-
dostoyevski'nin iki bin ruble karşılığında yazdığı başyapıtı.
dostoyevski'nin ağabeyi 1850'lerde ailesini geçindirebilmek için bir tütün fabrikası açmış, fakat bir süre sonra iflas etmiş ve oldukça borçlanmıştır. 1864 yılında dostoyevski ağabeyini kaybeder. bu ölümün ardından ağabeyinin ailesini geçindirmek zorunda kalan dostoyevski de zaman içinde borca girer. 1865'in sonbaharında ilk eşi mariya'yı da kaybetmenin bunalımında olan büyük yazar gerginliğinden kurtulmak için almanya'ya gider. burada türkçeye "suç ve ceza" adıyla çevrilen en büyük romanlarından birini yazmaya başlar. yayıncısından aldığı iki bin rublenin bir bölümüyle bir kısım borcunu öder, ağabeyinin ailesine de bir miktar para yollar. -
dostoyevski öyle bir isimdir ki, anlattığı hikayeyi okumazsınız, yaşarsınız, ordasınızdır adeta. rus edebiyatını avrupa ve anglo-sakson edebiyatından ayıran noktalardan biri de belki de bu tür büyük isimlerin hikayeyi yaşamın içinden kılabilmesidir.
az sonra aşağıda yazan satırlar, kitap hakkında çok genel bilgiler içermekle birlikte, spoiler niteliği taşıyor olabilir de, bilginize:
suç ve ceza'ya gelince: raskolnikov'un hasta yatağında yatarken odasının kapısının açılması ve kız kardeşinin nişanlısının önce şehre, sonra odaya raskolnikov ile tanışmak için teşrifi sırasında, 2 sayfaya yakın bir durum ve mekan tasviri mevcuttur. ortamı ve duygu-durum değişikliklerini sanki bir film izliyormuşçasına hissedersiniz, sanki o kapıdan içeri giren nişanlı veya o sırada hasta yatağında yatan zavallı raskolnikov sizsinizdir...
suç ve ceza'yı dünyanın en büyük romanlarından biri yapan, dostoyevski'yi dünyanın en büyük romancısı yapan şey de budur zaten. çok enteresan ve hiç bilinmeyen bir kurgu, sıfırdan yaratılmış bir hikaye değil, olağan bir cinayet üzerinden katilin aslında ahlaksız düzenin mağduru olmasını konu alan olaylar silsilesi ve vicdan muhakemesi sırasında sizin de o karakterin içine girebilmeniz, o baltanın sapını ceketinizin astarına diktiğiniz bez parçasında hissedebilmenizdir. raskolnikov köprüden geçerken aşağıdan akan suyun şırıltısını hissedebilmek, samanpazarında kokuyu duyabilmek ve kısacası dönemin rusyasında raskolnikov ile beraber bir yaşam sürebilmek... -
bir dostoyevski romanı. fakat yazacaklarımın romanla hiç bir ilgisi yoktur.
insanoğlu çok farklı bir tabiata sahip. aslında bir o kadar tamamen doğanın vermiş olduğu içgüdülerle hareket eder, bir o kadar da doğayla zıtlaşır. doğada, zevk için ayı balığı öldüren kutup ayıları vardır. doğada, birbirine tecavüz eden primatlar vardır. doğada güçlü olan ayakta kalır ve her daim bir ölüm kalım savaşı verilmektedir. doğanın kanunu budur. yoksa her serengeti belgesellerini gözyaşları içinde izlememiz gerekirdi.
