kavgayla sonuçlanabilme ihtimali olan hali hem adrenalin salgılatır hem de üretkenliği artırır. aşağıda bu gerilimi en çok hissettiğim anların birini anlatacağım. basketbola ilginiz yoksa, okumayın bence. bolca laf salatası yapabilirim.
lise sondayım. okul çapında basketbol turnuvası var. 1. sınıftan beri her teneffüste okulun bahçesindeki 2 potadan birini işgal edip 15 dakika boyunca kendinden geçercesine maç yapan 5-10 kişiden biriyim. derslerde de tam bir inek olduğum için okulda biraz ünüm var. lise 2'de bölümlere ayrıldığımızda tercih yapmadığım için fen sınıflarından birine kayıt etmişlerdi beni. birkaç ay sonra "her dersin pratik dersi de mi olur ya?" diyerek birkaç arkadaşı da ikna edip eşit ağırlık sınıflarından birine geçmiştim. lise 1 ve lise 2'de okul turnuvalarında finalisttim. bu son turnuvam, sınıfın basketboldaki en iyilerini seçtim, ilk turları rahat geçtik, yarı finale çıktık. karşımıza, 1 sene önce birkaç aylığına içlerinde yer aldığım, lise 1'de aynı sınıfta okuduğum birçok arkadaşımın olduğu o fen sınıfı geldi.
turnuva tek pota, 3'e 3, alınan faul sayısına göre oyundan ihraç kuralı bulunan, hakemli, genel olarak streetball kurallarına dayalı, 21'e ulaşanın kazandığı maçlara dayanıyor. dış şutum çok iyi, fena olmayan bir seviyede de ribaunt alabiliyorum. geniş, benimle hemen hemen aynı boylarda, dış şutu iyi olmasa bile, post-up oyununu çok iyi bilen, 4 numara oynayabilen bir takım arkadaşım var. 3. elemanımız da oyun kurucu. oyun ben ve 4 numara üzerinden gidiyor. zaten izmirspor altyapısında da birlikte oynadığımız için iyi anlaşıyoruz. pick and roll'larımız hızlı, ikili oyunlarımız etkili, aramızdaki uyum nefis. fencilerin takım kötü aslında: kısaca oyun bilgisi olarak bilinen fundemental'ı kötü bir oyun kurucu, omuz genişliği dev ama boyu kısa bir dış şutör, uzun ama gene fundemental'ı berbat bir seviyedeki pivot. bizim 4 numara onların pivotu eziyor zaten, oyun kurucumuz etkisiz ama karşısındaki oyun kurucuya nefes aldırmıyor. onların dış şutörü ile benim aramdaki bir savaşa dönmeye başladı oyun. 17-12 öne geçtiğimizi ve streetball kuralı olarak sayı attıktan sonra savunmaya geçip topu onların şutörüne verdiğimi hatırlıyorum. sanki new jersey'nin köhne ve ıssız ara sokaklarının birinde oynuyormuşçasına, ona gönderdiğim topu aldığı gibi suratıma fırlattı. top burnuma gelmesin diye kafamı sağa çevirdim, kulağıma geldi. erkeklerin toplu spordaki en büyük endişelerinden olan "bacak arasına top çarpması"nın daha beterini yaşadım: sol kulağım alev alev yanıyor, kan yok ama içindeki bütün parçalar yer değişmek ister gibi titriyor, kafamın içinde müthiş bir uğultu var, ışığa karşı korkunç bir hassasiyet yaşıyorum. kısa bir an gözüm kararmış, tekrar kendime geldiğimde karşımdaki şutörün "çocuklarla oynamıyoruz burada herhalde. topu gönder de, devam edelim istersen, he?" dediğini dudaklarından okudum. bizim takımdaki 4 numara "iyi misin lake? başın dönmüyor di' mi?" falan diyor ama ben çok az ses duyuyorum. "iyiyim" derim ama kimsenin duymayacağı kadar kısık söylerim diye (çünkü neredeyse hiç duymuyorum) kafamı salladım, elimle iyi olduğumu belirttim ve topu karşımdaki göteleğe gönderdim.
