olduğu sorusuna verdiği yanıtı da göz önünde bulundurarak düşününce, kendimizi tanıtmanın ne kadar çetrefilli olabileceğini bir kez daha fark ediyorum. bunun sebebi bazen kendimizi tanıyacak farkındalığa erişmemiş olmamız olabilir, tek zorluksa bu değil. çünkü kendi anlatmaya çalıştıklarımızla anlatabildiklerimiz arasındaki uçurum bazen elimizde olmadan fazlasıyla genişliyor, bunun ise en çok karşımıza çıktığı anlardan biri kendimizi tanıtmak veya karşımızdakini tanımak oluyor. her ne kadar bunlar sözlerden çok eylemlerde anlaşılacak olsa da konuşmak, zamansal olarak hepsinden önce geliyor.
birini tanırken geçen zamanın, o sırada onunla "tanışıyor" olmanın farkındalığı, o kişiyi bilmeye başlamanın bizde uyandırdığı hisler ve ilgili tahminler bir yana, kendime notlar'ın tanımak için gereken -en ideal veya kesin değil ama- zamanın "bir mevsim" olduğunu belirtmesi burada ayrı bir şekilde belirtmek isteyeceğim kadar hoşuma gitti.
herhangi biriyle tanışmak sürecinin en büyük taşlarını belki de "dilsel yetersizliklerimizden sıyrılmak" adına eylemlerle koyuyoruz. herkesin kişiliğinde ve hareketlerinde yer eden "çelişki" de bize göz kırpıyor bu noktada. eğer siz de şu an şekillendiriyor olduğunuz sahneye çelişkiyi yerleştirebilirseniz göründüğü kadar sevimsiz bir kelime olmadığını fark edersiniz. kişileri anlatmanın zor olmasının en büyük sebeplerinden birisi de o.
çelişkiden bahsetmişken, konuşma sırasında sıklıkla farklı konular üzerine veya başka şekillerde başka şeyleri konuşmanın hoş olduğu konusunda sizin de bizimle hemfikir olduğunuzu umarak belirtmem gerekir ki bunun hoşumuza gitmesinin sebebinin de bir yerde, bir kişiyle ve tek bir kişi olarak sıkışmış olduğumuz hissini atlatmak olduğunu düşünüyorum. seçeneklerimizi birden çok tutma isteğinin bizi sürüklediği başka bir girdap gibi. bu bir sonraki konunun köprülerinden ilki çünkü bu düşüncenin şekillenmesine neden olan şey, kendime notlar'ın anlattığı üzere onism idi.
söz konusu farklılıkların, çelişkinin ve sıkışmış olmamak hissinin karşılığı bir kargaşa doğuruyor. kargaşa denildiğinde canlanansa birazdan gelecek olan kısmın köprülerinden bir diğeri. zira "öyle bir canlı türüyüz ki içinde yaşadığımız mekanı da evrilmeye zorluyoruz ve evrilmezse de biz evriyoruz. bunun da geldiği son nokta şu an itibari ile şehirler ve metropoller." yani kargaşa.
bu, durmadan devam eden evrimsel sürecin sonuçlarından biri yalnızca. her şey gibi "doğa" ve "doğal" tanımlarımız da değişti ve hayatlarımıza eklenen onlarca, yüzlerce yeni şey yaşamımızı derinden etkiledi. biz etkilendikçe çevremizi de ekledik ve bu böyle süregeldi. bu şekilde olması kimi zaman bir çeşit üstünlük mücadelesi gibi görünse de vurucu bir ihtimal herhangi bir "tarafın" üstünlüğünün mümkün olmadığından yana. geçmişten günümüze insanlık olarak kendi aklımızla ve emeğimizle üretip ortaya koyduğumuz bunca gelişim, doğanın ta kendisi olsa gerek.