insanoğlu kendi varlığını idame ettirebilmek için gerektiğinde doğanın kendisine bile zarar verebilmektedir. insanoğlu zevk için başkasının canını yakabilmektedir, tecavüz edebilmektedir. en ılımlımız bile eyleme geçirmesek de tüm toplumca nefret kazanılan bir kişiye işkence ve zarar vermeyi aklımızdan geçirebilmekteyiz. asıl kritik nokta bize eyleme geçebilme imkanı sunulduğunda ne yapabileceğimizdir. ve insanlar uyguladıkları eylem derecesine göre mutlaka pek çok grup altında ayrışacaktır. toplumca nefret kazanan kişiyi işkenceyle öldürenler, en az acı verecek şekilde öldürenler, kısasa kısas uygulayacak olanlar, öldüresiye dövecek olanlar, sadece yumruk atacak olanlar, sadece tokat atacak olanlar, yüzüne tükürecekler, en ağır hakaretleri edecek olanlar, allah'a havale edecekler, adalete teslim edecekler, vs... yapılacak eylem elbette suçlunun işlediği suça ve cezalandıracak olan kişinin şahsi olarak veya en yakınlarınca mağduriyet durumuna göre de değişecektir. işte işin bu noktası da ironik. ceza kavramımız egosal bir kimliğe bürünebilmektedir.
tecavüzcü bir kişi hakkında genel toplum kanımız öldürelimdir. çok azımız, ılık götlü tabir ettiklerimiz adalete teslim edilmesini ister. karşı argümanımız da "senin karına kızına tecavüz etseler adalete mi güvenirsin?"dir. ben şahsen adaleti kendi elimle vermek isterim, çünkü... çünkü adaletin olmadığı yerde hepimiz kendimizce en adil cezayı kesmek isteriz. fakat bu noktada da aynı tip suçu işlemiş kişilere mağdurlarınca uygulanacak cezaların da farklılık göstermesinin, suçlular üzerinde yaratacağı adaletsizliktir. iki dolandırıcıdan birini ben "haram olsun, tüü suratına sıçayım" diyerek saldım, ama sen öldürmeyi tercih ettin. senin öldürdüğün dolandırıcı keşke beni soysaydı diye iç geçirecektir. örnekler çoğaltılabilir ama esas tektir. hangi etnik kökenden, hangi dinden, hangi cinsiyetten, hangi aileden bakılmaksızın eşit adalet.
insanoğlu doğanın en vahşi canlısı olarak tanımlanır, lakin ki öyle değildir. doğada eşitlik ve adalet yoktur. güçlü olanın ayakta kaldığı acımasız bir besin piramiti vardır. belki de insanoğlu doğaya isyandır. bu milyonlarca yıldır süren adaletsizliğe şahit olmaktansa doğayı tamamen ortadan kaldırmak, bu acı tiyatroya son vermek belki de en doğrusudur. suçlular da içgüdülerini dizginlemeden aramızda dolaşan en doğal olanlarımızdır. onlar içgüdülerini bastırabilecek bir yetiye, vicdani olgunluğa, zihni gelişime sahip değillerdir. doğada da vicdana yer yoktur, eğer olsaydı bütün aslanlar aç kalırdı. biz de zaten vejetaryen bir beslenme alışkanlığıyla bu uygarlık seviyesine ulaşamazdık. belki suç da, doğanın insanlığa karşı, insanoğlunun doğadan izole kurmaya çalıştığı toplum düzenini yıkmak için bir isyanıdır.
peki doğaya karşı tüm insanlık olarak işlediğimiz suçlar var mı? bu suçlara faturayı kesecek olan doğa mı? peki doğa masum mu?
saygılar sayın jüri ve yargıç... -
dostoyevski'nin muhteşem romanı. insan psikolojisi, zekanın şeytani gücü, vicdan muhasebeleri, ahlak tanımı tartışmalarının yanı sıra çok zekice kurgulanmış bir konuya sahip. çok keyif alarak okuduğum düşündürten, sorgulatan romanlardan biri. suç tanımının bu kadar zekice tartışıldığı ender romanlardan. cinayet suçu ne kadar mantıklı açıklamalarla savunulmaya çalışılsa da vicdan karşısında katil yenilmeye mahkumdur. vicdan zekanın yönlendiricisi olmazsa insan yok edici olmaktan kurtulamaz. -
"suç ve ceza", şimdiye dek okuduğum en etkileyici kitaplardan biri ve bir dostoyevski başyapıtı. Yazarın en iyi romanının karamazov kardeşler olduğunu düşünsem de, en çarpıcı olanını kesinlikle Suç ve Ceza olarak görüyorum. Kendimce kitabı anlatmaya çalıştım ancak hikayesinden çok içerdiği düşüncelere odaklandım, bu yüzden henüz okumamış olanlar veya unutmuş olanlar için havada kalan yerler olabilir. Kitabın olay örgüsünü ve karakterlerini az da olsa bilenler için elbette daha fazla şey ifade edecektir. İyi okumalar dilerim.
