sahne hakimiyeti konusunda aşmış frontman jamey jasta'nın basçı chris beattie ile birlikte 1994'te kurduğu, amerikalı gruplar arasında en bilinen metalcore grubu.
pogo (ya da daha çok bilinen adıyla mosh pit) söz konusu olduğunda, eğer metalcore'dan bahsediyorsak, 2 grup geliyor aklıma: heaven shall burn ve hatebreed. kendi ekolünü yaratmış alman heaven shall burn'ün özellikle wacken open air gibi hem dünya çapında hem de almanya'da yapılan devasa açık hava konserlerindeki performansları dudak uçuklatır. aynı şekilde, hatebreed'in amerika'nın özellikle güneyinde düzenlenen metal festivallerindeki mosh pitleri de ünlüdür. jasta'nın henüz straight edge kıyılarına gelmediği yıllarda (kendisi halâ straight edge olmadığını söylüyor ama yaşam tarzı tamamen böyle olmuş durumda), seyircinin kendisine fırlattığı plastik kaptaki birayı havada yakalayıp kafaya diktikten sonra destroy everything çığlığı ile başladığı konserler az değildir. metalcore'un yapmacık "her şeyi yıkıcam ben, ehe" tavrını hem kendini açıklayabilen hem de saygı duyulması gereken bir direnişe dönüştüren gruplardandır hatebreed. sadece tek şarkı özelinde bile değerlendirmek mümkün, genellemek ise yanlış çıkarımlar yapmaya yol açmaz.
jasta'nın hatebreed'den 2 yıl kadar sonra kurduğu icepick'i incelediğinizde, ice-t* gibi ünlü hardcore'cuları da tek çatı altına toplamaya çalıştığını görürsünüz (zaten icepick'in ilk ve tek albümü violent epiphany 'de gırla rapçi vardır). jasta, metalcore'un rap prangasından uzaklaşması için bunca yıldır çabalarken, asıl rap ruhunun isyan ve direnişle sırt sırta olduğunu da 20'li yaşlarında anlamış bir müzisyen. icepick'in popülerleşememesi metal-rap çatışması kurbanı olurken, hatebreed supremacy 'yle birlikte 2006'dan sonra amerika'nın en bilinen metalcore grubu oldu. destroy everything grubun adının bile önüne geçmiş, jasta'nın frontman'liği dahi tartışmalara dahil edilmemeye başlamıştı. evet, -di'li geçmiş zaman çünkü hatırlıyorum o dönemleri.
supremacy'nin başarısından sonra grup, 6 yıl kadar bu popülerlik pelerininden sıyrılmaya çabaladı. the divinity of purpose 'la birlikte ödül ve adaylıklar yoluyla hatebreed, pek istemediği popülerliği gene üstlenmek zorunda kalmış oldu. 4 yıl önceki the concrete confessional 'ın ardından 2020'nin son günlerinde weight of the false self 'i satışa sunmuşlar. 2. tekrarı dinliyorum ve jasta'nın halâ isyankâr olabildiğini hissetmek iyi geldi bana. blabbermouth "grubun son 10 yıldaki en sert albümü bu" demiş. ben halâ 2006'da kaldığım için karşılaştırma yapabilecek tek dayanağım neredeyse 15 yıl öncesi olabilecek.
albüme adını veren weight of the false self gibi bir marşı halen üretebilmelerine şaşırdım. sözlerini basit bulduğunuz anda, jasta "end the cycle, kill all willful self-abuse/never justify another excuse" gibi sözlerle "şşş, orda mısın?" diye size sesleniyor gibi hissediyorsunuz. hatebreed'in ritmik olan bir metalcore üretme amacından sapmamış olduğunu görmek de mutlu etti beni çünkü metalcore'un aksak ritimler ve tabii ki rap ağızlı sözlerden oluşan bir isyan kültürünü dinleyicisine iletme yöntemi çoğunlukla müzaikaliteden uzaklaşarak vücut bulur. hatebreed'in, 2006'da yaptığı "ritmik, marşvari ve etkili sözlere sahip her şeyi metalcore'un içinde yoğurabiliriz" mottosunu 15 yıl sonra da sürdürmesi, metal içindeki rap alt türlerinin sürekli değişim ve gelişimden beslenen damarlarını da açmaya yönelik bir çaba bence. bu damarlar ne kadar tıkanır ve rap'e yaklaşırsa, metal hayranları da metalcore'u itin götüne sokmayı o kadar sık başaracak. hatebreed'in bu çabasının yenilikçi olduğunu düşünmek için biraz geç kalmış gibi hissedebilirsiniz ama eminim ki, rap-metal çatışmasının göbeğinde yer alarak çabalamayı her müzik türü dinleyicisi gönülden alkışlayacaktır.
son albüme geri döneyim: çift krosslu, aksak, bas rifflerinin tempoyu belirlediği, sözlerin önemsizleştiği, jasta'nın bile ortalıkta görünmediği şarkılar da var. from gold to gray, dig your way out ve let them all rot albümün benim eleştiremeyeceğim ucunda yer alan şarkıları. diğer tarafta ise; yaklaşık 40 saniye süren iç acıtan nefis solosuyla dinleyenleri bir metalcore grubu değil, '80'ler heavy'si dinlediğine rahatça inandırabilecek cling to life, tam bir konser şarkısı olan wings of the vulture ve doom metale göz kırpan girişiyle etkileyici invoking dominance yer alıyor. kendi kendime ürettiğim "dümdüz metalcore" diye bir tanımım yoktu benim ama weight of the false self'i dinledikten sonra "ritmik metalcore" diye bir kalıp bile uydurabileceğimi düşünüyorum. çünkü hatebreed'in on yıllardır eskimeyen ritim bağımlısı metalcore'u, rap-metal çatışmasında her daim metali seçecek olan benim gibi eski kafalıları bile etkileyecek seviyede olduğunu hatırlatmaya devam ediyor.
jasta hatrına, rap-metal çatışması ile ilgili fikir üretmek adına ya da metalcore hakkında bilgilenmek için dinenebilecek dünya'nın en iyi metalcore gruplarından birisi olan hatebreed, bence tam da genç neslin içindekileri haykırması için gereken itici gücü bünyesinde barındırıyor. bu itici gücü kendimde hissettiğimde yaşım 16'ydı, jasta halen gençti ve hatebreed destroy everything ile ortalığı henüz sarsmaya başlamıştı. yıl 2021, jasta artık 40'larında, ben metalcore dinlemeyi çoktan bıraktım ama hatebreed, gençliğimde hissettiğim itici gücü halen bünyesinde barındırdığını cümle aleme kanıtlayan şarkılar ve albümler üretmeye devam ediyor. uslanmaz bir deathçi olarak metalcore tavsiye etmemeliyim, biliyorum ama hatebreed dinlememiş birinin rap-metal çatışması hakkında söz sahibi olabileceğine inanmıyorum.