takdir edersiniz ki buradaki evrim sadece mekanlar üzerinde değil toplumlar ve kişiler üzerinde de etkili. ihtiyaçlarımız ve isteklerimizin değişmiş olması bizleri bizden öncekilerden "farklı" bireyler olmaya itti. kimimizin kendi ömrü içerisinde bile etkilerini görmeyi başarabildiği bu tarz değişimleri, yaratmaya ve üstlenmeye devam edeceğiz.
işbu farklılığa, doğallığa ve yaşananlaraysa bir kutsiyet atfetmek veya tıpkı konunun başında belirttiğim gibi bir üstünlük savaşı olarak görüp savaşın saflarından birini desteklemekse mümkün -veya gerekli- görünmüyor buradan bakınca. yalnızca hepimizin deneyimlediği yaşantıya, farklı bir bakış açısı ortaya koymuş oluyoruz.
toparlayacak olursam, şehir merkezleri ve insanlığın geldiği nokta üzerinden başlayan bu konuşmanın sonu tekrar tanışmakla ilgili olan düşüncelerle devam etti.
yalnızca maddesel olarak değil birçok farklı anlamda da değişenlerden bahsettikçe ortaya çıkan "kargaşa",
bahsedilen değişimin insanlardaki ve insan ilişkilerindeki boyutunun sonlara doğru daha çok anlam kazanması ve insanlık olarak ortaya çıkardığımız bu dünya'nın doğal/değil diye ayrılmasının yarattığı "çelişki";
hepsinden de öte, zaten bunu ortaya çıkaranın "biz" olmasının "doğallığı" bahsedilen her şeyin birbiriyle ilintili olduğu düşüncesini bıraktı;
kargaşa, doğa, çelişki. -
bugünkü konuğum sayın @kaiser soze,
"sanırım anlaşılması zor olmayan sıradan bir insanım. çeyrek yüzyıldır hayattayım. genellikle sesi en az çıkana kulak verip ona ses olmaya çalışıyorum. galiba en güçlü tutkum bu. sürekli kaybeden bir takımı desteklemek gibi fakat holiganca değil. bilmiyorum, belki de anlaşılması zor biriyimdir sana sormak lazım.
bunun dışında çoğunlukla melankolik bir bataklıktan sizlere seslenen yazmayı, anlatmayı çok seven onlarcasından sadece biriyim." dedi. onunla "tanımak ve sıradanlık" hakkında konuştuk. o bana anlattı, bense onun anlattıklarını size anlatacağım şimdi.
"her insan bir dünyadır." başlamak için çok doğru ve devam ettirmesi gerekli duran bir söz. eşsizlik hepimize aldığı ilk nefesle beraber yüklenen bir 'özellik', hayatımızın kalanında eşsiz olacağımız bellidir çünkü. duyduklarımızı taklit ederek konuşmaya, gördüklerimizi taklit ederek yürümeye başlar, vakti geldiğinde okuduklarımızı taklit ederek yazar; aynı dünyada yaşasak da birbirimizden çok farklı insanlar olur çıkarız. "sıradan"ın en sık gördüğümüz, duyduğumuz, yaşadığımız "olağan" şeyler yani "normal"ler tarafından oluşturulmuş bir tanım olduğuna; bu kadar farklı insanın bir araya gelip bu kadar sıradan bir topluluk oluşturmasının garipliğine dikkat etmeyiz.
bu normaller, sıradanlık, taklitlerle başlayan ve süren yaşam, şekillendirdiğimiz kendi dilimiz, hatta bir yandan bazılarımızın inatla "eşsiz" olma çabası... hepsi normale varıyor bir noktada, veya onu amaçlıyor. "herkes kendi alt grubunun normalidir. ya da normal olabileceği bir alt gruba dahil olmaya çalışır."
farklı insanları tanıdıkça ortaya çıkan farklı bakış açıları ve keşfe çıktığınız o farklı dünyalar, sizde yeni kapılar açmayı size yeni şeyler öğretmeyi amaçlamasa da -zaten tanışırken de maksat bu olmamalı- günün sonunda tanıştığınız insanlardan duyduklarınız "sıradan"lıktan çok uzak, "normal"den özünde tamamen farklı ve bunun farkında olduğunuz takdirde fazlasıyla tatmin edicidir.