çok kabaca kitapta olan:
-- spoiler --
kahramanımız raskolnikov, çektiği maddi zorluklardan dolayı daha önce borç aldığı yaşlı bir tefeci kadını öldürmeye karar verir ve bunu yaparken de kendine, "yüce" olduğunu iddia ettiği bir takım gerekçeler üretir. ardından kendisiyle çeşitli felsefi-ruhsal çatışmalara düşer, bu çatışma hali kitabın tamamında sürecektir. "vicdan azabı" da derler ama bence değil. raskolnikov; cinayeti işlerken, polisten kaçınırken, çeşitli planlar kurarken, nihayetinde açığa çıkıp sürgüne giderken ve tüm bu süreçlerde diğer karakterlerle hatta kendiyle iletişim kurarken aynı zamanda düşünmektedir. biz de okuruz.
-- spoiler --
(Aslında daha önce kitap topluluğu okuması ile yazdığım bu yazı silinmişti, biraz düzenleme ve birkaç ekleme ile yeniden sözlüğe taşımaya karar verdim.)
Suç, Ceza ve İnsan Kavramlarının Kitaptaki İlişkisi Üzerine
Bu kitaptan hep, karakterlerin iç dünyasını ve sıkıntılarını ne kadar güzel betimlediği ile ilgili övgüyle bahsedilir. Kesinlikle katılmakla birlikte eksik olduğunu düşünüyorum. Bana göre Suç ve Ceza, yukarıdaki özelliğinden daha genel olarak, "insanın" ne olduğu ve ne olabileceği üzerine yazılmıştır. Seçtiği konunun bu kadar uç bir konumda yer almasının nedeni de budur. Dostoyevski, ana karakter raskolnikov'un ağzından; yöneten, gücü elinde tutan, yön veren muktedir güruh ve diğerleri diye insanları ikiye ayırır. Raskolnikov der ki, muktedirler iktidarı almaya cesaret edebildikleri için oradadırlar ve bu yolda kendilerine her türlü özgürlüğü hak görürler. "Suç işleme özgürlüğünü bile mi?". Evet, der Raskolnikov, suç kavramı nedir ki bu üstün insanların yanında? Ama ilginç bir nokta var; burada yargıç da, mahkeme de, cellat da insanın kendisidir. Suç işlemekte bile özgür olduğunuzu varsayın, peki o özgürlüğe "layık" olacak, yani üstün bir insan olduğunuzu kanıtlayacak güce ve cesarete sahip misiniz? Uzanıp o özgürlüğü alabilecek misiniz? Önünüzdeki engeli aşabilecek misiniz? İşte tüm mesele buradan başlar kitapta. napolyon der Raskolnikov, onun üstün insanı Napolyon'dur, eğer amaçları uğrunda yaşlı tefeciyi öldürmek zorunda olsaydı bunu yapabilir miydi? Ardından olaylar gelişir tabii... Yukarıda da dediğim gibi, bu kitap insanın ne olduğu ve olabileceği ilgilidir. Raskolnikov'un "üstün" bir insan olup olmadığını -sadece kendisine- kanıtlama çabasından şekillenen bir hikayedir özünde. Fakat kahramanımız ne yazık ki üstün olmaya çalışmanın sırtına yükleyeceği yükün ne denli ağır olacağını öngörememiştir. Okuyanı hayran bırakan ruhsal betimlemeler de zaten buradan doğar.