halâ sersem halde olduğumu gayet iyi bildiği için top eline geçer geçmez üzerime yüklendi. zaten hiçbir zaman geniş, ayakları yere sağlam basan, birebir oyunlarda fiziğini kullanabilen bir oyuncu olmadığım için şiddetli bir omuz darbesi ile beni yere çaldı, 3'lüğü gönderdi (streetball'da 3'lük 2 sayı sayılır). turnuvadaki maçlardaki hakemler öğrenciler arasından seçiliyordu. hakem bana savunma faulü çaldı, eleman 3'lüğü soktu, üzerine serbest atışı da soktu. 17-15. oyundan biraz koptuğumu ve 19-19'a geldiğimizi hayal meyal hatırlıyorum. karşımdaki şutör alev almışçasına özgüvenli oynuyor. benim kulak zonkluyor ve az duyuyorum, halâ sersemim. bizim takımdaki 4 numara yanıma gelip "şutörü savunamayacaksan, adam değişelim yoksa kaybedeceğiz" dedi. biraz tartıştık, "böyle devam" dedik. bu sırada, başlıktaki gerilimi havada hissettim: ablam maçı izliyordu (maçlar okuldan sonra, hafta içleri oynanıyordu), lise 1'den beri aşık olduğum arzu maçı izliyordu, beni okul takımına "savunman bok gibi" diyerek almamış beden hocası maçı izliyordu, karşımdaki götelek yarım ağız gülümserken caka satıyordu. sırtımdan aşağıya birkaç damla soğuk terin indiğini, ellerimin bir anda kaldıramayacağım kadar ağırlaştığını, bakış açımın içinde bulunan her şeyi tek tek odaklayabildiğimi ve dışarıda kalan gene her şeyi kafamdan çıkartabildiğimi hissettim. aynı hissi lise 1'de düşman okul elemanları bizim okulu bastıklarında da hissetmiştim. bacaklarım biraz titremeye başladı, akıttığım ter ikiye katlandı. zaten ergen olan bünyem "olm, ölüyor muyum lan yoksa?" demek yerine, "sağır da kalsam, bu maçı almalıyız" moduna büründü.
sonrasında pek bi' şey yok: top sürüşünde sol elini iyi kullanamadığını anladığım şutörün sağından baskı yaptım, topu soluna aldığı anda da bizim 4 numara ikili sıkıştırmaya gelip topunu çaldı, ben dışa çıktım, 4 numara beni gördü ve şutu soktum, fencileri eledik. şutu soktuktan sonra götelek şutörle göz teması kurdum, sol kulağımı işaret ederek "topu gönderdim piç, oldu mu?" diye ergen ergen bağırdımı hatırlıyorum. gerisi çok net değil, unutmuşum.
bu boktan ergenlik anımda beni en çok etkileyen maçı kazanmamız falan değildi, sırtımdan akan o 2 damla soğuk ter ve neye bakarsam onu odaklayıp bu odağın dışında kalan hiçbir şeyin beni etkileyememesini sağlayabiliyor olmamdı. o zamanlar bunu bi' nevi süper güç gibi görüyordum. olgunluk dönemimde ise, bunun kavga öncesinde salgılanan yoğun adrenalin olduğuna kanaat getirdim. adeta "tanrılar kurban istiyor" gibi bir gazla kendi kendimi budalaca kör etmiş, bunu da süper güç sanmıştım. çocukluk işte.
her gerilim şiddet içermeyebilir elbette ama baş döndüren adrenalini salgılatır. bu, ister korkuya yönelik olsun ister sikindirik bir maçı kazanma hissine yönelik olsun; fark etmiyor. ilkel birer hayvan olup olmadığımıza karar verebilmemiz bu ilkel gücü nasıl değerlendirip nereye boşalttığımızla doğrudan alakalı.