başkalarını tanırken nefret eder, başkalarını tanırken aşık oluruz. bunlar, sıradanlığın ve normalliğin içindeki herkese beslediğimiz bambaşka duyguların uç örnekleridir. "muhtemelen onun farklı, özel olduğunu hissediyorsundur. bu sebeple sigarasını nasıl tuttuğundan saçını toplarken ne yöne baktığına kadar dikkat edersin. o, farklı olduğu için tanınmaya daha muhtaç gibi gelir." bunu aşık olduğunuz kişiyi 'seçmek' veya kaiser soze'nin tanımıyla "atanmış aşklar" olarak düşünebilirsiniz. burada bir süre sonra o atanmışlık ve "en sevilen" olma statüsü sizden bağımsız bir varlık kazanır ve o noktadan sonra geri dönüş bir hayli zordur.
bunu, kendiniz üzerinden açıklamak daha yerinde olacaktır gibi geliyor bana:
başkalarına kendinizden bahsetmek, kendinizi tanıtmak da en az tam tersindeki kadar çetrefillidir. kendi dünyalarımız ve kendi gözlerimiz, bizim içinde bulunduğumuz her an için birincil süzgecimiz olur. duyduğumuz, gördüğümüz her şey eşsizlik tabanında taklitlerle işlediğimiz ve zamanla bu hale getirdiğimiz özel bir imzayla var olur benliğimizde.
"kendimizi tanımak" da herhangi birini tanımaktan daha zor mudur bilemeyeceğim ama daha kolay olmadığı kesin. taklit edilen şey bir süre sonra sizin taklidinizden bağımsız bir varlık kazanıp kendi kendine var olan yeni bir şey halini alıyor, işte bu noktada geri dönmek de elinizde olmayabilir. kendinizi tanırken de kaiser soze'nin "umarım kendimi tam olarak tanıyamadan ölmem" cümlesinin ardından belki de doğal olan ölümlerin tam da bu anlarda gerçekleştiğini, kendinizi tam olarak o an tanıdığınızı ve kendinizden bağımsız bir varlık kazandığınızı düşünmenin yerinde olabileceğini eklemek isterim. "varlığının farkına varmanın son aşaması yok olabileceğini görebilmek olabilir."
kendimizi tanımanın tamamen kendinizle kalmak ve bir süre yalnızca kendinizi dinlemekle ilgili olan bir kısmı mevcut. bunun imkansızlığının yanında konu "ekransızlığa" geldi. bahsettiklerimiz ekrandan çok sosyal medyayla ilgili olsa da hayatımızın birer yansımalarının onlar olduğu düşüncesi artık onların yansımalarımızın hayatımız olduğuna bağlandı. "kalabalık bir ortamda en çok favı alanın en çok duyulması" gibi, ta en başa ve sıradanlığa dönecek olursam, yine birbirinin normali olan insanların bir araya toplanmasından ve sıradan bir topluluk oluşturmasından bahsetmiş oluruz.
tüm bunları toparladığımızda elde ettiğimiz farkındalıksa bizi, bir hayli zor olan bu süreci daha da zorlaştırmamaya itmeli. iletişim, hem kendimizle hem de karşımızdakiyle -aslında doğrudan veya dolaylı olarak hep kendimizle- anlaşılması ve uygulaması güç bir kavram olsa da, bir şeyi yeterince açıklarsanız mutlaka istediğiniz yere varırsınız.
hepimizin kendi el yazısı kadar eşsiz sözleri -ve varlığıyla, her şeyi- mevcut.
konuşmak ve yeni dünyaları keşfetmek de büyük farklılıkların sıradanlığı gibi:
aslında var ve eşsiz, yalnızca çok normal. -
bugünkü misafirim sayın @la campanella,
"ben kimim biliyor musun cassiopeia her şeyden birazım..