suç nedir? ceza nedir? Kitap boyunca bir yandan da bu sorulara yanıt aranır. Ancak karakterimiz; bir türlü yaptığının suç olduğuna karar, kendi kendine çektirdiği acıya da anlam verememektedir. Öyle ya, "kimseye faydası dokunmayan, yoksulların kanını emen yaşlı bir tefeci kocakarıyı" öldürmekte kötü olan ne vardır? İşin garip yanı, Raskolnikov bunu sadece öfkeyle değil, gerçekten samimi bir bakış açısı ile söylemektedir. Buna net bir cevap vermez kitap. Cezasını çekerken bile Raskolnikov vicdan azabı duymaz cinayeti için. Hatta her şey bittikten sonra Sibirya'da mahkumken bile, intihar edebilecekken, bunu yapmaya imkanı varken gelip "bu budalalara" kendini teslim ettiği için hayıflanır. Dikkat ediniz ki teslim olmak değil burada mevzu bahis, "kendini teslim etmek"; Raskolnikov için her şeyden öte boyun eğmek ve "üstün" bir insan olmadığını görmek demektir. Hatta son sayfalarda, keşke pişman olabilseydim diye acı çektiğini görürüz. Aslında tüm kitap boyunca Raskolnikov'un acı çektiğini görürüz, ama hiçbir zaman cinayet işlediği için değildir bu acı. Paragrafa suç nedir, ceza nedir diye başladım. Kendime göre yanıtlarsam, suç ve ceza; yeri geldiğinde içerebileceği anlamın muğlaklığı ve doğurabileceği sonuçlar nedeniyle, insanın icat ettiği en korkunç kavramlardan ikisidir diyebilirim. Dostoyevski doğrudan böyle yazmamış ama okurken bana böyle hissettirdi.
Dostoyevski'nin "Erdemli" Karakterleri
Okurken dikkatimi fazlası ile çeken bir diğer nokta da kitabın üzerine kurgulandığı cinayetle ilgili. Cinayet esnasında öldürülen iki kişi var. Oysa kitapla ilgili anlatımlarda, istemeden ortama gelen ve Raskolnikov'un öldürmek zorunda kaldığı tefecinin kız kardeşi Lizateva'dan hiç bahsedilmiyor. Belki de ben denk gelmedim ama kitabı okuyana kadar kurbanı sadece yaşlı tefeci kadın sanıyordum. Yeri gelmişken Lizateva'ya bir parantez açmak isterim; suskun, garip, sürekli tefeci ablasından zulüm gören yine de sesini çıkarmayan, herkese iyiliği dokunan, sevmeyeni olmayan bir karakter. Dostoyevski'nin hemen her kitabında bulunan erdem abidelerinden biri. Ama kitabın en kritik "sahnesinde" yer alsa da unutulmuş işte. Ben yazarın kasten böyle bir unutulmaya zemin hazırladığını düşünüyorum. Çünkü bu durum kitabın içerisinde de aynı, hatta Raskolnikov da bir yerde aniden onu hatırlayarak; Lizateva'yı da kendisi öldürmüş olmasına rağmen, üstelik cinayet böylesine aklından çıkmazken nasıl olduysa onu unuttuğuna şaşırıyor. Kısa bir an ama bu, sonra yine yok. Sanki Dostoyevski bilerek kaybetmiş onu. Raskolnikov; "aslında baltayı kendime indiriyordum", "ben aslında bir ilkeyi öldürdüm" diye düşünürken bile Lizateva gelmiyor aklına. Bunun nedeni bana göre başta dediğim üstün-sıradan insan ayrımına dayanıyor. Yaşlı tefeci bu ayrıma göre üstün ve muktedirken, Lizateva basit ve sıradan bir insan. Dolayısı ile ölmesi de varlığı gibi kayda değer bir fark yarat(a)madı. Buradan yola çıkarak anlıyoruz ki, "üstün insan" olma konusunun kilit noktasını aslında yazar ta en başta cinayet anında vermiştir, ölüp gittikten sonra bile yaşlı tefecinin etkisi, hatta bir anlamda iktidarı tüm romanda hissedilir. Oysa aynı şartlarda ölen Lizateva berikinin yanında hatırlanmaz bile. Bırakın kitabın kendisini, çoğumuz birbirimize anlatırken bile anmayız Lizateva'yı. zavallı lizateva, zavallı ve yalnızca kendisine duyulan acımadan ibaret. fazlası değil. Üzücü belki, ama sizce de Raskolnikov'un insan doğasına dair düşüncelerinin kısıtlı bir çerçevede de olsa doğruluğunu göstermiyor mu?