milan kundera'nın jaromil'i, caravaggio'nun resimlerine sıkıştırdığı kanun kaçağı silüeti, adile naşit'in kahkahası, dexter'ın tuhaf adaleti, kuğulu park'taki siyah kuğunun eşini kaybettikten sonraki yalnızlığı, oğlumun sıcak elini her hissettiğimde michelangelo'nun adem'inin yaratılış'taki uzanmış parmağı, la campanella'nın lizst'in piyano uyarlamasının insanı delirten zorluğu, biraz da ankara simidiyle, annemin dereotlu poğaçasıyım." dedi. onunla "sevgi ve döngü" hakkında konuştuk. o bana anlattı, bense onun anlattıklarını size anlatacağım şimdi.
sevgi, herkes için bir ihtiyaç. sevgi bugün karşımıza çıkan birçok sorunun çözümü olmasıyla birlikte, birçoğunu da başlamadan bitirmiş bir ilaç aslında.
kim olduğumuz sorulduğunda akla gelenlerde kendine yer buluyor bu sevgi. birinin annesi, birinin ailesi, birinin dostu olmak her ne kadar bizi tam olarak yansıtamayacak olsa da hayatımızda bunlara yer verebilmiş olmak sevginin varlığının güzel bir örneği haline gelebiliyor. bu referanslar, tanımlamayı yaparken aklını kurcalıyor insanın. yine de varlıkları büyük bir anlam hayatımızda. bu da sevgi ihtiyacını kanıtlar nitelikte.
sevgi de hayatımızdaki diğer birçok şeyle aynı kaderi paylaşıyor bazen, farkında olmuyoruz orada olduğunun.
her adım bir sonrakini besleyen, bir öncekinden etkilenen bir zincirin halkası. yalnızca kendimiz için değil etkilediğimiz, etkilendiğimiz her şey için bu böyle. en yakınımızdaki kişiden tutun, her yanımızın çevrili olduğu ve hepimizi birbirimize bağlayan doğaya kadar her şey. yetişkinliğimiz çocukluğumuzdan etkileniyor, bizim yetişkinliğimiz başka birinin çocukluğunu etkiliyor.
böylesine bir döngü, belki farkında olduğumuzdan daha büyük bir sorumluluk omuzlarımızda.
konu sevgi ve sevgisizlik olunca bu döngünün içinde nefret daha görünür hale geliyor, sevgiden mahrum bırakılmışlığın ortaya çıkardığı. "en sevmediklerimiz aslında hep en ihtiyaç duyduklarımız, en yoksun kaldıklarımızdır. yapamadıklarımız yaptıklarımızın içinde gizli kalan, yapmak istediklerimizdir zaten." nefret de böyle bir zincirin halkasıdır, "kalın bir duvardır yani. yıkmayı sadece sevgiyle başarabileceğin."
bu nefretin ne kadar bunaltıcı olduğu konusunda, bunu okuyan birçok insanın bizimle aynı fikirde olduğunu düşünüyorum.
kendimizle olalım, içimizdeki döngülerden bahsedelim, "ilk yazdığım cümlelerdeki dexter'ın adalet anlayışı gibi ya da caravaggio'nun, o muhteşem resimleri çizen ince ruhlu adamın bir katil olması, azılı bir suçlu olması gibi"; bunların farkında olalım, bunları konuşalım ve bunlarla var olalım isterim. uyuyan köpeği tekmeleyenlerin, kaba saba konuşanların, yanına gelen kediyi kovalayanların, çocuğunun kolunu çekiştirenlerin; sevmeyenlerin, sevilmeyenlerin bu kadar fazla olduğu bu dünyada; sevgimizi bu döngünün içindeki her parçaya aktarabilelim isterim. en başta bahsettiğim 'en yakınımızdan, doğaya kadar'.