Özellikle anmak istediğim bir karakter daha var, o da "tanrısız" Raskolnikov'a bile dua edebilen iyi yürekli Sonya. Bu karakterin portresi, kitapta tek kelime ile 'iyi' bir insan olarak çizilir. Dostoyevski, kendini üstün görme ihtiyacı içinde yanıp kavrulan Raskolnikov'a karşı; kendini bir hiç olarak gören, başkaları için yaşayan, kötülüğü bilmeyen, her şeye rağmen tanrıya inanan Sonya'yı yazmıştır ki biri diğerini daha iyi anlamımızı sağlayabilsin. bir anlamda ikisi savaşır hikayede birbirlerinden kopamadan. Nihayetinde Raskolnikov aşık olur diğerine ve Sonya kazanır, ama o da zaten "kazanmakla" hiç ilgilenmez. İronik işte. Bu nokta, artık son sayfadır ve yazar ikisini yeni bir hikayenin beklediğini söyler.
"Başarabilseydim Bana da Taç Giydireceklerdi."
Sanırım suç ve cezayı en iyi anlatan cümle bu. Hem kitabı hem de kitaba adını veren kavramları kast ediyorum. Raskolnikov artık her şey bitmişken düştüğü sibirya sürgünü yolunda kurar bu cümleyi. görüyoruz ki yenilgisini-başarısızlığını kabullenmiştir ama aslında insana dair fikirlerinden vazgeçmemiş, hatta belki daha da inanmıştır kesinliklerine. Evet, acı verici ama aynı zamanda gerçek. Belki gerçek olduğu için bu kadar acı verici. cioran'ın, "her nesil kendinden önceki neslin cellatlarına anıt diker." sözü geliyor aklıma. Taç giyenler aynı zamanda birilerinin, kimi fikirlerin cellatları olmayı kabul edenler midir? Ya da daha zor olanı, buna cesaret edebilenler midir? Cevaplarını ben de bilmiyorum henüz, aslında geçerli bir cevaba çıktıklarını da düşünmüyorum. yine de sorulmalı ki cevapsız kalsak bile; bu "büyük" kitaba, "okuyucusuna sorular sordurtmuş olmak" payesini verebilelim.
Okurken altını çizdiğim bazı cümleleri spoiler içerisine alıntılıyorum:
-- spoiler --
"Namuslu olmak sizi diğer insanlardan üstün yapmaz, övünme hakkını vermez, zaten herkes yaşadığı sürece namuslu olmak zorundadır."
"Sonra öğrendim bunun asla olmayacağını, insanların değişmeyeceğini ve onları kimsenin değiştiremeyeceğini ve bunun çabalamaya değmediğini!"
"Anlıyor musunuz, anlıyor musunuz sayın bayım, bir insanın artık gidebileceği hiçbir yerinin olmaması ne demektir anlıyor musunuz?"
"Burada insanın ağrına giden ne biliyor musun? Onların yalan söylemeleri değil; yalan her zaman bağışlanabilir; tatlı bir şeydir çünkü yalan,insanı önünde sonunda gerçeğe götürür.Burada insanın ağrına giden şey, onların yalan söylemeleri değil,söyledikleri yalana kendilerinin de inanmaları.."
"Kendine ait bir yalan, başkalarına ait gerçekleri tekrarlamaktan belki de daha iyidir."
"Anlıyor musunuz, anlıyor musunuz sayın bayım, bir insanın artık gidebileceği hiçbir yerinin olmaması ne demektir anlıyor musunuz? Çünkü insanın gidebileceği hiç değilse bir yerin olması gerekmez mi ?"
“Öyle bir sınıra gelirsin ki, onu aşamazsan mutsuz olursun, aşarsan, belki o zaman daha da mutsuz olursun.”
-- spoiler --
-
yıllardır kalınlığı sayesinde, oyun oynarken ısınan bilgisayarım için altlık olarak kullandığım kitap. geçen gece sesli kitap sayfalarında gezerken denk geldi, birazını dinledim youtube'dan.
alllah da benim belamı versin, süper kitapmış. şuan yarıladım neredeyse. bilgisayarım için de tolkien kullanıyorum.