geleceğe umutla bakmak veya geçmişi özlemle anmak değil, bugüne bakalım ve "öyle bir yerde duruyorum ki artık, kim olduğumu ne kadar uğraşsam da bir türlü anlatamayacak olmama rağmen, kim olmadığımı çok iyi biliyorum." diyebilelim isterim. -
bugünkü konuğum sayın @nemo,
"nemo sevgiye inanan biri. ne kadar başarılı olduğu meçhul ama insanlara sevgiyle yaklaşmayı deneyen biri. ama her anı sevgi dolu değil, olması gerektiği gibi. çünkü bir şeyi anlamlı kılan onun yokluğunu da bilmektir. nemo bunu bilip uygulamaya çalışan biri, dengesiz bir dengeli." dedi. onunla "dönüşüm ve denge" hakkında konuştuk. o bana anlattı, bense onun anlattıklarını size anlatacağım şimdi.
gizli malzeme diye bir şey yok. yalnızca içine sevgimi kattım.
klişe cümlelerden biridir. bir işi sevgiyle yapmak, sık sık dile getirilen ve konuşuldukça içi boşalan kalıplardan biri. şimdi bunu tekrar düşünelim.
"yaşam, benim açımdan, dengeyi tutturmaktan ibaret." yaşamak. en sıradan günler bile, bir yerden gelip bambaşka yerlere gitmekte olduğumuz yolun üzerinde farkında olmadan döndüğümüz yerler ve hesaplamadan çıktığımız güzel yerlerle dolu. dengeyi tutturmak, tam da burası. çünkü var olduğumuz süre boyunca elde ettiklerimiz, birbirinden güzel dönüşümler. yola çıktığımız yeri, vardığımız yere dönüştürmek gibi.
bu sabah uyandığınızda içtiğiniz kahveyi, sonrasında çıktığınız yürüyüşte gördüğünüz ağaçlara dönüştürdünüz. sabah kahvaltınız adımlarınızın her birine dönüşerek size eşlik etti. yorgun düşüp kapattığınız gözleriniz ve uyuduğunuz saatler sayesinde, sonrasında akşam yemeği hazırladınız. o akşam yemeğinin enerjisiyle şu an bunu okuyorsunuz. onu, kafanızda burayla ilgili oluşan düşüncelerin hepsine dönüştürdünüz.
bu anlatılanları kesin sınırlarla bölmek, her şeyi bir şeye indirgemek tabii ki doğru değil. ama güzel hislerin her zaman mantığa ihtiyacı olmaması gibi, bunu düşünürken de her şeyin mantıklı açıklamasını yapmamak yerinde hissettiriyor. şu an yazdığım kelimeler, kafamdaki düşünceler bambaşka şeylerin dönüşümleri. bahsettiğim tam da bu, "zevkli olan kısım, bir şeyi bambaşka bir şeye dönüştürebileceğimizi düşünmek." bir yandan da akla tüm bunların bir çeşit kendini gerçekleştiren kehanet olabileceği geliyor.
'dengesiz bir dengeli' kısmı da burada bir yerde dahil oluyor. bu dönüşümün bir parçası olarak var olan dengeyi korumak. sıcak havada sıcak bir evin anlamı yoktur, karanlık değilse içeriyi aydınlatmak istemezsiniz, -lı diye bir yapım eki vardır çünkü -sız diye de bir yapım eki vardır. zıtlıklar, hepsi bu dönüşümün güzel örnekleri ve hepsi korunması gereken nadide parçalar.
bu dengeyi bilir ve var olursak -bunu her an başarmak mümkün görünmese de- en azından bu bilgiyi çabaya dönüştürebilir, ortaya çıkardıklarımızla döngünün kendi payımıza düşen zincirini bir sonrakine iliştirebiliriz.
"dönüşüm bir döngü değil ama döngü sürekli bir dönüşüm. ve bence insana kalan, bir işleyişi çözdükten sonra ona göre hareket etmek"
gizli malzeme diye bir şey yoktur ama söz konusu yerde gizli bir maharet vardır, o da sevgiyi dönüştürmeyi bilmek.